Tarih: Güz 2013
Gazete/Dergi: mimar.ist
Bu sayımızda Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi tarafından bu yıl yedincisi düzenlenen İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nde de Seçici Kurul üyeliği yapan değerli sinema eleştirmeni, gazeteci/yazar Cüneyt Cebenoyan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Yayın Kurulu olarak farklı sanat ve tasarım alanlarından bakış ve görüşlere yer ayırırken mimarlık, kentsel planlama ve tasarım konuları ile sanat ve kültür dünyasının ilişkilerini vurgulamayı, ortak odaklar üzerine düşündürmeyi ve deneyimli bakışların katkılarını okuyucularımızla paylaşabilmeyi amaçlıyoruz. Bu anlayışla dergimizin 48. sayısında sinema, mekan, kültür, kent ve bellek üzerine gerçekleşen söyleşimizi sunuyoruz.
Deniz İncedayı: Sevgili Cüneyt Cebenoyan, söyleşimize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim öncelikle. Bugün sizinle kentsel sorunların böylesine yoğun olduğu bir dönemde özellikle sinemanın mekan ilişkisi, mimarlık ilişkisi, taşıdığı bellek değeri ve kesişen dilleri ve özellikleri üzerine konuşmayı düşündük. İstediğiniz noktadan başlayabiliriz, belki öncelikle sinema ve mimarlıkta mekan kavramından başlayabiliriz.
Cüneyt Cebenoyan: Teşekkürler. Ben ilk yapılan filmden başlayayım. ilk film, mekanı gösteren bir filmdi, Lumiere Kardeşlerin ‘Bir Trenin Gara Girişi’ adlı filmiydi. Mekan sinemanın temelini oluşturuyor. Hem filmi şekillendiriyor, bir filmde ana belirleyici olabiliyor mekan, hem de arka planı da oluşturuyor. Tabii aynı zamanda, zamanla da ilişki kuruyor. Tarkovski’nin ünlü bir sözü var: ‘Geçmişe dönülemez denilir, ama aslında biz geçmişe sinema sayesinde dönebiliriz. Çünkü belirli bir zamanı filmi alıp onu tekrar izlediğimizde o zamana geri dönmüş oluruz’ diyor. İşte bu tam da sinemanın yaptığı şey hakikaten. Geçmişte çekilmiş filmleri seyrettiğimizde, örneğin eski Türk filmlerini seyrettiğimizde, İstanbul Boğazı nasılmış, Taksim Meydanı nasılmış nasılmış ya da sadece şehirler dünya nasılmış görüyoruz. Sinema bunu bize gösteren mekanı hatırlamamızı sağlayan toplumsal belleği canlı tutan çok önemli bir araç. Alain Robbe-Grillet’nin ‘Ölümsüz’ (‘L’immortelle’, 1963), Maurice Pialat’nın 1964’te çektiği ‘Bosphore’, ‘Byzance’ ve ‘Corne d’Or’ gibi kısa filmleri İstanbul’un geçmişini çok güzel yansıtır. Tabii sayısız Türk filmi var İstanbul’da geçen, Halit Refiğ’in ‘Gurbet Kuşları’ gibi. Rus yönetmenler Sergei Yutkeviç ve Lev Oskaroviç Arnstam’ın yönettiği 1934 tarihli ‘Ankara – Türkiye’nin Kalbi’ (‘Ankara – Serdse Turtsii’) filmi gibi başka kentleri anlatan filmler de var ama sayıları daha az.
Bu açıdan bakıldığında, sinema mimarlık için de önemli bir belgeleme, arşivleme kaynağı, giderek koruma ve dönüşüm alanlarında önemli bir araç oluyor.
Sinema kendi mekanlarını da yaratıyor. Stüdyolarda çekilen filmler kendi mekanlarını, kendi ortamlarını yaratırlar. Ancak sinemanın mekanı farklı tabii, sinema mekanı bir bütün olarak gösteremiyor. Parçaları kurguda birleştirerek bir anlamda aslında tam da kendi mekanını kuruyor. Gerçek mekanı, mimariyi sinemadan tam olarak algılamak kolay değil, sinemadan görmek aslında orada olmak gibi bir şey değil, çünkü sinema kendi kısıtlı çerçevesi içinden parça parça gösterebiliyor. Kendi kurgu mekanı içinde de gerçek mekan içinde de bu böyle. Sinema, hem kendi mekanını yaratabiliyor, hem de gerçek bir mekandayken de o mekanı bir şekilde kendi mekanı haline getirebiliyor.
