TARİH:  6 Ocak 2008

GAZETE/DERGİ: Sabah Pazar Eki 

  • Yazılarınızın etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Bu etki hakkında genellikle bir fikrim olmuyor. Bazen beğenen, bazen beğenmeyen birilerine rastlıyorum. Cüneyt Cebenoyan beğenmişse bu filme gidelim şeklinde tavır geliştiren bir kitle olmadığından eminim. İnsanlar kafalarına göre takılıyor, o kafaların çoğunluğu Kurtlar Vadisi: Irak’ı beğeniyor ne yazık ki.

  • Hafta sonu gelince ilk hangi eleştirmeni okuyorsunuz?

Uğur Vardan, Alin Taşçıyan, Atilla Dorsay.  

  • İyi filmi nasıl tanımlıyorsunuz? 

Ben karakter ağırlıklı filmlerden hoşlanırım. Bir insanlık hali üzerine bana yeni bir şeyler soran, söyleyen filmler iyi filmlerdir. 

  • Politik duruşunuz nedir? 

Solcuyum, üretim araçlarının kamusal mülkiyetinden yanayım. Politik duruşum belirleyicidir, ama politik görüşüme ters düşen filmleri çok beğendiğim de olur.

  • Pek çok kişi için Türkiye’nin en önde gelen ve isim yapmış film eleştirmeni 

olan Atilla Dorsay’ın hayatınızdaki yeri nedir? 
Dorsay, sinema eleştirmenliğiyle özdeşleşmiş bir isim. Cumhuriyet okurduk hepimiz eskiden ve Dorsay tanrı gibiydi benim için. Sonra her çocuk gibi babaya isyan dönemi yaşadım. Heyecanını bunca yıldır korumasına gıpta ediyorum.

  • Geçen yıl en çok beğendiğiniz film hangisiydi? 

Persepolis. Çizgi filme yeni bir soluk getirdiği ve popülizmin solculara ödettiği bedeli çok iyi yansıttığı için… 

  • Çalıştığınız gazeteler farklı ideolojik görüşleri benimsiyor. Eleştiri yazılarınızı 

bu görüşler mi şekillendiriyor?

Yaklaştığımız da oluyor mesafemizi koruduğumuz da. Türbanlı bir arkadaşım olacağını ummazdım, bu meslek sayesinde oldu ama Zaman’da yapılan tensikatla onu (Elif Tunca) kaybettim.

  • Genç eleştirmenlerden en çok hangilerini beğeniyorsunuz? 

Fırat Yücel, Nadir Öperli, Yeşim Tabak… 

KAMERALARI BİLE KONTROL ETMEDİLER

TARİH:  30 Aralık 2006
GAZETE/DERGİ: Star

The Marmara Oteli’ndeki patlamanın ardından 12 yıl geçti. Olayda ablası Yasemin’i kaybeden Cüneyt Cebenoyan suskunluğunu star için bozdu. 

THE Marmara Oteli’nin kafeteryasında 30 Aralık 1994’te patlayan bomba, Taksim Meydanı’nı altüst etti; Kutlar ve Cebenoyan ailelerini de… Gazeteci-yazar Onat Kutlar, arkeolog Yasemin Cebenoyan yaşamını yitirdi. Örgüt işi olduğu belirlenen olayda 20 kişi tutuklandı. Üç kez heyet değişikliğine uğrayan davada Deniz Demir, Abdülcelil ve Hicran Kaçmaz ömür boyu hapis cezası aldı. 

YILAN HİKAYESİNE DÖNDÜ 

OLAYDA 18’inden küçük olan Hasan Kızılkaya’nın tahliyesine karar verildi. Hasan Ergün ve Kemal Aydın örgüt üyeliğinden 12 yıl 6 ay ceza aldı. Sanıklardan biri itirafçı olup Pişmanlık Yasası’ndan yararlandı. Üç sanık beraat etti, 11’i aftan yararlandı. Yargıtay, davanın yeniden görülmesine karar verdi. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dün görülen ve Ergün’ün avukatı ile sanık Abdülcelil Kaçmaz’ın katıldığı duruşma son savunmaların alınması için 25 nisana ertelendi. 

“HÂLÂ BİLMİYORUZ” 

PATLAMADA ablasını yitiren yazar Cüneyt Cebenoyan (46), 1999 depremin de de Yalova’da annesi Tuncay Hanım, babası Hikmet Bey ve 20 aylık oğlu Ali’yi kaybetti. “Patlama öncesi İBDA-C yılbaşında Taksim’deki içkili yerleri bombalayacağını söylüyordu. İlk onlar suçlandı. Sonra başbakan Çiller alelacele Yakaladık’ dedi. Suçlular, PKK’lı çıktı. Hâlâ orayı bombalayanlar hakkında kesin bilgimiz yok” diyen Cebenoyan sözlerini şöyle sürdürüyor: 

“DEVLETİ KIZDIRDIK” 

SORUŞTURMA düzgün yapılmadı. Otelin güvenlik kameralarını kontrol etmek akıllarına geldiğinde bir yıl geçmişti. Otel yönetimi ‘Biz görüntüleri sildik’ dedi. Şu an suçlunun kim olduğu değil, gerçek suçlu olup olmadığı önemli. Davaya müdahil olmadık. Babam ‘Bu kişileri kızdırmayalım’ dedi. Bir ara devleti kızdırdık. Emniyetten telefon geldi, ‘Suçluyu bulduk, artık konuşmayın, konu kapandı’ diye. Keşke devlete dava açsaydım. 

TARİH:  13 Ağustos 2017
GAZETE/DERGİ: HT

Kübra Par RÖPORTAJI

BİRGÜN YAZARI VE SİNEMA ELEŞTİRMENİ CUNEYT CEBENOYAN: 

 ‘ABLAMIN KATİLİ PKK MAHALLEMDE SAYGI GÖRÜYOR’ 

TÜRKİYE 3 gündür Trabzon’da PKK’lı teröristlerin öldürdüğü 15 yasındaki Eren’e ağlıyor. Yıllar önce benzer bir acıyı BirGün yazarı sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan da yaşamıstı. Ablası arkeolog Yasemin Cebenoyan, PKK’lı bir teröristin 30 Aralık 1994’te Taksim The Marmara Oteli’nin altındaki pastaneye koyduğu bombanın patlaması sonucu can vermişti. Aynı saldırıda yazar Onat Kutlar da hayatını kaybetmişti. 

Cüneyt Cebenoyan, geçen hafta sosyal medya hesaplarında yönetmen Fatih Akın’ın Rojava’daki YPG’lileri konu alan yeni film projesini eleştiren bir yazı kaleme aldı ve Türk solu içindeki belli bir kesimin PKK ile arasına yeterince mesafe koyamadığını dile getirdi. 

Cebenoyan’ın “Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir. Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez. PKK ablanızı öldürür. Tek talebiniz özür dilenmesi olur. Dilemezler ama talep eden olarak siz ırkçısınızdır diye devam eden sözleri, özellikle sol çevrelerde büyük yankı uyandırdı. 

Cebenoyan ile buluşup hem PKK’ya ve Fatih Akın’a yönelik eleştirilerinin nedenini hem de ablası Yasemin Cebenoyan’ın hikâyesini sordum… 

KP: Fatih Akın için “Çaptan düşmeye başlayınca, kendisini kabul ettirmek için ya soykırım üzerine bir şeyler söyler ya Kürt meselesine dalar demişsiniz. “Fatih Akın tribüne oynuyor” demek mi istiyorsunuz? 

CC: Genelleme yaparak biraz haksızlık da etmiş olabilirim ama bir sanatçı içinde yaşadığı topluma ters gelebilecek, kendisini riske atacak şeyler söyleyebilmeli. Fatih Akın bunu yapmıyor. Tam tersine Almanya gibi soykırım tasarısını kabul etmiş bir ülkede soykırım filmi yapıyor. Tribüne oynamak budur, çünkü senden beklenen budur. Elbette çok büyük bir felaket yaşanmış, bu konuda kuşkum yok ama Almanya’nın bu tasarıyı geçirmesinde başka niyetler olduğunu düşünüyorum. Alman medyasında PYD, insan hakları için mücadele eden şahane bir örgütmüş gibi yazılıyor. Ama ben bunun geçmişini de Türkiye’de neler yaptığını da biliyorum. Sivilleri öldürmese sorun ortadan kalkacak mı? Sen ne hakla askere giden çocukları öldürürsün? Ne hakla maça gelmiş polisleri öldürürsün? Bunlar yargısız infazlardır, cinayettir. Adını koymak lazım. 

KP: Fatih Akın’ın “Rojava” adlı yeni filmine, “CIA’nın emrindeki örgüt devrim yaparsa Fatih Akın da sinema yapar. Akın’ın yeni filmi “Rojava’. Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir” diyerek tepki gösterdiniz. Ne demek istediniz? 

