Müzik devrimcisi Costello İstanbul’da

TARİH:  8 Temmuz 2005

GAZETE/DERGİ: Birgün

Benzersiz müzik anlayışıyla yıllara meydan okuyan Elvis Costello, grubu The Imposters ile beraber bu akşam İstanbul Caz Festivali kapsamında Harbiye Açıkhava’da 

Elvis Costello 1970’lerin ortasında Londra pub rock sahnesinde öne çıkan en büyük yeteneklerden biri. 1977 yılında “My Aim Is True” albümüyle müzik hayatına başlayan ve Liverpool’un Beatles’dan bu yana çıkardığı en önemli müzisyenlerden biri sayılan Elvis Costello benzersiz müzik algısı ile retro katkılı, R&B, Soul, rock’n’roll, caz gibi türlerin iç içe girdiği bir müzik yapıyor. 

En güçlü tarafı ise şarkı sözleri. Shakespearecı bir yoğunluk ve esneklik sahibi olan yazım stili zekanın ötesine geçti. Costello pop müzik tarihinde bir devrim niteliğinde olan, grubu The Attractions ile kaydettiği ‘Imperial Bedroom’ albümünün yanı sıra ‘She’ ve ‘I Want You’ gibi balladlara imza attı.Son dönemlerin önemli caz vokallerinden olan genç eşi Dianne Krall’ın albümlerinde de şarkı yazan sanatçının en son olarak geçen yıl ‘The Delivery Man’ adlı albümü yayınlandı. Yıllar içinde kariyerinde iniş çıkışlar yaşayan sanatçının dinleyici kitlesi de onunla yaşlandı ama özgünlüğü ve inanılmaz yeteneğiyle dinleyicilerini peşinden sürüklemeye devam ediyor. 

Son albümü ‘Delivery Man’e gelince, bu şarkının rahmetli Johnny Cash’e uzanan bir hikâyesi var. Costello bunu kendi web sitesindeki yazıda şöyle anlatmış: “Delivery Man aslında 1986 yılında Johnny Cash için yazdığım şarkıdan çıkardığım bir karakter. Bu gerçek bir kişilik. Gazetede okuduğum bir haberde farklı bir nedenle hapise giren bir adamın 30 yıl önce çocukluk arkadaşını öldürdüğünü itiraf ettiğini yazıyordu. Bu ilginç bir durumdu, çünkü 30 sene boyunca ona vicdan azabı veren bu sırrı daha faza taşıyamayıp itiraf etmişti. Bu hikâyeyi kurgulaştırıp ‘Hidden Shame’ diye bir şarkı yaptım. Ve bu kişilik bana birçok şarkımda ilham verdi. ” Costello’nun olgunluk albümü sayılan ‘The Delivery Man’, country, rock n’ roll ve soul müziğin birbirinin içinde eridiği başarılı bir albüm. Ancak Elvis Costello’yu anlayabilmek için biraz daha eski albümlere dönmekte fayda var: Örneğin‘My Aim Is True’ (1977), ‘Armed Forces’ (1978), ‘Punch The Clock’ (1983), “Goodbye Cruel World’ (1984), ‘When I Was Cruel’ (2002). 

Elvis Costello ve Tom Waits sohbeti 

Müziğin iki kült figürü Tom Waits ve Elvis Costello 1989 yılında karşılıklı bir sohbete dalmışlar. İşte bu sohbetten bir tadımlık. Elvis Costello’yu dünya gözüyle bu akşam Türkiyeli hayranları görebilecekler, umarız Tom Waits’i de bir gün misafir edebiliriz.

Elvis: Bazen seslendirmekte zorluk çektiğim notalar yazıyorum. Onları yazıyorum ve evde söylediğim zaman, evdekileri uyandırmamak veya komşuları rahatsız etmemek için üzerinde durmuyorum, nasılsa içinden çıkarım diyorum. Ama sonra şarkıyı söylerken nefesim falan yetmeyebiliyor. Bunu yapmak yanlış ama hemen öbür dizeye geçiyorum. Galiba ben bu armoni işini hiçbir zaman öğrenemedim. Herkesin çok tuhaf bulduğu sesler bana çok doğal geliyor. Neyse o kadar da dramatik bir şey değil. Ben bunu hep yapıyorum. Ancak bazen şarkının ruhunu biraz kaybediyorsunuz. 

Tom: Bu, çeviri yapmak gibi. Her şey beynimden parmak uçlarıma doğru yol alıyor. Bu yolculukta birçok şey değişebilir. Bazen kendi plaklarımı dinliyorum ve başlangıçtaki düşüncemin sonunda ortayla çıkandan çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Yapmaya çalıştığım şey ortaya çıkanı canlı tutmak. Bu, ellerinizle su taşımaya bere benziyor. Hiçbir şeyi kaybetmemeye çalışıyorsunuz ama stüdyoya girdiğinizde elinizde bir şey kalmamış olabiliyor. 

Elvis: Bazen şarkıların tesadüfen olayların öncesinde yazıldığına dair bir duygu hissettiğin oluyor mu? Veya şarkıların farkında olmadan akıldaki bir kişi için yazıldığına dair? 

Tom: Kesinlikle. Rüyaların bazı olayları öncelemesi gibi…

Elvis: Bir şarkıyı birini düşünerek yazıyorum ve sonra o şarkıcı tamamen bundan habersiz ve bağımsız olarak alıp o şarkıyı söylüyor yani cover’lıyor. Bu bana altı kez oldu. Hatta geçenlerde çok ilginç bir deneyim yaşadım. Rolling Stone dergisinden biri bana Chet Baker’ın benim şarkılarımdan birini seslendirdiği bir kaset verdi. Onun bu şarkıyı kaydettiğini bilmiyordum: Almost Blue. Bu çok tuhaftı çünkü Bruce Weber’in ‘Chet Baker hakkında yaptığı ‘Let’s Get – Lost’ filminde geçiyordu. Daha önceden duymuş olmalıydım. O kadar duygulandım ki neredeyse ağlayacaktim. 

Tom: Chet Baker’ın müthiş bir sesi var. (1989 Option Dergisi) 

Efsaneyle bir rock seansı

TARİH:  6 Temmuz 2005
GAZETE/DERGİ: Birgün

8 Temmuz da rock’çı yüzünü gösterecek olan punk-rock’ın efsane ismi Elvis Costello, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’na tarihi günlerinden birini yaşatacak 

Elvis Costello ilk albümü ‘My Aim is True’yu yaptığında daha ne internet ve özel radyo kanalları hayatımıza girmişti, ne de bugünkü kadar çok albüm ithal ediliyordu. Ama ‘Melody Maker’ ve ‘Music Express’ gibi dergilerden İngiltere ve ABD müzik dünyasının yeni bir akımla çalkalandığını okuyorduk: Punk devrimi başlamıştı. Bir devrim olur da biz nasıl geri kalırdık? Kimdi bu Sex Pistols The Clash, The Damned, Boomtown Rats, Ramones falan? O güne kadar progressive rock’ı baş tacı eden, her yıl Yes’in ya da Genesis’in son albümünü yılın en iyi albümü seçen ve bizim de müzik zevkimizin şekillenmesinde önemli rol oynayan dergiler birden eski kahramanlarına sırtlarını dönmüştü. O güne kadar adlarını çok anmadıkları Iggy Pop ve Lou Reed gibi başka rock’çılar punk’ın ataları ilan edilmişti. E, ama biz onları da pek bilmiyorduk. Ben ki çevremde rock uzmanı sayılırdım, kendimi koyu cahil hissediyordum. Punk’ın görünürdeki isyankâr tavrı cazip gelmişti ama bir de pek methedilen Elvis Costello diye bir tip vardı ki ne rock’çıya ne de punk’çıya, hiçbir şeye benzemiyordu. O da bu yeni yükselen dalganın ilahlarındandı ve kalın çerçeveli kocaman gözlükleri ve ceket – kravat giyimiyle bir muhasebe memurunu andırıyordu. Şimdi bu adamı da mı dinleyecektik yani? 

Bel bağladığım TRT3’ün radyo ve programları ‘Stüdyo FM’ ve ‘Müzik Magazin’de ne punk’a ne de new wave’e uzun süre yüz verdi. Ve sonra bir gün bu programlardan birinde Elvis Costello’nun ilk albümünden iki parça çalındı. Kasete kaydettiğim bu parçalar ‘Alison’ ve ‘Watching the Detectives’di ve hiç şüphesiz son zamanlarda dinlediğim en iyi şarkılardı. Ve hâla da bir en iyi şarkılar listesi yapsam en yukarılarda yer bulurlar. Peki, Costello bir punk’çı mıydı? Hem evet, hem hayır. ‘Alison’ bir orta tempolu baladdı, ‘Watching the Detectives’ ise bir reggae ve ikisi de aşka dairdiler. Yani ne tematik ne de müzikal anlamda punk sayılmazlardı ama yine de Costello’nun sivri dilinde, öfkesinde, zeka dolu sözlerinde ve duruşunda punk bir tavır vardı. Kısacası Costello dönemin ruhuyla, klasik şarkı geleneğini tutkulu bir ustalıkla birleştirmiş ve bunları pub-rock’çı kökeniyle harmanlamıştı. Sonuçta ‘My Aim is True’ hem en iyi ilk albümler, hem de en iyi punk albümleri arasında sayıldı. 

Sinemaya uzak durmuyor 

Costello’nun Türkiye’de daha geniş bir dinleyici kitlesinin gündemine girmesi ise film müzikleriyle oldu. ‘Baba-III’te ‘Miracle Man’, ‘Evlilik Öpücüğü’nde ‘Everyday I Write the Book’, Büyük Lebowski’de ‘My Mood Swings’, ‘Sensiz Olmaz’da ‘Shipbuilding’, ‘Tersyüz’de ‘Alison’ ve ‘Soğuk Dağ’da ise ‘Scarlet Tide’ adlı parçaları yer almıştı. Ama başka iki film daha vardı ki, aslı onlarda yer alan iki şarkısı Elvis Costello’ya ciddi bir hayran kitlesi kazandırdı. Bunlardan birincisi adını Elvis Costello’nun filmde yer alan şarkısından alan Michael Winterbottom’ın ‘I Want You’suydu. Costello’nun şarkının da nakaratı olan ‘I Want You’ dizesini söylemesi o kadar erotizm, özlem, yakarış ve kıskançlık yüklüydü ki, insan olup da etkilenmemek imkansızdı. Sonuçta Elvis Costello adı bu film ve şarkıyla geniş bir kitlenin belleğinde yer etti. Costello adını ertesi yıl ‘Aşk Engel Tanımaz’ filminde yer alan Charles Aznavour bestesi ‘She’ye yaptığı yorumla daha da geniş bir kitleye duyurdu. Hoş, Costello bu şarkıya pek sahip çıkmaz ama bu, ‘She’nin, onun en sevilen parçalarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Costello, bu ünlü baladlarının çok ötesinde ilgi alanlarına sahip biri öte yandan. Klasik müzikten, caza hemen hemen el atmadığı hiçbir Batılı müzik formu yok denilebilir. İş birliği yaptığı sanatçıların nitelikleri de bir o kadar değişik. Bir yaylı çalgılar dörtlüsü olan Brodsky Quartet, geçtiğimiz günlerde İstanbul Müzik Festivali çerçevesinde bir konser veren mezzo-soprano Anne Sofie von Otter, 60’lann ünlü aşk şarkıları yazarı Burt Bacharach ve Paul McCartney bu isimlerden bazılar. Rock müziğinin bilge ismi komünist Robert Wyatt’ın da cover’ladığı savaş karşıtı ‘Shipbuilding’ gibi şarkıları yazan,  ‘Irkçılığa Karşı Rock’ konserlerinde yer alan Costello’nun hayatında bazı karanlık sayfalar da var. Aşk ilişkilerini askeri manevralarla özdeşleştiren ve ilk adı ‘Emotional Fascism’ (Duygusal Faşizm) olan 1979 tarihli ‘Armed Forces’ (Silahlı Kuvvetler) albümünün turnesi sırasında bir barda Ray Charles (onun da hayatını konu alan ‘Ray’ filmini bu yıl izledik) için cahil, kör zenci demesi o güne kadar onu destekleyen basının öfkesini çekmişti. Ama bu olayın altından çok sular aktı ve Costello’yu bu olayla anmayı gerektiren benzer bir başka davranışı da olmadı. Şarkıcı Diana Krall’la evli olan Costello geçtiğimiz yıl iki albüm birden yayımladı. ‘Il Sogno’ Londra Senfoni Orkestrası’yla kaydedilmiş bir klasik müzik albümüyken, ‘The Delivery Man’ son grubu The Imposters’la yapılmış bir rock albümüydü. İki albüm de çok beğenildi ama bizi ilgilendiren ikincisi çünkü İstanbul Caz Festivali’nde Costello’nun rock’ÇI yüzünü izleyeceğiz. “The Delivery Man’ şimdiden Costello’nun 80 sonrası döneminin en başarılı albümleri arasında yerini aldı. Şarkı yazarları arasında en büyükler arasında sayılan ve Bob Dylan, Van Morrison gibi devlerle kıyaslanan Elvis Costello, yani asIl adıyla Declan McManus Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’na tarihi günlerinden birini yaşatacak. 