CC: Açık aslında ne dediğim. Fatih Akın’ın yeni projesini tanıtma aracı, YPG’nin bir propaganda posteri. Bir sanatçının bir siyasi hareketle bu kadar mesafesiz olması, zaten temelde yanlış bir şeydir. Kaldı ki sen bunu YPG ile yapıyorsun. YPG’nin PKK ile aynı şey olduğu açık. YPG’nin IŞİD’e karşı kendi toprağını savunmasını ben de destekledim ama olay orada kalmadı ki. Şu anda YPG, Amerikan ordusuyla birlikte Kürtlere ait olmayan köyleri ve kasabaları işgal ediyor. Mesela Hıristiyanların terk ettikleri köylere, kasabalara girip oradaki mallara, mülklere el koyuyor. YPG’nin ya da PKK’nın devrimcilik sıfatını hak ettiğini düşünmüyorum. Devrimcilik Amerikan karargâhlarında yapılmaz. 

KP: “Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler’ derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez” demişsiniz. Sol entelektüel kesim içinde PKK’yı özgürlük savaşçısıymış gibi görenler ve hatta böyle görmeyenlere mahalle baskısı uygulayanlar mı var? 

CC: Solda belli kesimler arasında PKK’yı ve PYD’yi idolleştirme durumu var. Ama derler ya: “PKK, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkencelerden dolayı ortaya çıktı.” Eğer PKK mağduriyetin bir sonucuysa ve dolayısıyla makul görülmesi gerekiyorsa IŞID’i de makul gör, çünkü o da bir mağduriyetin sonucu. O da Irak’ta yıllarca sürdürülen ambargo, işgal, ardından Libya’nın yıkılışı ve Suriye’de olanların sonucu… Ama elbette IŞİD’in savunulacak bir yanı yok. İntikam hakkı diye bir hak yok. Ben silahlı mücadeleye hiçbir zaman inanmadım. 

PKK’nın ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum. Nasıl bir vahşet uyguladıklarını duyuyorduk. Burun kesmeler, kulak kesmeler, infazlar… Ve bunları yaptıkları insanlar solculardı. Kendilerine alan açmak için alternatif bütün muhalefeti şiddetle yok ettiler. Kimse PKK’dan yana değildi. Tuhaf, satanist bir örgüt muamelesi görüyordu. O zamanlar daha 1984’teki meşhur karakol baskınını yapmamışlardı. O sırada ben 12 Eylül cuntasını eleştirdiğim için 

hapisteydim ve Dev-Yol ve Dev-Sol’cularla kalıyordum. O ana kadar PKK neredeyse sapık bir örgüt olarak görülürken, devlete karşı bir saldırı gerçekleştirdiğinde sol örgütlerin takdirini kazandı. 

KP: Peki, Kürtlerin demokratik haklarını desteklemekle ve hatta HDP’yi desteklemekle PKK’yı desteklemek arasına yeterince kalın bir çizgi çekilemediği oluyor mu? 

CC: Evet, kesinlikle! Ben, PKK’nin bırakın demokratikleşmeye katkısı olduğunu, engellediğini düşünüyorum. PKK başından beri bir ölüm makinesi olarak çalışıyor. Bugüne kadar insan öldürmekten başka ne yaptı? Sürekli milliyetçiliği ve militarizmi körükledi. Neyi savunduğunu bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bugün ABD’yle ve CIA ile bu kadar yakın ilişkileri varsa bunun geçmişi ne zamana kadar uzanıyor? Elbette Kürtlerin sorunları var. 1938’de Dersim’de korkunç bir katliam yapılmış örneğin. Yıllarca “Kürt diye bir şey yoktur” denilmiş. Faili meçhul cinayetler işlenmiş ama bunlar PKK vahşetini meşru kılmaz. Türkiye’de ezilen, baskı gören ya da zulme uğrayan bir tek Kürtler değil. Ama böyle davranan bir tek PKK… 

KP: Aslında bütün bu tartışmanın temelinde sizin kalbinizde yatan bir acı var. 30 Aralık 1994’te Onat Kutlar’ın can verdiği Taksim The Marmara Oteli’nin andaki Opera Pastanesi’ndeki patlamada, siz de kız kardeşiniz Yasemin Cebenoyan’ı kaybetmiştiniz. O gün ne olmuştu? Yasemin Hanım kimdi? 

CC: Yasemin, 37 yaşında bir arkeolog ve rehberdi. 29 Aralık’ta ailece doğum gününü kutlamıştık. Ertesi gün bir arkadaşı hediyesini vermek için davet etmiş, Onat Kutlar da Filiz Hanım ile evlilik yıldönümlerini kutlamak için oradaymış. Portmantoya asili bir paltonun cebindeki bomba patlatılmış. Onat Kutlar’ın şahsını hedef alan bir eylem değil, sivilleri hedef alan bir patlamaydı. Olaydan kısa bir süre sonra bir PKK’lının yakalandığı açıklandı. Açıkçası ben başta inanmadım. Çünkü IBDA-C adlı örgütün yayın organında yılbaşı gecesini zehir edeceklerine dair ifadeler kullanılmıştı. Dolayısıyla olağan şüpheli olarak PKK’ya yıkıldığını düşündüm. Fakat sonra gelişmeler IBDA-C olmadığını gösterdi. Sultanahmet Meydanı’na bırakılan bir bombalı aracın takibi sonucu Deniz Demir adında bir PKK’lı yakalandı ve Taksim’deki bombayı da kendisinin koyduğunu itiraf etti. Benzer araçlarla benzer eylemler yapmış bir kişi, “Ben yaptım” diyor. IBDA-C’nin böyle bir eylem gerçekleştirdiğine dair kanıt yok. Kaldı ki PKK çıkıp da ‘Biz yapmadık’ demedi.

KP: Ama Onat Kutlar’ın ölümünden bahsedilirken ‘PKK yaptı’ denilmiyor. Bu gerçeği bir tek Türk solcusu ve liberali kabul etmiyor’ diyorsunuz…

CC: Onat Kutlar’ın kimliği belli. Aydın, solcu, laik bir Cumhuriyet Gazetesi yazarı. Sanki eylem ona yönelik bi suikastmış ve dinci faşizan bir örgüt tarafından hedef alınmış gibi yazılıp çiziliyor. Ama öyle değil. Onat Kutlar’ın ölümü tamamen tesadüf. O sandalyede değil de başkasında oturuyor olsaydı başına bir şey gelmeyecekti. Ayrıca bu eylem yılbaşı gecesi yapılmadı ki, bir gün öncesi… “Bu işi IBDA-C yaptı” gibi bir imaj vermeye çalışanlar var. Peki, onların adına kim yaptı? IBDA-C diye bir kişi yok ki… PKK’lı Deniz Demir, “Ben yaptım” diyor.

KP: Onat Kutları PKK’nin değil de dinci IBDA-C’nin öldürdüğünü düşünmek daha mı çok işine geliyor birilerinin? 

CC: Kesinlikle öyle. Sağ, İslamcı örgütler üzerine çalışmalar yapan, aralarında Ruşen Çakır’ın da olduğu uzmanlarla konuştum. “Kesinlikle PKK’dır. IBDA-C’nin bunu yapabilecek ne gücü ne de örgütlenmesi var” dediler. PKK’nın buna benzer eylemleri zaten var, Kuşadası’nda minibüs infilak ettirmek, Sultanahmet’e bombalı araç bırakmak, Mavi Çarşı, Çetinkaya Mağazaları, daha bir sürü saldırı… Bakın, bu benim kişisel meselem değil. Ablam olmasa da bu adamlar bunları yapıyor ve buna karşı çıkmak lazım ama ben her sesimi çıkardığımda sopa gösterildi. TÜRK SOLU KENDİNİ PKK’DAN AYRIŞTIRMALI. PKK’nın öldürdüğü devrimci öğretmenler karşısında solun suskunluğu malumdur. Türk solu kendini PKK’dan ayrıştırmadığı müddetçe bence kitleselleşme şansı yok. Elbette Türk solu içinde böyle olmayanlar da var ama PKK ve sol aynı şeylermiş gibi bir izlenim verenler de var. 

KP: PKK’dan direkt tehdit aldığınız oldu mu? 

CC: Direkt tehdit nedir bilmiyorum ama aldım. Adları sanları belli, HDP Şişli İlçe Örgütü Yönetim Kurulu üyelerinden Pınar Yiğitoğulları bana Messenger’dan, “Hesabını soracağız” falan diye tehdit ve hakaret etti. 170 tane ortak arkadaşımız var. Bu benim mahallemden birisi ve bana hakaret ediyor beni tehdit ediyor. Mahkemeye versem basına işler açılacak. Böyle şeyleri nasıl yapabiliyorlar, anlamıyorum. 

KP: Bir yazınızda, “Ablam Yasemin yaşasaydı, oyunu HDP’ye verirdi” demişsiniz. HDP’ye oy veriyor musunuz? Yoksa ablanızın farklı bir politik çizgisi mi vardı? 

CC: HDP’ye 3 kez oy verdim. Hem de “Benden HDP’ye oy vermemi nasıl beklersiniz?” diye kendi mahalleme seslenen bir yazı yazdıktan sonra oy verdim. 

KP: Tereddüt etmiş miydiniz? 

CC: Tabii ettim, hiçbir zaman içim huzur bulmadı. Katliam bombacılarının cenazelerini sırtında taşıyan HDP’li yöneticilerin ihraç edilmediğini gördükten sonra da artık oy vermem. O zaman da PKK ile HDP|arasında bir bağ olduğunu bilmiyor muyduk? Ama o dönemde Demirtaş’ın çok pozitif söylemi vardı. Açıkçası ablamınki gibi başka cinayetler olmasın, siyaset, siyaset meydanında, Meclis’te yapılsın diye, içimde bin tane kavga sürerek gittim HDP’ye oy verdim. Bir yandan da benim bütün çevrem, bütün mahallem HDP’ye oy veriyordu. 

KP: Peki o mahallenin şimdiki fikri nasıl? PKK’ya artık tepki gösteriyorlar mı? 

CC: Hayır, pek değişen bir şey yok. Bunlar kolay kolay değişen şeyler değil. Çünkü arkasında anlık karalar falan yok, dünyaya bakış açısı var. PKK’nın Marksist bir örgüt olduğu sanılıyor ama milliyetçi bir örgüt. En başından beri iktidar isteyen bir örgüt. Orada Karayılan gibi, Öcalan gibi kendi iktidarını isteyen adamlar var. Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun Türkiye’den kopmayı ve bağımsız bir devlet olmayı istediğini zannetmiyorum. Benim mahallemin. PKK’yı hoş görmesinin üzerimde çok ciddi psikolojik olumsuz etkileri var. Mahallenizde bir katil var ve o katil ablanızı öldürmüş, çevrede dolaşıyor. Onunla her gün karşılaşıyorsunuz ve mahalledeki herkes ona saygı gösteriyor. Tecavüzcünüzün ortalıkta dolaştığını ve saygı gördüğünü düşünün, nasıl hissedersiniz? Bunun gibi bir durum. Bunu en yakınlarım bile anlamıyor. 

KP: Ablanız Yasemin arkasında nasıl bir hayat bıraktı, aileniz nasıl etkilendi? 

Müthiş sarsıldık. Babamın işi falan vardı, kendisini başka alanlarda var edebiliyordu ama 

annem çok korkunç etkilendi. O güne kadar çok dindar olmayan annem, kendini dine verdi. Günlerini dua kitapları, Yasin okumakla geçirdi. 

CÜNEYT CEBENOYAN KİMDİR?

✓ Sinema eleştirmeni, radyo programcısı ve oyuncu. 

✓ BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema eleştirileri yazıyor. 

✓ Avusturya Lisesi ve Boğaziçi Ekonomi mezunu. 

✓ 1984’te 12 Eylül darbesine ve 1982 Anayasası’na karşı çıktığı için tutuklandı, 14 ay hapis yattı. 

✓ Express ve Roll dergilerinde yazılar yazdı, CNN Türk’te çalıştı. Açık Radyo’da Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll, Ahtapotun Bahçesi ve Erguvani İstimbot gibi programlar yaptı. 

✓ ‘Hayatboyu’, ‘Gözümün Nuru’, ‘Dar Elbise’ ve ‘Çıplak Gerçek’ filmlerinde oynadı. 

✓ Eşi Ayşegül Cebenoyan anne-baba koçu ve çevirmen. 

✓ 1999 depreminde 2 yaşındaki oğlunu ve anne-babasını kaybetti. 

✓ Elif adında 15 yaşındaki kızı Avusturya Lisesi’nde okuyor. 

✓ 1994’te Taksim’deki PKK saldırısında hayatını kaybeden kız kardeşi Yasemi Cebenoyan, St. Benoit’den mezun olduktan sonra önce Fransız dili ve edebiyatı, sonra arkeoloji okumuştu. Arkeolog olarak kadro bulamadığı için rehber olarak çalışıyordu. 

DERAN ÖZER ile SÖYLEŞİ – Seks İsyanları

Tarih: 29 Nisan 5 Mayıs 2004

 Gazete/Dergi: Haftalık 

2003 yılında Türkçeye çevrilerek Ayrıntı Yayınevi tarafından yayınlanan Seks İsyanları, Muzır Kurulu tarafından müstehcen bulundu ve toplatıldı. Kurulun gerekçesi, ”Saldırganlığın, tecavüzün, ensest ve homoseksüel ilişkinin olağan ilişkiler gibi gösterilerek meşrulaştırıldığı, cinsel organlardan ve ilişkilerden bahsedilirken kelimelerde başkalaştırmaya gidilmeden oldukça kaba bir anlatım tarzının benimsendiği müşahede edilmiştir” şeklindeydi.

Nisan ayında Türk Ceza Kanunu (TCK) tasarısı üzerinde çalışan TBMM Adalet Komisyonu, müstehcen yayınları düzenleyen maddeyi değiştirdi. Yapılan değişiklikle ”bilimsel eserler” konusundaki istisnaya gerek duyulmaması, müstehcenlik konusunda tartışma başlatmıştı. Komisyon bu düzenlemeyi yaparken Avrupa Birliği Uyum Çalışmaları çerçevesinde Yedinci Uyum Paketi’nde TCK’nın bu maddesine eklediği, ”Bilim ve sanat eserleri ile edebi değere sahip olan eserler bu madde kapsamı dışındadır” fıkrasını tamamen saf dışı bırakmış oluyordu. Komisyona göre bu değişiklik, ”müstehcenlikle ilgili denetimli bir serbestliği” getirecekti. Yani bilimsel çalışma değeri taşıyan bir yayın, eğer müstehcen bulunursa yasaklanabilecekti.

Seks İsyanları Muzır Kurulu’nun olumsuz raporuyla yasaklandı. Üstelik Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yüksek lisansını yaptığı ünlü Harvard Üniversitesi’nin yayını olmasına rağmen. Kitabın toplatılma kararı en çok Türkçe baskısının redaktörü Cüneyt Cebenoyan’ı şaşırttı. ”Seks İsyanları” kitabı ile tanışıklığı yayınlandığı yıla dayanan Cebenoyan’ın radyo programcılığına başlaması da bu kitabın sayesinde olmuş. Henüz hiçbir yıayınevi bu kitabı bilmezken Cebenoyan ”Seks İsyanları”n Amerika’dan getirtip bu kitap üzerine bir radyo programı hazırlamış. Yani Muzır Kurulu, henüz kitapla tanışmadan Açık Radyo müdavimleri 1996 yılında saat 19:00 – 20:00 arası ”Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll” programında büyük bir keyifle ”Seks İsyanları”nı dinliyordu.

Bu kitapla tanışma nasıl hikayesini anlatır mısınız?

Bu kitap 1995 yılında çıktı. O zaman yabancı dergilerden kitap hakkında yazılanları okumuştum. Kitabı getirttim ve okuyunca çok hoşuma gitti. Ve böylece aklıma kitap üzerine bir radyo programı hazırlama fikri geldi. Açık Radyo’ya bu fikrimi önerdim ve kabul edildi. ”Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll” adlı programı Açık Radyo’da yapmaya başladım. Benim radyo sunuculuğum bu kitapla başlamış oldu. Programı iki arkadaşımla birlikte yapıyorduk. Uzun bir süre de bu program devam etti. Programda kitabı Türkçeye çeviriyorduk ve kitapta sözü edilen şarkıları çalıyor, üzerine söylenenleri aktarıyorduk. Mesela Rolling Stones’la ilgili bölümleri önce Türkçe anlatıyorduk, sonra da o şarkıyı çalıyorduk. O süreç boyunca kitapla ilgili herhangi bir sorun çıkmamıştı.

Muzır Kurulu neden bu kitabı müstehcen buldu?

Açıkçası ben Muzır Kurulu’nun kararını görmedim. Ama bazı başlıkları biliyorum. Mesela bir yerde gitarist Donita Sparks’ın tamponunu vajinasından çıkartıp kalabalığa fırlatmasından bahsediliyor. Müstehcenliğin gerekçesi olarak bu gösteriliyor. Herşeyden önce akademik bir kitap bu. Tersliğin başladığı nokta orası. Çünkü bilimsel çalışmaların Muzır Kurulu’nun yargılarından muaf olması gerekiyor. Edebi yetersizlikten söz ediyorlar… Bu kitap bir roman ya da deneme değil; bir bilimsel çalışma. İçinde birçok dipnotun olduğu, birçok kitaba gönderme yapan ciddi, akademik bir çalışma.

Kitapta neyin araştırılması yapılmış? 

Kitap rock’ı ciddi bir biçimde eleştiriyor. Ama eleştiri dışarıdan bir bakışla gerçekleşmiyor. Kitabın yazarları rock müziğini seven insanlar. Simon Reynolds zaten bir rock müziği yazarı. Dolayısıyla dışarıdan kuru bir akademik bakışla batmıyor müziğe. Sevdiği adamları daha derinlemesine analiz ediyor. Belki ipliğini pazara çıkarıyor ama yine de sevmeye devam ediyor. Bırakın müstehcenliği, ben bu kitap için feminist diyebilirim. Erkeklerin yaptığı rock’ı incelerken kitap iki bölüme ayırıyor konuyu: Misogyny (kadın düşmanlığı) ve psikodelik müzik. Psikodelik bölümde anneyi yüceltme, anne rahmine dönme isteği ağır basıyor. Yani iki akım var; biri kadın düşmanı, diğeri de ana kuzusu. Üçüncü bölümde ise kadın rock’çıların kendi seslerini bulma çabalarından söz ediliyor. Rock müziğinin neredeyse itici güçlerinden birinin kadın düşmanlığı olduğunu iddia ediyor. Bunun kökenlerine giderek, ”beat kuşağı”ndan başlayıp bugüne getiriyor.