Tarkan

Tarih: 25 Eylül 1994

Gazete/Dergi: Yön

Zamanın Çocuğu

Tarkan’ın kötü bir kaderi var. İki hit şarkısı da Türkiye’de 12 Eylül sonrasının bütün olumsuzluklarının simgesi oldu. Kim Türkiye’de değerlerin yok olmasından yozlaşmadan söz açsa -Yaşar Kemal’den Derya Köroğlu’na- sözünü ‘sonunda şıkıdım şıkıdımlara geldik’ diye bitiriyor.

Kimi geçmişe özlemle bakıyor. Cahit Berkay ‘Seyircilerimiz çığlıklar atmazdı. Coştukları zaman el çırparlardı, en fazla da ayağa kalkar, hafifçe tepinirlerdi’ diyor. Attila İlhan, Tarkan’ın ‘Amerikancı gençliğe hitap ettiğini söylüyor. Ahmet Oktay, Tarkan’ı Nokta yazarı Baki Koşar Tarkan’dan yola çıkarak ‘…geniş bir tabakanın… odağında bir kültür emperyalizminin bulunduğu ‘müzikal’ bir cinnetin ritmik girdabında, ilkesizlikle, ‘yarınsızlık’la, duyarsızlıkla örülü dehşet verici ‘lumpen transını’ yaşıyordu’ diye yazıyor. Durum gerçekten bu kadar vahim mi? Tarkan hepten bir yozlaşmayı mı temsil ediyor?

Türk popu diye bir olgu 60’larda 70’lerde de vardı. Ama Türk popunun gerçekten bir sanayi boyutlarını alması 80’lerden sonra gerçekleşti. Eskiden bir avuç insandı pop müzik yapanlar. Şimdi hepsini birden izlemek neredeyse yalnızca bu işle profesyonelce ilgilenenlerin altından kalkabileceği bir uğraş oldu. Birçoğu kısa zamanda unutulacak elbette. Üretilen yapıtların çoğu Ahmet Oktay’ın dediği gibi ‘sisteme eklemlenmiş, kaçışçı ve tüketime açık’ olacak. Ama bu süreçte nitelikli yapıtlarda üretilecek. 

Türk popu şu anda gerçekten de sisteme eklemlenmiş bir görüntü sergiliyor. Ama Tarkan bunun tipik bir örneği değil. Hatta önemli sapmalar gösteriyor. Türk pop müziğini Batıdaki pop müziğiyle karşılaştırmak çok zor. Türk pop müziği henüz yeni endüstrileşmeye başlıyor. Ama bir yandan da Batı’nın bugünkü düzeyini izleme olanağına sahip. Bu yüzden de ne tam 50’lerin ABD’si ne de tam 90’ların Batısı; hem Burası Türkiye. Ama Tarkan’ın bir yönüyle 1950’lerin Elvis Presley’siyle çok benzeştiği söylenebilir Elvis de 50’lerde ortaya çıktığında tepki ile karşılaşmıştı. Kabul edilmesi 60’lar ve 70’lerde oldu.

Elvis’in de öne çıkardığı yanı, bugün Tarkan’ın yaptığı gibi cinselliğiydi. Elvis’in görüntüleri 50’lerdeki televizyon programlarında sansürlü olarak gösterilirdi. Çünkü kalça hareketleri fazla erotikti, cinsel çağrışımlarla yüklüydü. Bu nedenle TV’de Elvis gösterilirken kalçasının bulunduğu bölge siyah bir bantla karartılırdı. Elvis hiçbir zaman gerçek bir asi olmamıştı, politik de değildi. Gönüllü olarak askere yazılan, uslu bir Amerikan vatandaşıydı, o kadar. Ama cinsellik konusunda önemli bir dönüşümün habercisi, simgesi oldu. Bir keresinde şöyle demişti:

 ‘Eleştirmenler benim bir seks manyağı olduğumu düşünüyor. Bunu söyleyenler tatminsiz yaşlı tipler. Ben doğalım o kadar.’ Tarkan da bir röportajında ‘Ben sahiciyim’ demek gereğini duymuş. Tarkan da Elvis de kadınsı bir güzelliğe sahipler, ama bir yanlarıyla da kendilerinden önce kimsenin olmadığı kadar erkekler. Erkek imajında bir dönüşümün öncülüğünü yaptılar yapıyorlar.

Türkiye’de cinsellik, kadın-erkek ilişkileri değişiyor. Tamam 60’larda, 70’lerde daha politik bir pop vardı ama cinsellik konusundaki yaklaşımı ile ilerici kesimlerin sisteme eklenmemiş olduğunu kim söyleyebilir? Bugün Tarkan’ın imajını beğenmeyen devrimci Ahmet Kaya’nın ise bu alanda Tarkan’ dan çok daha gerici olduğu rahatlıkla söylenebilir. Elbette Tarkan’ın yansıttığı cinsellik tüketim toplumunun rekabetçi bireyinin değerlerini içeriyor. Ama bunun feodal değerlerden daha ileride olduğu kesin.

Müziğe gelince; Elvis de müziğinin temellerine zenci müziğinin temellerini almış, Batı müziğinin melodileriyle bir sentezini oluşturmuştur. Bir Doğu-Batı sentezidir pop müzik. Tarkan’ın arabeskten yararlanmasına neden kızılır anlamak mümkün değil. Türkiye’nin sanatında elbette Doğu da olacak Batı da; Arap müziğinden de Amerikan müziğinden de izler taşıyacak. Üstelik Arap kültürü yabancı değil, bu ülkenin halkın bir kesimini de Araplar oluşturuyor. Safkan bir sanat nerede ne zaman olmuş ki? Olsa da bunun nesi iyi? Tarkan konusunda en doğru sözü Sezen Aksusöylüyor: (Bu çocuklar) kendi zamanlarının şarkılarını söylüyorlar o kadar. Bizler gibi .’

PASCAL COMELADE

Tarih: Kasım 1998

 Gazete/Dergi: Siti  

PASCAL COMELADE

L’Argot du Bruit

Pascal Comelade

(EMI / KENT)

Adamın adını daha hala doğru dürüst öğrenemedim. Her seferinde biraz düşünmem gerekiyor ya da CD kapağına bakmam. Pascal Comelade… Yeni biri değilmiş, bir sürü albümü varmış ama ben iki ay öncesine kadar adını duymamıştım. Sonra bir gün Açık Radyo’da bir single’ına rastladım. P J Harvey’le birlikte yapmışlar. Tabii PJ söylüyor. PJ’in her zaman başımın üstünde yeri vardır. Güzel şarkıydı; PJ her zamanki gibi inandırıcıydı, ağır ve yüklüydü. Sonra Roll’da albüm eleştirisini ve söyleşisini okudum. Referansları çok sağlamdı. PJ, Alman krautrockçılar Faust ve Can, Vic Chestnutt…PJ konserlerine başlamadan önce salonda Comelade’ın parçalarını çaldırır, söyleşilerde adını zikredermiş. Chestnutt da ‘Bence dünyanın en iyi müzisyeni o. Popüler müzikle kendi duyarlılığını ve müzisyen hevesini mükemmel evlendiriyor. Hedefim onunki kadar doğal bir sanata erişmek. Comelade’da öyle bir hüzün, elem, keder var ki ortaya çok çarpıcı bir kara mizah çıkıyor’ demiş. 

Artık Comelade’ı tanımak elzem olmuştu. CD’sini aldım. O da ne? İlk parçada karşıma iptidai bir düğün orkestrası çıktı. Hani radyoda rastlasam başka bir kanal aramaya başlayabilirim. Ama referanslar sağlam, dinlemek gerek. ‘Yahu hiç de fena değilmiş’ten ‘Çok güzel be!’ye geçiş çok fazla dinlemeyi gerektirmiyor. Hafif mi hafif bir müzik. Dinle babam dinle midede bir ekşime yapmıyor. Ekmek gibi, her öğün yenebilir. Çocukluğum saflığı var, abartısızlığı, doğrudanlığı. Gizlenen saklanan bir şey yok. Her şey göz önünde, her enstrüman açık ve net. Cambazlık yok, şov yok. Enstrumanlar uyduruk: Oyuncak piyanolar, oyuncak akordeonlar, plastik gitarlar ama müzisenler ‘ben ustayım’ diye bağırmadan usta. Akdeniz var, Balkan havaları var, düğünler, dernekler, bayramlar var. PJ olur da aşk acıları olmaz mı? İki şarkıda da ağır kadın PJ döktürüyor. PJ her zaman PJ elbette ama aslında bu albümde yeri yok. Parçalar güzel ama bütünün açık hava duygusuyla uyumsuz. Comelade’ın hafifliğinin yanında gitmiyor. Çilingir sofrasındaki asırlık Fransız şarabı gibi. Anonim duygusu veren bir albümde anonim kalamayan tek kişi. Pascal Comelade’ın adını niye aklımda tutamadığı mı önce Frankofil olmamama bağlıyordum. Fransızca bilmem, müziğiyle de pek alakam yoktur. Ama mesele o değil. ‘L’Argot du Bruit’de (albümün adı bu) ön planda olan sanatçı değil, eser.

Sanki biz zaten bu parçalarla doğup büyümüşüz; onlar sanki bizden önce de vardı bizden sonra da olacak. Beni, Comelade’a tanıdığım, bildiğim isimler yönlendirdi. Ama albümdeki (görece) ünlü isimlerden söz etmek bunca lafı ettikten sonra abesle iştigal olacak. Comelade zaten ‘Le Grand Pianonaniste’ adlı parçanın adının nereden geldiğini söyle açıklamış: ‘Cüce piyanist yanım, müziğin otuzbir çekmeye benzeyen yanıyla birleşiyor. (nanizm: Cücelik; onanizm: Otuzbir çekmek) Ve piyanonun bu indirgenmesi, küçültülmesi, benim de müzisyen olarak indirgenmem aslında.’ İşin üzücü yani galiba şu: Comolade da, Tom Waits gibi ne kadar anti-entelektüel bir tavır takınırsa takınsın kendini ne kadar müzisyen olarak indirgerse indirgesin yine de galiba dar bir entelektüel çevre dışında pek tanınmayacak. 

The Black Light, Calexico

Tarih: Şubat 1999

 Gazete/Dergi: Siti  

Eskiden Amerika’nın güneyi denince aklımıza Ku Klux Klan, tutucu çiftçiler filan gelirdi yalnızca.

Şimdi daha çok Vic Chesnutt, Lambchop gibi sıcak insani topluluk ve sanatçılar geliyor.

Calexico bu çizgide yeni bir Güneyli topluluk. Aslında bana en çok hatırlattığı Pascal Comelade oldu. Aynı gezgin müzisyen havası, aynı açık hava duygusu, aynı kendiliğindenlik…Robert Rodigan’ın ‘El Mariachi’sine ya da Leone’nin spagetti westernlerine nefis bir fon müziği topluluğu olurduk Calexico.