Rock kültürü önce kadına karşı sonra kadın yanlısı bir görüşür mü simgeliyor ?

Rock müzik başkaldırının müziğidir ve düzenin değer yargılarına karşıdır fikrine ayrımı ortaya koyuyor. Asinin Hedonist (hazcı) olarak portresini çiziyor. Rock’çılar aslında düzene kökünden karşı değil, keyiflerinin yerine gelmesini istiyor. Bu durum da kendini en çok kadın-erkek ilişkilerinde gösteriyor. Gayet maço, ataerkil bir konum edinebiliyor rock’çı. Tipik bir erkek oluyor. Kitap bu ayrımı koyuyor. Bence popüler kültüre ilgi duyan herkes bu kitabı okumalı.

”Seks İsyanları”nın yazarları Muzır Kurulu’nun kararı hakkında ne düşünüyor?

Simon Reynolds’la bu ara sık sık yazışmaya başladım. Neyi müstehcen bulduklarını o da çok merak ediyor ve şaşırmış durumda. O da bunun akademik bir kitap olduğunu ve okullarda öğrencilere okuttuklarını söylüyor ki Amerika çok serbest bir yer değil ve giderek daha yasakçı bir yer haline geliyor. Harvard University Press’ten kitap çıkarmak kolay bir şey değil. Muzır Kurulu’nun koca bir çalışmayı aşağıladığını düşünüyorum. İnsanları tahrik etmek için yazılmış bir kitap olmadığı çok aşikar. Bu kitap kadınları aşağılamıyor; aşağılayanları eleştiriyor. Dolayısıyla bu kitabın savunulması gerek. Ben Muzır Kurulu’nun bu kitabı anladığını zannetmiyorum. Birkaç yerde birkaç cinsel organ adı geçmişse herhalde bunları sakıncalı görmüşler. Mesela Jim Morrison’ın annesiyle yatmak istediğini söylediği bir lafı vardır. Filminde de gösterilmiştir ve bu film bizim televizyonlarımızda da gösterildi. Neyi yasakladıklarını anlamıyorum. İngilizce halinde durursa sorun yok herhalde.

Günümüz rock’çıların değerlendirebileceğiniz şarkı sözleri var mı?

Nazan Öncel’in enteresan sözleri vardı Demir Demirkan’la yaptığı albümünde. Babasının kendisine yaptığı tacizleri anlatıyordu. Ona da çok şiddetli bir tepki olmuştu. Duman’ı dinliyorum ve onlarda da maçoluk var mesela. Şimdi rock müzik deyince akla ilk gelen isim Radiohead. Ben onları aseksüel buluyorum. Hatta bir demeçlerinde ”Bizde testosteron eksikliği var” demişlerdi. 

BİRGÜN YAZARI VE SİNEMA ELEŞTİRMENİ CUNEYT CEBENOYAN: ‘ABLAMIN KATİLİ PKK MAHALLEMDE SAYGI GÖRÜYOR’

TARİH:  13 Ağustos 2017
GAZETE/DERGİ: HT

Kübra Par RÖPORTAJI

TÜRKİYE 3 gündür Trabzon’da PKK’lı teröristlerin öldürdüğü 15 yasındaki Eren’e ağlıyor. Yıllar önce benzer bir acıyı BirGün yazarı sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan da yaşamıstı. Ablası arkeolog Yasemin Cebenoyan, PKK’lı bir teröristin 30 Aralık 1994’te Taksim The Marmara Oteli’nin altındaki pastaneye koyduğu bombanın patlaması sonucu can vermişti. Aynı saldırıda yazar Onat Kutlar da hayatını kaybetmişti. 

Cüneyt Cebenoyan, geçen hafta sosyal medya hesaplarında yönetmen Fatih Akın’ın Rojava’daki YPG’lileri konu alan yeni film projesini eleştiren bir yazı kaleme aldı ve Türk solu içindeki belli bir kesimin PKK ile arasına yeterince mesafe koyamadığını dile getirdi. 

Cebenoyan’ın “Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir. Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez. PKK ablanızı öldürür. Tek talebiniz özür dilenmesi olur. Dilemezler ama talep eden olarak siz ırkçısınızdır diye devam eden sözleri, özellikle sol çevrelerde büyük yankı uyandırdı. 

Cebenoyan ile buluşup hem PKK’ya ve Fatih Akın’a yönelik eleştirilerinin nedenini hem de ablası Yasemin Cebenoyan’ın hikâyesini sordum… 

KP: Fatih Akın için “Çaptan düşmeye başlayınca, kendisini kabul ettirmek için ya soykırım üzerine bir şeyler söyler ya Kürt meselesine dalar demişsiniz. “Fatih Akın tribüne oynuyor” demek mi istiyorsunuz? 

CC: Genelleme yaparak biraz haksızlık da etmiş olabilirim ama bir sanatçı içinde yaşadığı topluma ters gelebilecek, kendisini riske atacak şeyler söyleyebilmeli. Fatih Akın bunu yapmıyor. Tam tersine Almanya gibi soykırım tasarısını kabul etmiş bir ülkede soykırım filmi yapıyor. Tribüne oynamak budur, çünkü senden beklenen budur. Elbette çok büyük bir felaket yaşanmış, bu konuda kuşkum yok ama Almanya’nın bu tasarıyı geçirmesinde başka niyetler olduğunu düşünüyorum. Alman medyasında PYD, insan hakları için mücadele eden şahane bir örgütmüş gibi yazılıyor. Ama ben bunun geçmişini de Türkiye’de neler yaptığını da biliyorum. Sivilleri öldürmese sorun ortadan kalkacak mı? Sen ne hakla askere giden çocukları öldürürsün? Ne hakla maça gelmiş polisleri öldürürsün? Bunlar yargısız infazlardır, cinayettir. Adını koymak lazım. 

KP: Fatih Akın’ın “Rojava” adlı yeni filmine, “CIA’nın emrindeki örgüt devrim yaparsa Fatih Akın da sinema yapar. Akın’ın yeni filmi “Rojava’. Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir” diyerek tepki gösterdiniz. Ne demek istediniz? 

CC: Açık aslında ne dediğim. Fatih Akın’ın yeni projesini tanıtma aracı, YPG’nin bir propaganda posteri. Bir sanatçının bir siyasi hareketle bu kadar mesafesiz olması, zaten temelde yanlış bir şeydir. Kaldı ki sen bunu YPG ile yapıyorsun. YPG’nin PKK ile aynı şey olduğu açık. YPG’nin IŞİD’e karşı kendi toprağını savunmasını ben de destekledim ama olay orada kalmadı ki. Şu anda YPG, Amerikan ordusuyla birlikte Kürtlere ait olmayan köyleri ve kasabaları işgal ediyor. Mesela Hıristiyanların terk ettikleri köylere, kasabalara girip oradaki mallara, mülklere el koyuyor. YPG’nin ya da PKK’nın devrimcilik sıfatını hak ettiğini düşünmüyorum. Devrimcilik Amerikan karargâhlarında yapılmaz. 

KP: “Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler’ derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez” demişsiniz. Sol entelektüel kesim içinde PKK’yı özgürlük savaşçısıymış gibi görenler ve hatta böyle görmeyenlere mahalle baskısı uygulayanlar mı var? 

CC: Solda belli kesimler arasında PKK’yı ve PYD’yi idolleştirme durumu var. Ama derler ya: “PKK, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkencelerden dolayı ortaya çıktı.” Eğer PKK mağduriyetin bir sonucuysa ve dolayısıyla makul görülmesi gerekiyorsa IŞID’i de makul gör, çünkü o da bir mağduriyetin sonucu. O da Irak’ta yıllarca sürdürülen ambargo, işgal, ardından Libya’nın yıkılışı ve Suriye’de olanların sonucu… Ama elbette IŞİD’in savunulacak bir yanı yok. İntikam hakkı diye bir hak yok. Ben silahlı mücadeleye hiçbir zaman inanmadım. 

PKK’nın ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum. Nasıl bir vahşet uyguladıklarını duyuyorduk. Burun kesmeler, kulak kesmeler, infazlar… Ve bunları yaptıkları insanlar solculardı. Kendilerine alan açmak için alternatif bütün muhalefeti şiddetle yok ettiler. Kimse PKK’dan yana değildi. Tuhaf, satanist bir örgüt muamelesi görüyordu. O zamanlar daha 1984’teki meşhur karakol baskınını yapmamışlardı. O sırada ben 12 Eylül cuntasını eleştirdiğim için 

hapisteydim ve Dev-Yol ve Dev-Sol’cularla kalıyordum. O ana kadar PKK neredeyse sapık bir örgüt olarak görülürken, devlete karşı bir saldırı gerçekleştirdiğinde sol örgütlerin takdirini kazandı. 

KP: Peki, Kürtlerin demokratik haklarını desteklemekle ve hatta HDP’yi desteklemekle PKK’yı desteklemek arasına yeterince kalın bir çizgi çekilemediği oluyor mu? 