Calexico, John Convertino ve Joey Burns’den oluşuyor. Topluluğun temeli 1993’te atılmış. İkili ilk çalışmalarını bir telesekretere kaydetmiş. 30 saniyelik kayıtlarla yetinemez hale geldiklerinde, bir Sony walkman’e terfi etmişler. İlk albümleri ‘Superstition Highway’ de zaten sadece kaset formatındayımş. Sonra ‘Spoke’u yapmışlar 1996’da. Bu albüm de ilk olarak sadece long play formatında çıkmış. Şimdi de ‘Black Light’la karşımızdalar. Country, folk ve Latin müziğinin mükemmel bir karışımından oluşan albüm, birçok derginin 1998 yılının en iyileri listelerinde yer aldı. Comelade’ı sevdiyseniz bunu da seversiniz. 

Topluluğun adına gelince, Arizona çölünde küçük bir kasabanın adı Calexico.

1998 ve MÜZİK

Tarih: Ocak 1999

 Gazete/Dergi: Siti  

Geçtiğimiz yıl rock sevenler için iyi bir yıl oldu. Her şeyden önce yaşayan efsaneleri canlı izleme şansına sahip olduk. Rolling Stones’u ve Led Zepplin’in ileri ikilisi Page ve Plant’i izlemek az şey mi? Hard&heavy hayranları için de verimli bir yıldı: Deep Purple ve Slayer da kentimizi ziyaret etti. Electronica’nın en parlak yıldızı Prodigy ve avangardla popülerlik arasında başarılı bir denge tutturmayı başaran belki de tek çağdaş sanatçı Björk bize 90’larda yaşadığımızı hatırlattılar. Rachid Taha ülkemizi sık ziyaret etti ama doğru yerde doğru zamanda olmayı başaramadı. Yine de yeni albümü ‘Diwan’ı çok sevdik.

Albümlere baktığımızda hiç de fena olmayan bir yıl yaşadığımız söylenebilir. Fransız Air topluluğu 60’ların soundunu techno’yla birleştirdiği retro-fütürist albümü ‘Moon Safari’yle bu yıl birçok dergi tarafından yılın en başarılısı seçildi. Benzer bir başarıyı Amerikalı topluluk Mercury Rev ‘Deserter’s Songs’la yakaladı. Yılların Beatsy Boys’u ‘Hello Nasty’le kariyerlerinin en başarılı albümlerinden birini gerçekleştirdi. İki yıl öncesinin en başarılı albümlerinden ‘Odelay’ın yaratıcısı Beck bu kez eklektizmini bir kenara bırakıp harbi bir folk albümü olan ‘Mutations’la döndü. REMüç kişi kaldıktan sonra çaptan düşmek bir yana ‘Up’la yeni bir zirveye daha ulaştı. Britanya cephesi’nde Massive Attack ‘Mezzanine’le ilk iki albümü kadar iyi olmasa da yine de yabana atılamayacak bir albüm çıkardı. Pulp’ın ‘This is Hardcore’u da bir önceki albümleri ‘Different Class’ın satış başarısına ulaşamadı. Aynı şeyler PJ Harvey için de söylenebilir. ‘Is this Desire’ adlı albümü kimilerince hiç başarılı bulunmadı. Manic Street Preachers bir önceki albümlerinin başarısını ‘This Is My Truth Tell Me Yours’la sürdüremedi. Auteurs’ün asıl adamı Luke Haines, bu yıl da farklı bir projeyle ortaya çıktı. Black Box Recorder adlı bu grubun ‘England Made Me’si yılın en iyileri arasındaydı. Bu yıl kısacası daha çok Amerikalıların yılı oldu. Özellikle de güneylilerin. Calexico, Lambchop, Wilco, Whiskeytown, Vic Chesnutt ve Gilan Welch gibi isimler güneyin bayrağını sonunda her yere diktiler. İhtiyar Willie Nelson da ‘Teatro’ adlı albümüyle çok başarılı bir dönüş yaptı. Natalie Merchant’ın ‘Ophelia’sı yine yılın en iyileri arasındaydı. Ve tabii yeni dostumuz Pascal Comelade ‘L’Argot du Bruit’siyle hayatımızda özel ve kalıcı bir yer edindi. Bu yıl yılın en iyileri yazıları ile idare ettik ama gelecek yıl çok daha ağır bir görev bekliyor bizi: Yüzyılın en iyileri… 

The Crying Light, Antony & the Johnsons

Tarih: Mart 2009

Gazete/Dergi: Roll

ANTONY & THE JOHNSONS

The Crying Light

(Secretly Canadian)

Antony’nin ilk iki albümünde insanı olduğu yere mıhlayan şarkılar vardı: ”Cripple and the  Starfish”, ”For Today I Am a Boy”, ”My Lady Story” ve ”Fistful of Love” gibi. Bu şarkıların ortak özelliği, cinsel kimlikle ilgili oluşlarıydı. Antony erkek vücuduna hapsolmuş bir kadın olmanın acısını yaşıyor, eşitlik talep ediyordu. Sonra Antony birden çok yüksekten uçmaya başladı ”I Am A Bird Now” ile. Carnegie Hall’larda konserler verdi, Mercury Prize’lar kazandı. Ve Antony’yi sonra YouTube’da kendi cinsel kimliğinin, heteroseksüel erkek ve kadın kimliklerinin üstünde, aşkın bir niteliğe sahip olduğunu söylerken gördüm. Eşitlik talep ederken, sollayıp geçmişti bile altında ezildiği egemen cinsel kimlikleri.

Antony’den hep aynı türden, cinsel kimliğine değinen acılı şarkılar talep etmek insafsızca olurdu. Ne mutlu ona ki artık kendini ezik hissetmiyor. Ama Antony’yi Antony yapan temel özellik de böylece bir miktar, önemli bir miktar kaybolmuş oldu. ”The Crying Light”da cinsel kimlik meseleleri yok, görebildiğim kadarıyla. O kadar sarsıcı şarkılar da yok dolayısıyla. Bu, bu albümün kötü olduğu anlamına gelmiyor kesinlikle. Gayet düzgün bir albüm ”The Crying Light”. İyi bir orkestrasyon, Antony’nin büyüleyici sesi, güzel melodiler ”The Crying Light’ı” rahat dinlenebilir belki gayet uzun ömürlü bir albüm yapıyor. Acılı cinsel kimlik şarkıları olmaması albüme neşeli bir tonun hakim olduğu anlamına gelmiyor. Yine karanlık temalar egemen. Doğanın yok oluşu ve ölüm teması sık sık karşımıza çıkıyor. Ama bu kez baş kaldırıdan çok bir kabulleniş hali egemen. 25 şarkı arasından seçilmiş 10 şarkı var albümde ve bunların hiçbiri belli bir düzeyin altına inmezken hiçbiri de çok öne çıkmıyor. Rahatlıkla önerebileceğimiz, ama ”I Am A Bird Now” gibi bir başyapıt olmaktan da uzak bir albüm, belki de bir geçiş dönemi albümü ”The Crying Light”. 

Lie Down in the Light, Bonnie Prince Billy

Tarih: Temmuz 2008

Gazete/Dergi: Roll

BONNIE ‘PRINCE’ BILLY 

Lie Down in the Light

(Drag City)

Will Oldham yani Bonnie ‘Prince’ Billy (BPB), daha öncesi de var gerçi ama, profesyonel olarak yaklaşık 15 senedir müzik yapıyor. Herhangi bir albüm, bir EP, bir single çıkarmadığı sene yok. Çoğunlukla birden fazla ürün veriyor bir yıl içinde. Buna aktör olarak yaptıklarını eklemiyoruz. Ve bu eserlerin içinde kötü denilebilecek bir şey yok. Daha iyileri var, daha az iyileri var ama hepsi bir standardın üzerinde. Bu yüksek kaliteye ve niceliğe ulaşabilen ikinci bir isim gelmiyor aklıma. Sırf 2008’de yaptıklarına bir bakalım isterseniz: ”Wilding in the West” (live albüm), Baby Dee’nin ”Safe Inside the Day”i (prodüktör ve vokalist), ”Louisville Is For Lovers 8”  (bir şarkıyla katıldı) Sun Kil Moon’un ”April”ı, Dosh’un ”Wolves And Wishes”ı. The California Guitar Trio’nun ”Echoes” albümleri ve Numero 6’in ”Quando Arriva La Gente Si Sente Meglio” EP’sinde vokalist. Ve tabii ki bu yazının konusu olan ”Lie Down in the Light” var bir de. Şu sıralar turnede, ama biter bitmez bir süredir üzerinde uğraştığı yeni şarkılar için stüdyoya girecek. 

Oldham müzik dünyasına adımını attığında neredeyse amatör gibiydi. Lo-fi diye tanımlanabilecek bir sound’u vardı, sesine de, müziğine de bir kırık döküklük hakimdi. Ama karanlık şarkılarına bu tarz çok da iyi uyuyordu. Biz hayranları, bunu bilinçli bir seçim sanıyorduk o zamanlar. Ama zaman içinde öyle olmadığını anladık. Oldham işi yaparken öğreniyordu. Palace adını bir kenara bırakıp Bonnie ‘Prince’ Billy adını kullanmaya başlaması, niteliksel bir sıçramaya da işaret ediyordu. Artık sesi eskisi gibi çatlamıyor, müziği daha az gevşek tınlıyordu. Bu yıl Baby Dee’nin ”Safe Inside the Day”inde adını ilk kez prodüktör olarak da gördük. Palace döneminde ”prodüktör ne işe yarıyor, bilmiyorum” diyen adamdan bugüne çok şey değişmişti. ”Lie Down In The Light”ın (LDITL) ilk başta dikkatimizi çeken yanı da prodüksiyonun yüksek kalitesi oldu. ”Master and Everyone”da da birlikte çalıştığı Mark Nevers üstlenmişti prodüksiyonu, ama bu albüm o albümün basitliğinden uzaktı uzaktaydı. Bir önceki albümü ”Letting Go”da da Björk’ün prodüktörüyle çalışmıştı ve o albümde de gayet iyi işlenmiş şarkılar bulunuyordu, fakat orada prodüktörün katkısında sanki dışsal bir şey vardı. Yani mesela o albümün ilk single’ı olan ”Cursed Sleep” yaylılarıyla falan gelmiş geçmiş en az BPB kokan şarkı gibi duruyordu. Oldham başkasının şarkısına vokal yapmış gibiydi.

Ama tabii bunları söylerken ”LDITL”nin de eski BPB’den farklı olduğunu söyleyerek kendimle çelişeceğim. Prodüksiyonun yüksekliği, bateri olmaması, en çok yaşama sevinci kokan ve en aydınlık BPB albümü olmasının yanısıra en ”country” albümü de bu BPB’nin. ”The Letting Go” en Avrupai albümüydü. ”LDITL” en Amerikai albümü Prens’in.  ”The Letting Go” aralık ayı İzlanda’sının soğuğunda kaydedilmişti, ”LDITL” eylül ayı ve Nashville’inin (Nevers’ın ve country müziğin memleketi) sıcağında; ısı farkı bariz. BPB’de de biraz Ry Cooder yaklaşımı var; Buena Vista Social Club’ın yaptığı gibi, geleneksel, yaşlı müzisyenlerle çalışmayı, onlardan öğrenmeyi seviyor. Bunu daha önce ”BPB Sings Greatest Palace Music” albümünde de yapmıştı. Bu kez yeni şarkılarda aynı işi yapmış ve ortaya çok daha bütünlüklü bir müzik çıkmış. Çekirdek kadroda ise Marc Ribot’nun Ceramic Dog’uyla İstanbul’da çalan Shahzad Ismaily ve BPB’yle birlikte CRR’de izlediğimiz Emmett Kelly gibi isimler var. ”Master and Everyone”dan beri BPB kadın vokalistlerle düet yapmayı seviyor. Bu kez en başarılı seçimini yapmış: Ashley Webber’in  sesi ve BPB’yle uyumu muhteşem. Bu Kanadalı kadın vokalistin sesi, Amerikan kadınları hakkında imgelemimde sevdiğim her şeye denk geliyor.