CC: Evet, kesinlikle! Ben, PKK’nin bırakın demokratikleşmeye katkısı olduğunu, engellediğini düşünüyorum. PKK başından beri bir ölüm makinesi olarak çalışıyor. Bugüne kadar insan öldürmekten başka ne yaptı? Sürekli milliyetçiliği ve militarizmi körükledi. Neyi savunduğunu bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bugün ABD’yle ve CIA ile bu kadar yakın ilişkileri varsa bunun geçmişi ne zamana kadar uzanıyor? Elbette Kürtlerin sorunları var. 1938’de Dersim’de korkunç bir katliam yapılmış örneğin. Yıllarca “Kürt diye bir şey yoktur” denilmiş. Faili meçhul cinayetler işlenmiş ama bunlar PKK vahşetini meşru kılmaz. Türkiye’de ezilen, baskı gören ya da zulme uğrayan bir tek Kürtler değil. Ama böyle davranan bir tek PKK… 

KP: Aslında bütün bu tartışmanın temelinde sizin kalbinizde yatan bir acı var. 30 Aralık 1994’te Onat Kutlar’ın can verdiği Taksim The Marmara Oteli’nin andaki Opera Pastanesi’ndeki patlamada, siz de kız kardeşiniz Yasemin Cebenoyan’ı kaybetmiştiniz. O gün ne olmuştu? Yasemin Hanım kimdi? 

CC: Yasemin, 37 yaşında bir arkeolog ve rehberdi. 29 Aralık’ta ailece doğum gününü kutlamıştık. Ertesi gün bir arkadaşı hediyesini vermek için davet etmiş, Onat Kutlar da Filiz Hanım ile evlilik yıldönümlerini kutlamak için oradaymış. Portmantoya asili bir paltonun cebindeki bomba patlatılmış. Onat Kutlar’ın şahsını hedef alan bir eylem değil, sivilleri hedef alan bir patlamaydı. Olaydan kısa bir süre sonra bir PKK’lının yakalandığı açıklandı. Açıkçası ben başta inanmadım. Çünkü IBDA-C adlı örgütün yayın organında yılbaşı gecesini zehir edeceklerine dair ifadeler kullanılmıştı. Dolayısıyla olağan şüpheli olarak PKK’ya yıkıldığını düşündüm. Fakat sonra gelişmeler IBDA-C olmadığını gösterdi. Sultanahmet Meydanı’na bırakılan bir bombalı aracın takibi sonucu Deniz Demir adında bir PKK’lı yakalandı ve Taksim’deki bombayı da kendisinin koyduğunu itiraf etti. Benzer araçlarla benzer eylemler yapmış bir kişi, “Ben yaptım” diyor. IBDA-C’nin böyle bir eylem gerçekleştirdiğine dair kanıt yok. Kaldı ki PKK çıkıp da ‘Biz yapmadık’ demedi.

KP: Ama Onat Kutlar’ın ölümünden bahsedilirken ‘PKK yaptı’ denilmiyor. Bu gerçeği bir tek Türk solcusu ve liberali kabul etmiyor’ diyorsunuz…

CC: Onat Kutlar’ın kimliği belli. Aydın, solcu, laik bir Cumhuriyet Gazetesi yazarı. Sanki eylem ona yönelik bi suikastmış ve dinci faşizan bir örgüt tarafından hedef alınmış gibi yazılıp çiziliyor. Ama öyle değil. Onat Kutlar’ın ölümü tamamen tesadüf. O sandalyede değil de başkasında oturuyor olsaydı başına bir şey gelmeyecekti. Ayrıca bu eylem yılbaşı gecesi yapılmadı ki, bir gün öncesi… “Bu işi IBDA-C yaptı” gibi bir imaj vermeye çalışanlar var. Peki, onların adına kim yaptı? IBDA-C diye bir kişi yok ki… PKK’lı Deniz Demir, “Ben yaptım” diyor.

KP: Onat Kutları PKK’nin değil de dinci IBDA-C’nin öldürdüğünü düşünmek daha mı çok işine geliyor birilerinin? 

CC: Kesinlikle öyle. Sağ, İslamcı örgütler üzerine çalışmalar yapan, aralarında Ruşen Çakır’ın da olduğu uzmanlarla konuştum. “Kesinlikle PKK’dır. IBDA-C’nin bunu yapabilecek ne gücü ne de örgütlenmesi var” dediler. PKK’nın buna benzer eylemleri zaten var, Kuşadası’nda minibüs infilak ettirmek, Sultanahmet’e bombalı araç bırakmak, Mavi Çarşı, Çetinkaya Mağazaları, daha bir sürü saldırı… Bakın, bu benim kişisel meselem değil. Ablam olmasa da bu adamlar bunları yapıyor ve buna karşı çıkmak lazım ama ben her sesimi çıkardığımda sopa gösterildi. TÜRK SOLU KENDİNİ PKK’DAN AYRIŞTIRMALI. PKK’nın öldürdüğü devrimci öğretmenler karşısında solun suskunluğu malumdur. Türk solu kendini PKK’dan ayrıştırmadığı müddetçe bence kitleselleşme şansı yok. Elbette Türk solu içinde böyle olmayanlar da var ama PKK ve sol aynı şeylermiş gibi bir izlenim verenler de var. 

KP: PKK’dan direkt tehdit aldığınız oldu mu? 

CC: Direkt tehdit nedir bilmiyorum ama aldım. Adları sanları belli, HDP Şişli İlçe Örgütü Yönetim Kurulu üyelerinden Pınar Yiğitoğulları bana Messenger’dan, “Hesabını soracağız” falan diye tehdit ve hakaret etti. 170 tane ortak arkadaşımız var. Bu benim mahallemden birisi ve bana hakaret ediyor beni tehdit ediyor. Mahkemeye versem basına işler açılacak. Böyle şeyleri nasıl yapabiliyorlar, anlamıyorum. 

KP: Bir yazınızda, “Ablam Yasemin yaşasaydı, oyunu HDP’ye verirdi” demişsiniz. HDP’ye oy veriyor musunuz? Yoksa ablanızın farklı bir politik çizgisi mi vardı? 

CC: HDP’ye 3 kez oy verdim. Hem de “Benden HDP’ye oy vermemi nasıl beklersiniz?” diye kendi mahalleme seslenen bir yazı yazdıktan sonra oy verdim. 

KP: Tereddüt etmiş miydiniz?

CC: Tabii ettim, hiçbir zaman içim huzur bulmadı. Katliam bombacılarının cenazelerini sırtında taşıyan HDP’li yöneticilerin ihraç edilmediğini gördükten sonra da artık oy vermem. O zaman da PKK ile HDP|arasında bir bağ olduğunu bilmiyor muyduk? Ama o dönemde Demirtaş’ın çok pozitif söylemi vardı. Açıkçası ablamınki gibi başka cinayetler olmasın, siyaset, siyaset meydanında, Meclis’te yapılsın diye, içimde bin tane kavga sürerek gittim HDP’ye oy verdim. Bir yandan da benim bütün çevrem, bütün mahallem HDP’ye oy veriyordu. 

KP: Peki o mahallenin şimdiki fikri nasıl? PKK’ya artık tepki gösteriyorlar mı? 

CC: Hayır, pek değişen bir şey yok. Bunlar kolay kolay değişen şeyler değil. Çünkü arkasında anlık karalar falan yok, dünyaya bakış açısı var. PKK’nın Marksist bir örgüt olduğu sanılıyor ama milliyetçi bir örgüt. En başından beri iktidar isteyen bir örgüt. Orada Karayılan gibi, Öcalan gibi kendi iktidarını isteyen adamlar var. Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun Türkiye’den kopmayı ve bağımsız bir devlet olmayı istediğini zannetmiyorum. Benim mahallemin. PKK’yı hoş görmesinin üzerimde çok ciddi psikolojik olumsuz etkileri var. Mahallenizde bir katil var ve o katil ablanızı öldürmüş, çevrede dolaşıyor. Onunla her gün karşılaşıyorsunuz ve mahalledeki herkes ona saygı gösteriyor. Tecavüzcünüzün ortalıkta dolaştığını ve saygı gördüğünü düşünün, nasıl hissedersiniz? Bunun gibi bir durum. Bunu en yakınlarım bile anlamıyor. 

KP: Ablanız Yasemin arkasında nasıl bir hayat bıraktı, aileniz nasıl etkilendi? 

Müthiş sarsıldık. Babamın işi falan vardı, kendisini başka alanlarda var edebiliyordu ama 

annem çok korkunç etkilendi. O güne kadar çok dindar olmayan annem, kendini dine verdi. Günlerini dua kitapları, Yasin okumakla geçirdi. 

CÜNEYT CEBENOYAN KİMDİR?

✓ Sinema eleştirmeni, radyo programcısı ve oyuncu. 

✓ BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema eleştirileri yazıyor. 

✓ Avusturya Lisesi ve Boğaziçi Ekonomi mezunu. 

✓ 1984’te 12 Eylül darbesine ve 1982 Anayasası’na karşı çıktığı için tutuklandı, 14 ay hapis yattı. 

✓ Express ve Roll dergilerinde yazılar yazdı, CNN Türk’te çalıştı. Açık Radyo’da Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll, Ahtapotun Bahçesi ve Erguvani İstimbot gibi programlar yaptı. 

✓ ‘Hayatboyu’, ‘Gözümün Nuru’, ‘Dar Elbise’ ve ‘Çıplak Gerçek’ filmlerinde oynadı. 