Albümün temaları aile, sevgi, kayıp, seks ve tanrı inancı (galiba)… Galiba dememin nedeni, BPB’nin söylediklerini birebir yorumlamaya kalkmanın risklerinin farkında olmam. Albümünün kapağında kanatlı bir melekle güreşen bir adam resmi var (annesi yapmış, ”I See A Darkness”ın kapağı da onundu). Bu, Eski Ahit’teki Yakup’la Tanrı’nın güreşine temsil ediyor (Yakup, Tanrı’yı yener). Albümün kapanışındaki parçalar ”Willow Trees Bend” ve özellikle de bir cover olan ”I’ll be Glad”e bakarsanız Hıristiyan bir şarkıcıyla karşı karşıya olduğunuza inanırsınız. Ama durumun öyle olmadığını röportajlardan biliyoruz. BPB dinlere inanmıyor, onları kusurlu insanların, açıklanamaz olanı açıklamaya çalışan kusurlu ürünleri olarak görüyor. Üç gün sonra geri gelmek üzere insanların günahları için ölen İsa’ya inanmıyor. Ama insanlığın inanma arzusunu hissediyor ve şarkısını söylüyor. ”Master and Everyone”da yer alan ”Three Questions”da da ”Elhamdülillah” dediğini hatırlayalım.

Albümün en güzel ve BPB’esk şarkısı ”So Everyone” ise garip ama yine de inanılmaz romantik bir şarkı. Anladığım kadarıyla, yaşlıca bir kadınla bir oğlan çocuğu arasındaki oral seksten söz ediyor. Üstelik bu ilişkinin teşhirci bir yanı da var. Ve bütün bunlarda ironi falan yok; bu bir aşk şarkısı. Ve yüceltici bir yanı var. Böyle bir şarkıyı dünyada bir tek kişi yazabilirdi.

Albümde kötü bir şarkı yine yok. Ama bu kimilerinin kıyasladığı, ”LDITL”ın kötü kalpli ikizi olarak gördüğü ”I See A Darkness” kadar muhteşem bir albüm de değil. BPB bu albümün aydınlık tonunu zorlu bir süreç olan albüm kaydetme işini ne kendisi ne de başkaları için işkenceye dönüştürme isteğine de bağlıyor biraz. Klarnetler, bar piyanoları, alışık olmadığımız hafif bir duygu katmış bu albüme. Tabii karanlık şarkılar da var, ayrılıktan, kayıptan söz eden. Nihayetinde BPB külliyatında gururla yerini alacak bir albüm ”LDITL”. Zaten, denildiği gibi, kötü albümü yoktur, yeterince dinlenmemiş BPB albümü vardır. 

Baby Dee

Tarih: Mart 2008

Gazete/Dergi: Roll

BABY DEE  

Robin’s Tiny Throat (Durtro / Jnana)

 Safe Inside the Day (Drag City)

Popüler müzikte Baby Dee gibi müzik yapan, Baby Dee’nin yaşında (54) adı yeni yeni birazcık duyulmaya başlayan, koca memeli başka bir transeksüel daha bulamazsınız. Aslında cinsel kimliğinden söz etmek biraz yersiz mı diye düşünüyor insan, ama şarkılarından birinde ”oğlan çocuğun içinde bir kız varmış” dediğine göre, çok da yanlış değil. Baby Dee çok özel biri. Yüce, evet yüce şarkılar yazıyor. Böyle güzel melodileri başka bir yerde bulamazsınız! Böyle bir müzik yapan ikinci birisi daha yok! Vallahi!

Cinsel kimlik deyice aklınıza Antony geldiyse, çok yaklaştınız. Baby Dee, Antony and the Johnsons’ın aynı adlı ilk albümünde arp çalmış. Oldukça kabare tadı içeren o ilk albüm, Baby Dee’nin  son albümü ”Safe Inside the Day”le de (SID) benzeşen yanlara sahip. O sırada hem Antony hem de Baby Dee, David Tibet’in (Current 93) sahibi olduğu Durtro plak şirketine bağlıydı. Bonnie ‘Prince’ Billy ve Matt Sweeney’nin prodüktörlüğünü üstlendiği ”SID” ise ”Superwolf” adlı bir albüm de yapmış olan ikilinin şirketi Drag City’den çıktı. Durtro, indie label’ların en küçüğü idiyise, Drag City’de irisi.

 Baby Dee ”SID”den önce prodüktör ve başka müzisyen yüzü görmemişti şarkılarını kaydederken. Durtro’dan çıkan bütün albümleri, single’ları ve EP’lerinde tek başına kendisi vardı. Piyano ve arp çalıyor, şarkı söylüyordu. Bir de evinde beslediği ötücü kuşlarını (ardıç) kayda sokuyordu bazen. ”Robin’s Tiny Throat” (RTT), işte bu dönemi yansıtan nefis bir derleme. Bir ”best of” ya da ”greatest” değil, iki albüm ve bir single’ın double bir albüm olarak yeniden yayınlanması. ”Little Windowve ”Love’s A Small Song” adlı albümler zaten tükenmişti, buna bir de ”Made For Love” single’ını eklemişler, ”RTT” olmuş. Insound gibi bir internet dükkanında 10,5$ gibi komik bir fiyata satılıyor. Reklam gibi olmasın ama, şahane bir albüm. Bakmayın, bu satırların yazarı ilk dinlemelerinde uyuya kalmıştı. Ne sesini sevmiştim Baby Dee’nin, ne de şarkıların temposunu. Ama direnip dinlemeyi sürdürünce, ”RTT”nin güzelliği yavaş yavaş ele geçiriyor insanı. Sadece piyano, arp ve akordeon eşliğinde söylenmiş şarkılar bunlar. Bazen Eleni Karaindrou’yu, bazen Eric Satie’yi andırıyorlar. Ama modern pop/rock dünyasında dinlediğiniz hiçbir şeye benzemiyorlar. Acı şeylerden söz etseler de, zarafetlerinden taviz vermiyorlar; güzel olmak onlar için varoluş nedeni belli ki. 