✓ Eşi Ayşegül Cebenoyan anne-baba koçu ve çevirmen. 

✓ 1999 depreminde 2 yaşındaki oğlunu ve anne-babasını kaybetti. 

✓ Elif adında 15 yaşındaki kızı Avusturya Lisesi’nde okuyor. 

✓ 1994’te Taksim’deki PKK saldırısında hayatını kaybeden kız kardeşi Yasemi Cebenoyan, St. Benoit’den mezun olduktan sonra önce Fransız dili ve edebiyatı, sonra arkeoloji okumuştu. Arkeolog olarak kadro bulamadığı için rehber olarak çalışıyordu. 

Söyleşi: Deniz İncedayı

Tarih: Güz 2013
Gazete/Dergi: mimar.ist

Bu sayımızda Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi tarafından bu yıl yedincisi düzenlenen İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nde de Seçici Kurul üyeliği yapan değerli sinema eleştirmeni, gazeteci/yazar Cüneyt Cebenoyan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Yayın Kurulu olarak farklı sanat ve tasarım alanlarından bakış ve görüşlere yer ayırırken mimarlık, kentsel planlama ve tasarım konuları ile sanat ve kültür dünyasının ilişkilerini vurgulamayı, ortak odaklar üzerine düşündürmeyi ve deneyimli bakışların katkılarını okuyucularımızla paylaşabilmeyi amaçlıyoruz. Bu anlayışla dergimizin 48. sayısında sinema, mekan, kültür, kent ve bellek üzerine gerçekleşen söyleşimizi sunuyoruz.

Deniz İncedayı: Sevgili Cüneyt Cebenoyan, söyleşimize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim öncelikle. Bugün sizinle kentsel sorunların böylesine yoğun olduğu bir dönemde özellikle sinemanın mekan ilişkisi, mimarlık ilişkisi, taşıdığı bellek değeri ve kesişen dilleri ve özellikleri üzerine konuşmayı düşündük. İstediğiniz noktadan başlayabiliriz, belki öncelikle sinema ve mimarlıkta mekan kavramından başlayabiliriz.
Cüneyt Cebenoyan: Teşekkürler. Ben ilk yapılan filmden başlayayım. ilk film, mekanı gösteren bir filmdi, Lumiere Kardeşlerin ‘Bir Trenin Gara Girişi’ adlı filmiydi. Mekan sinemanın temelini oluşturuyor. Hem filmi şekillendiriyor, bir filmde ana belirleyici olabiliyor mekan, hem de arka planı da oluşturuyor. Tabii aynı zamanda, zamanla da ilişki kuruyor. Tarkovski’nin ünlü bir sözü var: ‘Geçmişe dönülemez denilir, ama aslında biz geçmişe sinema sayesinde dönebiliriz. Çünkü belirli bir zamanı filmi alıp onu tekrar izlediğimizde o zamana geri dönmüş oluruz’ diyor. İşte bu tam da sinemanın yaptığı şey hakikaten. Geçmişte çekilmiş filmleri seyrettiğimizde, örneğin eski Türk filmlerini seyrettiğimizde, İstanbul Boğazı nasılmış, Taksim Meydanı nasılmış nasılmış ya da sadece şehirler dünya nasılmış görüyoruz. Sinema bunu bize gösteren mekanı hatırlamamızı sağlayan toplumsal belleği canlı tutan çok önemli bir araç. Alain Robbe-Grillet’nin ‘Ölümsüz’ (‘L’immortelle’, 1963), Maurice Pialat’nın 1964’te çektiği ‘Bosphore’, ‘Byzance’ ve ‘Corne d’Or’ gibi kısa filmleri İstanbul’un geçmişini çok güzel yansıtır. Tabii sayısız Türk filmi var İstanbul’da geçen, Halit Refiğ’in ‘Gurbet Kuşları’ gibi. Rus yönetmenler Sergei Yutkeviç ve Lev Oskaroviç Arnstam’ın yönettiği 1934 tarihli ‘Ankara – Türkiye’nin Kalbi’ (‘Ankara – Serdse Turtsii’) filmi gibi başka kentleri anlatan filmler de var ama sayıları daha az.

Bu açıdan bakıldığında, sinema mimarlık için de önemli bir belgeleme, arşivleme kaynağı, giderek koruma ve dönüşüm alanlarında önemli bir araç oluyor.
Sinema kendi mekanlarını da yaratıyor. Stüdyolarda çekilen filmler kendi mekanlarını, kendi ortamlarını yaratırlar. Ancak sinemanın mekanı farklı tabii, sinema mekanı bir bütün olarak gösteremiyor. Parçaları kurguda birleştirerek bir anlamda aslında tam da kendi mekanını kuruyor. Gerçek mekanı, mimariyi sinemadan tam olarak algılamak kolay değil, sinemadan görmek aslında orada olmak gibi bir şey değil, çünkü sinema kendi kısıtlı çerçevesi içinden parça parça gösterebiliyor. Kendi kurgu mekanı içinde de gerçek mekan içinde de bu böyle. Sinema, hem kendi mekanını yaratabiliyor, hem de gerçek bir mekandayken de o mekanı bir şekilde kendi mekanı haline getirebiliyor.

Örneğin tarihi uygunluğu sağlıyor, çevreyi kendi dönemine ait hale görsel olarak getirebiliyor. Cepheleri, donanımları, kostümleri, iklimi vb. her şeyi değiştirebiliyor…
Mümkün olduğunca bunu yapıyor. Tabii kentin değişimi buna elverdiği ölçüde. Birçok film konunun asıl geçtiği mekanda değil tarihi dokusunu korumuş benzer mekanlarda çekilebiliyor. Çekim açısıyla, çekmeyi seçtiği yerle bütünü göstermesi mümkün olmadığı için veya böyle bir amacı olmadığı için mekanı biraz kendi mekanında dönüştürüyor. Kentler üzerine çok sayıda film var, Roma, Paris kentlerinin adlarını birçok filmde görmek mümkün.

İstanbul’da var.
İstanbul’da var tabii. ‘Ah Güzel İstanbul’ (Atıf Yılmaz, 1966’da Ömer Kavur 1981’de) ‘Anlat İstanbul’ (2005; Ümit Ünal projesi) ve ‘Unutma Beni İstanbul’ (2011; Hüseyin Karabey projesi) gibi adında İstanbul geçen filmler var. Bir de belgeseller var tabii. Belgeseller başka bir kategori, onlar doğrudan doğruya şehri anlatabilirler. İmre Azem’in ‘Ekümenopolis’ örneği gibi, İstanbul’daki dönüşümü, İstanbul’un nereye doğru gittiğini, neo-liberal politikaların İstanbul’u nasıl tasarladığını, nasıl planladığını ve canlandırdığını anlatan çok özel ve güzel bir örnek açıkçası. Onun dışında da birçok başka belgesellerde kentsel dönüşümü, soylulaştırmayı, kamusal mekanı anlatıyorlar.

Siz de Seçici Kurul üyeliği yaptınız, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nin bu yıl yedincisi gerçekleşiyor. Uluslararası katılımlarla da son yıllarda önemli bir festival çalışmasına dönüştü sinema alanında. Festival katılımcıları arasında gerçekten kenti, dönüşümü, modernleşmeyi anlatan ve eleştirel bakan birçok ilginç film izledik. Başarılı gençlerin filmleri vardı dünyanın çeşitli ülkelerinden değil mi?
Evet son derece ilginç ve başarılı çalışmalar geldi. Uluslararası alanda özellikle Çin örneği, son derece ilginç. Çünkü Çin’de çok büyük, hızlı değişimler yaşanıyor. Örneğin Hubei eyaletinde ‘Üç Boğaz Barajı’ (Three Gorges Dam)  için milyonlarca insan yerinden yurdundan oluyor. Yerleşim yerleri baraj altında kalıyor ve orada çok büyük bir hızda kentleşme gerçekleşiyor. Buna dair birçok film yapıldı, çok sayıda belgesel var. Çin bu konuda en önde geliyor, ancak tabii İngiltere’den de ‘Hırsız’ (‘Breaking and Enetring’, 2006) adlı film var örneğin, o da yine kentsel dönüşümden, eskinin çok mutena olmayan bir semtinde yeni yerlilerle eskilerin bir anlamda ‘çatışma’sından söz ediyordu. Dönüşüm teması, kentsel dönüşüme dair filmler hakikaten çok sayıda. Amerikan sinemasından da geçenlerde böyle bir gerilim filmi çıktı. O da arsa spekülasyonu, bir binanın boşaltılıp yıkılması ve bundan kar eden kamusal yöneticiler, özel sektör üzerine bir filmdi, Richard Gere oynadı başrolünde.