Oysa ”SID” başka bir âlem. ”SID”deki şarkıları kaydetmeye Bonnie ‘Prince’ Billy ikna etmiş Baby Dee’yi. Dee başta istememiş, çünkü güzellik âleminden çirkinlikler dünyasına geçiyor bu albümde. Yani daha önce de kendisini hissettiren zehir bu kez umutla sarmalanmadan, çiğ haliyle önümüze sürülüyor. Bir albinoya nasıl eziyet edilebileceğini anlatıyor mesela bir şarkı. Bir başkası ölüm anındaki bir çocuğun karabasanlarını dillendiriyor. Müzik daha fazla kabare, daha fazla vodvil. En fazla biraz Tom Waits’i çağrıştırıyor, biraz da Kurt Weill’ı elbette. Bilenler, Tiny Tim’den de söz ediyorlar. Ama Baby Dee’nin en çok etkilendiğini söylediği müzisyenin adı Palestrina. Hani var ya şu Rönesans bestecisi, o işte Hadi bakalım Palestrina hayranları, bilgisayarlarınızın başına (Baby Dee satan dükkan olmadığına göre)! Ne diyordum, Baby Dee çok çok güzel besteler yapabilen bir aykırı kadın. Hayatına ayı kostümüyle Central Park’ta müzik yaparak başlayan, panayırlarda, platformlu üç tekerlekli bisikletiyle sokaklarda dolaşarak çalıp söyleyen bu özel sanatçıyı hayatınıza katın. İlk olarak ”RTT”yi öneririm. Ardından da ”SID”i. Bir de diyorlar ki, Baby Dee’nin live show’ları şahane oluyormuş. İnanırım; yıllarını sokakta çalarak geçirmiş birinin dinleyiciyle ilişkisi farklıdır. Umarım mesajım alınmıştır.

White Chalk, PJ Harvey

Tarih: Aralık 2007

Gazete/Dergi: Roll

PJ HARVEY

White Chalk

(Universal)

PJ Harvey hakkında bugüne kadar bildiklerimizin hiçbiri bizi bu albüme hazırlamamıştı. Harvey ne daha önce piyano çalmıştı ne de sesini bu tiz tonda kullanmıştı. Ama Blur’un Damon Albarn’ı gibi çizgisini radikal bir biçimde değiştirip yine mükemmel albümler yapabilen olağanüstü sanatçılardan biri PJ Harvey. Şunu söylemek de çok yanlış olmaz bir yandan: Harvey zaten her albümünde bir öncekinden farklı bir şeyler yapmıştı, dolayısıyla bu değişim o kadar da sürpriz değil. Evet ama bu kez değişim gerçekten çok daha radikal. Bir defa Harvey’nin önceki albümleri her zaman moderndi, şimdi ve burada yaşayan bir kadına aitti. Oysa “White Chalk” Viktoryen dönemin gotik romantisizmine sahip. Sanki “Uğultulu Tepeler”in kahramanlarının dünyasında geziniyoruz albümü dinlerken. Sözler itibariyle fazla bir bütünlük arzetmiyor albüm, ama bazı şarkılarda aynı temaları bulmak mümkün. Asıl müzikal açıdan bu albümü bir süit olarak tanımlamak doğru olur. Bir tür konsept albüm bu. Bazen melodi değişse de ton o kadar aynı kalıyor ki, ayni şarkı devam ediyor gibi hissedebiliyorsunuz. Albümün açıklaması zor yanları da var. Mesela çok Avrupalı, çok İngiliz bir albüm olmasına karşın, banço ve mızıka (ağız armonikasi) gibi fazlasıyla Amerikan folkunu çağrıştıran enstrümanlar da sırıtmadan yer alabilmişler. Sözlerin temasında “kürtaj” ön plana çıkıyor. Garip, bu yılın en iyi filmlerinden biri olan ”4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”ün de teması kürtaj. Kürtaj yılı yaşıyoruz. PJ’in başından bir kürtaj olayı geçti mi bilinmez. Kimi eleştirmenler, “şarkı sözlerini otobiyografik sanırsanız çok yanılırsınız” mealinde sözler söylemişler. Nasıl bu kadar kendilerinden emin olduklarını bilemiyorum. Her neyse, üst üste üç parçada kürtaja ve doğmamış bir çocuğa göndermeler var. Bu şarkıların en öne çıkanı “When Under Ether”. Şarkı belden aşağısı çıplak yatan bir kadının duygularından, düşüncelerinden söz ediyor “İçimde, doğmamış ve kutsanmamış bir şey, etere (havaya) karışıyor / göçüyor bu dünyadan öbürüne”. Bir sonraki parça olan “White Chalk”da da “karnımda doğmamış çocuğumuzla” Dorset’in (PJ’in memleketi) falezlerinde dolaşan bir kadına rastlıyoruz. Akabinde “Broken Harp”ta da PJ “karnımı deşiyor metal bir şey” diyor. Sondan bir önceki şarkı olan “Before Departure” tam bir intihar notu havasındayken, finaldeki “The Mountain” bir kartalın gözünden savaşan bir askeri gözleyerek başlayıp, askerin vurulup yere düşmesinin ardından onun kendisini aldatan sevgilisine dair düşüncelerine geçiyor. Eh, daha karanlık temalardan söz etmek güç anlayacağınız. Hatta bir eleştirmen Bonnie Princess Billy demiş PJ Harvey için. Bir diğeri de albüm için Emily Dickinsonvari demiş ki, bu da BPB’nin son albümünde etkisi görülen bir şair. Büyük dehalar benzer düşünür ve aynı bateristle vani Jim White’la çalışır. Evet ya, White çalıyor “White Chalk”da. Bunun ne demekolduğunu Dirty Three, Smog, Bill Callahan ve BPB dinleyenleri bilir. Kendisini hiç ön plana çıkarmadan, bir caz bateristi gibi çalıp da rock dünyasının içinde yer alabilen ender bateristlerden biri White. Lafı fazla uzatmadan son olarak şunu söyleyeyim. Şarkılar tek tek kusursuz “White Chalk”da, ama kısa bir albüm olmasına rağmen bazen aynı tonda söylenen şarkılar insanı yorabiliyor. Yine de… “White Chalk” bir başyapıt. 

© 2020 -CuneytCebenoyan.com