Sanırım sinemanın bir özelliği de mekansal dönüşümü sosyal, kültürel boyutuyla birlikte göstermesi. İnsanın, toplumun yaşadıklarını mekanın içine katarak aktarabiliyor. Sadece kentsel, mimari tasarım olarak bakıldığında, süreç insandan ve kültüründen soyutlanarak algılanabiliyor. Oysa sinema örneğin, kentsel dönüşümü kentin sosyopolitik, ekonomi- politik bağlamı içinden anlatabiliyor kolaylıkla. Bu konuda çok sayıda film vardır, işçi hareketleri, direnişler, yoksulluğun ve göçün yarattığı dramlar vb. gibi. Kent dışına ötelenmeler, yabancılaşma duygusu ve politikası ya da kimlik sorunları… Sinema insan-mekan ilişkisini tüm boyutlarıyla, sosyal arka planıyla kolaylıkla aktarabiliyor izleyiciye. Sinemanın müthiş bir dil zenginliği var tabii. Bu zenginlik mimarlıkta ve kentsel planlamada da çok önemli kuşkusuz. Ama yalnızca sadece kentsel planlamadan, mimari tasarımdan söz edilince herkesin aklına gelmiyor bunlar. Sosyal boyut, insan ve dönüşüm politikaları çok önemli ve bunu sinema sanatı çok başarılı anlatabiliyor. Sizin de değindiğiniz ‘Ekümenopolis’ filminde olduğu gibi.
Hem kurgusal sinemada, hem belgesel sinemada bunun epey bir örneği var. Örneğin Aki Kaurismaki’nin yeni bir filmi var, o da bir kentin adını taşıyan bir film. Filmin adı ‘Le Havre’. Le Havre Fransa’da bir liman kenti. Film de oraya kaçak gelen göçmen bir çocuk ve orada yaşayan insanlar üzerineydi. Yine Dardenne Kardeşlerin benzer bir konuya, göçmenlerin sorunlarına eğilen filmleri var, onların trajedisine eğilen filmleri var. Konu göçmenlik olunca, Inarritu’nun ‘Biutiful’ adlı filmi var. Geçen yıl ülkemizde de gösterildi. O film çok farklı bir Barselona gösteriyor bize. Hep aklımızda olan Barselona ‘La Sagrada Familia’, ‘Park Güell’ veya Gaudi’nin baş mimari eserleridir. Ama ‘Biutiful’ filminde çok farklı, bambaşka bir Barselona’nın da olduğunu gördük. Göçmenlerin yaşadıkları sefalet mahalleleri, içinde yaşanılan korkunç koşullar ve diğer yandan da ultra modern yapılar, binalar, uçurumlar. Tam da, göçmenlik ve kent üzerine, bir şehirde tutunmaya çalışmak üzerine ilginç bir filmdi. Bu tür filmlerin çok sayıda örneği var. Sinemanın sadece mimarlıkla değil, mekanla ilişkisi son zamanlarda, özellikle Türk sinemasında biraz daha ön planda. Örneğin taşrayı anlatan filmler çoğaldı. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ve ‘Kasaba’ filmi, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Süt’, ‘Yumurta’, ‘Bal’ üçlemesi ya da Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın ‘Vavien’ filmi gibi filmlerde taşraya dair bir bakıştan söz edilebilir. Bunlarda farklı bir mekansal ortam söz konusu.

Bana göre, içe kapalı klostrofobik filmler ile taşrayı anlatan filmler arttı özellikle 12 Eylül döneminden sonra. Bunun, içine kapanmakla veya geçmişe özlemle ilişkisi olabileceğini düşünüyorum. Örneğin Ümit Ünal’ın tek mekanda geçen filmleri var, ‘Nar’ ya da ‘Ara’ gibi. Zeki Demirkubuz’un filmleri de klostrofobik olabiliyorlar. Bir tarafta bu var, bir tarafta da taşranın mekanları, kırsal mekanların kullanılması var. Bunlar ilerleme perspektifinin daralmasıyla ya da bir tür gerileme ile ilgili diye düşünüyorum.

Taşrayı, kırsalı anlatırken sanırım biraz da insanı ve insan ilişkilerini anlatmak sanki ağırlık kazanıyor.
Evet toplumsallığa yönelmektense, belki bireysel olana yönelmek ve bireyin kendi kendisiyle uğraşması veya geçmişe özlem duymasıyla ilgili sanırım.

Insanın kendi dünyasına aidiyeti, sahiplenişi ama diğer taraftan da ‘dışarıdan’ bir gözle toplumun eleştirisini yapıyor belki bu filmler. Örneğin, Atalay Taşdiken’in ‘Kız Kardeşim Mommo’ (2009) filminde olduğu gibi, filmin kahramanları iç dünyalarında ve mekanlarında dışa olan özlemle birlikte yaşıyorlardı. İnsan ilişkileri, kardeşlik, aile ilişkileri, gelenekler, yaşanan trajediler ve farklı dünyalar bir arada vardı ve ülkenin gerçekleri… Çok güzel bir anlatım, aynı zamanda da çok çarpıcı ve sarsıcıydı.
Yönetmeni Atalay Taşdiken şimdi yeni bir gün çekiyormuş ya da bitirmiş olabilir. ‘Mommo’ çok sayıda ödül de aldı. Sinema çok bilinmeyen yerlere de, bir şekilde görülmeyen bakılmayan yerlere de bakmamızı sağlayabiliyor.

Bu anlamda da belki mimarlıkla ilişkisi güçleniyor. Birçok alana katkısı olabileceği gibi, mimarlık ve tasarım bakışına da bu güçlü anlatımın katacağı çok şey var. Mimarlar için sinema çok özel.
Evet. Az önce Barselona’nın bambaşka bir yüzünü anlattığını söylediğim ‘Biutiful’ filmi buna bir örnek. Onun dışında tabii hiç gidilmeyen, görülmeyen, kenarda köşede, taşradaki mekanların anlatımları var. Abbas Kiyarüstemi öyle filmler yapmıştır hep, İran’ın kuzeyindeki küçük köylere gitmiştir. O mekana Batılının nasıl baktığını, şehirli bakışıyla köylü, yaban arasındaki çelişkiyi anlatmıştır. ‘Köker Üçlemesi’ örneğin, aynı mekanda, İran’ın kuzeyindeki Köker köyünde çekilmiştir. Üç filmi de aynı uzak mekana ve yaşama aittir. 

Mekan bazen çok daha kapsamlı olabiliyor. ‘Yol’ (1981) filminde örneğin, ülkenin bir ucundan bir ucuna gidilebilir. Aklıma ‘Ölüm Noktası’ (‘Vanishing Point’, 1971)ı filmi geliyor. Bir anlamda Amerika’nın tablosunu çıkartmaya çalışır, bir yandan da mekansızlığa dönüşür. Ya da ‘Paris, Texas’ (1984) adlı bir yolculuk filmi vardır. Sanki belirli bir mekan değil de, bir mekansızlık hiçbir yere ait olmama, yersizlik, kopuş, yani bir tür kopma hali anlatılır.

Aslında bütün bunlar, bu anlattıklarınız mimarlığa da önemli soru işaretleri ve de mimarlığa bakışa önemli katkılar getiriyor; insan-mekan ilişkisine dair anlamlı sorular, sorgulamalar getiriyor.
Tabii ki bir filmde çok belirleyici olan mekanlardan da söz edebiliriz. ‘Anayurt Oteli’ndeki (1986) otel önemlidir ya da ‘Hababam Sınıfı’nın’ (1975) çekildiği Adile Sultan Kasrı o filme bir anlamda belirliyor da.

O dönemin yaşantılarını kültürünü de yansıtıyor.
Kahramanların ruh halini, ne yaşadıklarını içinde bulundukları mekanla da anlatıyor sinema. ‘The Shining’ (1980)  filmi geliyor aklıma. Bu filmin, ‘The Overlook Hotel’ adlı bir otelde geçmesi ve ıssız bir yerde ve mevsim dışında olması çok önemlidir o kahramanın ruh hali açısından.

Sinemacılar arasında birçok mimar var. Bu bir rastlantı değil tabii, mekanla ilişki kurma,  kurgulama becerileri, tasarım ve aktarma biçimleri her ikisinde de mesleğin bir zenginliği mi?
Sinemacılar, yönetmenler ve sinema eleştirmenleri arasında da çok Mimar var. Örneğin Uğur Vardar ve Atilla Dorsay da mimarlar.

Filmler dönüşümü anlatıyor, bir taraftan da dönüşüm insanın ve toplumun zihniyetin dönüşümü. Sinema sanırım bunu başarıyor. Mekanda, boşlukta dahi dönüşümü hissettirebiliyor. Boşluğa sizin de söylediğiniz gibi, ruh halini katarak mekanı başka bir mekan yapabiliyor. Mimarlıkta da böyle, mekan diline, anlattıklarına, öykülerine bağlı olarak değişiyor ve farklı şeyler anlatabiliyor.
Mesela Christopher Nolan’ın ‘Başlangıç’ (‘Inception’, 2010) filmini seyretmiş miydiniz? Orada bir mimar karakteri vardı, bir rüya mekanı tasarlıyor gibiydi, ben ona dair bir şey söylemekte güçlük çekiyorum, ama mimarların da kahraman olduğu filmler var.

Çok sayıda belgesel de var mimarlar hakkında.
‘Mimarın Göbeği’ (‘The Belly of an Architecture’, 1987) var Peter Greenaway’in. O da mimariyle ilişkili bir filmdi, ama kahramanın uğraşı ya da derdi biraz da başkaydı. Mimarlıktan çok, bir mimarın hayatına dair bir sergi açma hazırlığı içinde olan bir kahramandı.

Mimarlar Odası tarafından düzenlenen film festivaline de çok sayıda kent ve mimarlık filmleri gönderiliyor, belgeseller ve kurgular da var.
Zaman ve mekan bir anlamda sinemanın en temel unsurları denilebilir. Zamanı kullanması, mekanı kullanması, mekanın içinde de bireyi anlatması.

Bir de zamanımızın sonunda sinemanın eğitiminden söz edelim istiyorum. Türkiye’de sinema okullarını nasıl değerlendiriyorsunuz, yeterli sayıda ve nitelikteler mi? Eğitimi nasıl gidiyor sinemanın? Yurtdışıyla karşılaştırıldığında ya da çağdaş sinema sanatı açısından bakıldığında nasıl görünüyor?
Ben sinema okumadığım için çok iyi bilemiyorum ama duyduklarım genellikle çok da olumlu şeyler değil. Pratik yapma olanaklarının son derece kısıtlı olduğunu duyuyorum, öğrencilerin seviyesinin düşük olduğunu duyuyorum. Ama yine de çok sayıda olmasalar da birçok kurumdan nitelikli sinemacılar da çıkıyor.

Son dönemde çok başarılı genç sinemacılar, yönetmenler çıktı. Benim son yıllarda çok beğendiğim yerli filmler oldu. Eğitimleri nereden bilemiyorum.
Bugüne kadar bizde daha çok okullu değil de alaylı yönetmenler vardı. Eski Yeşilçam kuşağı vardı, onun sonrasında da yeni kuşaktan alaylılar oldu. Örneğin Zeki Demirkubuz da alaylıdır. Kendi kendisini yetiştiren bir kuşak vardı, ama şimdi yeni bir kuşak var. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nden, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden gelen mezunlar var ve onlardan yeni şeyler çıkacak, çıkmaya başladı. Öncelikle belki daha teknik konularda uzmanlar yetişiyor, görüntü yönetmenleri vb gibi. Ama Hüseyin Karabey var, yeni bir genç yönetmen, Deniz Akçay Katıksız var. Onlar benim bildiğim kadarıyla sinema eğitiminden geliyorlar. ‘Köksüz’ adlı yeni bir filmi var Deniz Akçay’ın. Venedik Film Festivali’nde ana bölümlerde değil ama yan bölümde ‘Venice Days’e kabul edildi. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde de en iyi ilk film seçilen ‘Köksüz’ oldukça başarılı bir film. Deniz Akçay, bildiğim kadarıyla sinema eğitimi almış ve senaristlikten yönetmenliğe geçmiş bir isim. Maalesef bir de geçen yıl kaybettiğimiz Seyfi Teoman var, o da Polonya’da Lodz kentinde sinema okulunda eğitim aldı. ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ (2011) ve ‘Tatil Kitabı’ (2008) diye iki film yaptı. ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ Berlin’de ana bölümde yarıştı, Tatil Kitabı’ İstanbul Film Festivali’nde en iyi film ödülüne değer bulunmuştu. Bir de en son yapımcılığını yaptığı ‘Tepenin Ardı’ filmi var. O film de büyük başarı kazandı, onlarca ödül aldı. Maalesef Seyfi Teoman’ın kaybettik.

Sevgili Cüneyt, size bu güzel sinema söyleşisi ve dergimize ayırdığınız değerli vaktiniz için çok teşekkür ederim.
Cüneyt Cebenoyan, 1960’ta Ankara’da doğdu. İstanbul Avusturya Lisesi’ni 1980’de BÜ Ekonomi Bölümü’nü 1986’da bitirdi. Aynı bölümde yüksek lisans derslerini 1987’de tamamladı. İFA (İstanbul Film Ajansı) Onat Kutlar’la birlikte çeşitli projelerde çalıştı. Açık Radyo’da ‘Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll’ ile ‘Ahtapotun Bahçesi’ programlarını yaptı. Toplumsal Bellek Platformu’nun üyesidir. Antrakt, Roll, Express, Sinerama, Sinema, Empire, Altyazı, Milliyet Sanat dergilerinde yazıları yayımlandı. SİYAD, FIPRESCI ve NETPAC’in üyesidir ve birçok festivalde jüri üyeliği yapmıştır. Sinemada kadın erkek temsilleri ve cinsiyetçilik konularında duyarlılık yaratmaya çalışan Altın Bamya Ödülleri’nde de kuruluşundan beri faaldir. Halen Birgün gazetesinde yazıyor.

9 Kızgın Adam

Tarih: Mayıs 2005
Gazete/Dergi: Esquire

Ablasını bombalı saldırıda; annesini, babasını ve oğlunu depremde kaybetti.

Adaletin işlememesi ile ilgili pek çok şey yaşadım. İlki ablamın ve Onat Kutlar’ın öldüğü The Marmara Oteli’nin bombalanması. Bu olay, 1994’ün 30 Aralık’ında olmuştu. Aradan geçen 11 yıla rağmen hala dava sonuçlanmış değil. Son olarak usulden bozulmuştu. Gerçi ben de gazeteden takip ediyorum ama yeniden yargılanacaklar. Bir olayın üzerinden 11 yıl geçerse ve hala sonuçlanmadıysa ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ama sadece davanın sonuçlanması ile kalmıyor. Soruşturma aşamasının doğru dürüst yürütülmediğine dair ciddi bir inancım da var. Bunun en temel nedeni de, o zaman The Marmara Oteli’nin güvenlik kamerasının çektiği görüntülerin polis tarafından kontrol edilmemesi. Kontrol etmek akıllarına geldiğindeyse, The Marmara ‘Biz bunları sildik’ diyor. Bir olay olduğunda herhalde ilk bakılacak şey oradaki güvenlik kameralarının çektikleridir. Yine de tüm bunlara rağmen doğru sonuca ulaşmış olabilirler, bilemiyorum. Ama iyi bir soruşturma yapılmamış olması, güven sorunu teşkil ediyor. Benzer bir şey depremde yaşadıklarım için söylenebilir. Depremde annem, babam ve oğlumu kaybettim. Orada da hala bir sonuç alınmış değil. Günah keçisi olarak Veli Göçer gibi bir adam bulundu, ona biraz ceza verildi ama orada binlerce insan öldü, yüzlerce bina yıkıldı. Bizimkilerin bulunduğu bina, Türkiye’nin en büyük inşaat şirketlerinden Yüksel İnşaat’ın yaptığı bir binaydı. Teorik olarak en güvenli olması gereken yerdi. Hemen yanında başka bir site vardı ona bir şey olmadı. Bizimki tuzla buz oldu. yine oradan bir sonuç çıkacağına dair güçlü bir inancım olmadığı gibi, bir sonuç çıksa bile bir-iki teknisyenin başına patlayacak. Ciddi olarak sorumluların başına bir şey gelmeyecek. Bu dava da altı seneye varmak üzere. Bir kitap olayı var ayrıca ve onda hemen ceza verildi. Akademik bir çalışma olan ‘Seks İsyanları: Toplumsal Cinsiyet, Başkaldırı ve Rock’n Roll’ kitabı müstehcen bulunduğu için hemen toplatıldı. Bu kitabın piyasada olmaması herkes için büyük kayıp. Harvard Üniversitesi Yayınevi’nin yayınladığı bir kitap sonuçta ve emeğe, paraya yazık. Benzeri bir şey; ben üniversite öğrencisiydim ve ‘cunta’ kelimesini kullanmaktan dolayı anında adalet denen şey çalıştı. Mahkum oldum ve 14 ay hapis yattım; 1982-84 arasında. Ben bir suç işlediğime inanmıyorum, ‘cunta’ demek suç değil. Aksine beni hapse atmaları bir suç diye düşünüyorum. Alıyorsun adamı üniversiteden, tecavüzcülerle, katillerle birlikte 14 ay geçirmesini sağlıyorsun. Bunun ne manası ne anlamı var? Ve bu insanlar hakkında da herhangi bir şey yapılmadı. 12 Eylül’ü yapanlar yargılanmadı ya da 12 Eylül’ü yargılamak mümkün değil. Çünkü anayasal koruma altına aldılar kendilerini. Orada bir sürü insan haksızlığa uğradı. Ve bu haksızlıklar ne tazmin edildi, ne özür dilendi, ne de bir şey yapıldı. Başlık olarak adaletle ilgili olan sorunlarım bunlar. Ne zaman adalet beni karşısında gördüğünde anında işliyor ve cezasını kesiyor, fakat diğer tarafta ben olduğum zaman gerçekleşmesi yıllar alıyor. Gerçekleşeceği bile son derece şüpheli. Biz 12 Eylül’ü hala yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü onu yapanların işlediği suçlar ortaya dökülmediği müddetçe, o aslında sürmeye devam ediyor demektir. Devlet tarafından bana suç işlendiğini düşünüyorum. Ama onlar hala saygın kişiler. Hiçbir bedel ödemediler. Ve benim gibi bir sürü insan var. Türkiye’de adalet, güven duyamadığım bir kurum. En yakınım olan 4 insanı kaybettim ve bu kadar sene sonra somut olarak bir sonuç alamamak çok kötü bir duygu. Yaşadığımız ülkede suçların cezasız kalmayacağına yönelik ciddi bir güvensizlik yaratıyor. Ve bir şeylerin değişeceğine yönelik inancım yok.

© 2020 -CuneytCebenoyan.com