Örneğin tarihi uygunluğu sağlıyor, çevreyi kendi dönemine ait hale görsel olarak getirebiliyor. Cepheleri, donanımları, kostümleri, iklimi vb. her şeyi değiştirebiliyor…
Mümkün olduğunca bunu yapıyor. Tabii kentin değişimi buna elverdiği ölçüde. Birçok film konunun asıl geçtiği mekanda değil tarihi dokusunu korumuş benzer mekanlarda çekilebiliyor. Çekim açısıyla, çekmeyi seçtiği yerle bütünü göstermesi mümkün olmadığı için veya böyle bir amacı olmadığı için mekanı biraz kendi mekanında dönüştürüyor. Kentler üzerine çok sayıda film var, Roma, Paris kentlerinin adlarını birçok filmde görmek mümkün.
İstanbul’da var.
İstanbul’da var tabii. ‘Ah Güzel İstanbul’ (Atıf Yılmaz, 1966’da Ömer Kavur 1981’de) ‘Anlat İstanbul’ (2005; Ümit Ünal projesi) ve ‘Unutma Beni İstanbul’ (2011; Hüseyin Karabey projesi) gibi adında İstanbul geçen filmler var. Bir de belgeseller var tabii. Belgeseller başka bir kategori, onlar doğrudan doğruya şehri anlatabilirler. İmre Azem’in ‘Ekümenopolis’ örneği gibi, İstanbul’daki dönüşümü, İstanbul’un nereye doğru gittiğini, neo-liberal politikaların İstanbul’u nasıl tasarladığını, nasıl planladığını ve canlandırdığını anlatan çok özel ve güzel bir örnek açıkçası. Onun dışında da birçok başka belgesellerde kentsel dönüşümü, soylulaştırmayı, kamusal mekanı anlatıyorlar.
Siz de Seçici Kurul üyeliği yaptınız, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nin bu yıl yedincisi gerçekleşiyor. Uluslararası katılımlarla da son yıllarda önemli bir festival çalışmasına dönüştü sinema alanında. Festival katılımcıları arasında gerçekten kenti, dönüşümü, modernleşmeyi anlatan ve eleştirel bakan birçok ilginç film izledik. Başarılı gençlerin filmleri vardı dünyanın çeşitli ülkelerinden değil mi?
Evet son derece ilginç ve başarılı çalışmalar geldi. Uluslararası alanda özellikle Çin örneği, son derece ilginç. Çünkü Çin’de çok büyük, hızlı değişimler yaşanıyor. Örneğin Hubei eyaletinde ‘Üç Boğaz Barajı’ (Three Gorges Dam) için milyonlarca insan yerinden yurdundan oluyor. Yerleşim yerleri baraj altında kalıyor ve orada çok büyük bir hızda kentleşme gerçekleşiyor. Buna dair birçok film yapıldı, çok sayıda belgesel var. Çin bu konuda en önde geliyor, ancak tabii İngiltere’den de ‘Hırsız’ (‘Breaking and Enetring’, 2006) adlı film var örneğin, o da yine kentsel dönüşümden, eskinin çok mutena olmayan bir semtinde yeni yerlilerle eskilerin bir anlamda ‘çatışma’sından söz ediyordu. Dönüşüm teması, kentsel dönüşüme dair filmler hakikaten çok sayıda. Amerikan sinemasından da geçenlerde böyle bir gerilim filmi çıktı. O da arsa spekülasyonu, bir binanın boşaltılıp yıkılması ve bundan kar eden kamusal yöneticiler, özel sektör üzerine bir filmdi, Richard Gere oynadı başrolünde.
Sanırım sinemanın bir özelliği de mekansal dönüşümü sosyal, kültürel boyutuyla birlikte göstermesi. İnsanın, toplumun yaşadıklarını mekanın içine katarak aktarabiliyor. Sadece kentsel, mimari tasarım olarak bakıldığında, süreç insandan ve kültüründen soyutlanarak algılanabiliyor. Oysa sinema örneğin, kentsel dönüşümü kentin sosyopolitik, ekonomi- politik bağlamı içinden anlatabiliyor kolaylıkla. Bu konuda çok sayıda film vardır, işçi hareketleri, direnişler, yoksulluğun ve göçün yarattığı dramlar vb. gibi. Kent dışına ötelenmeler, yabancılaşma duygusu ve politikası ya da kimlik sorunları… Sinema insan-mekan ilişkisini tüm boyutlarıyla, sosyal arka planıyla kolaylıkla aktarabiliyor izleyiciye. Sinemanın müthiş bir dil zenginliği var tabii. Bu zenginlik mimarlıkta ve kentsel planlamada da çok önemli kuşkusuz. Ama yalnızca sadece kentsel planlamadan, mimari tasarımdan söz edilince herkesin aklına gelmiyor bunlar. Sosyal boyut, insan ve dönüşüm politikaları çok önemli ve bunu sinema sanatı çok başarılı anlatabiliyor. Sizin de değindiğiniz ‘Ekümenopolis’ filminde olduğu gibi.
Hem kurgusal sinemada, hem belgesel sinemada bunun epey bir örneği var. Örneğin Aki Kaurismaki’nin yeni bir filmi var, o da bir kentin adını taşıyan bir film. Filmin adı ‘Le Havre’. Le Havre Fransa’da bir liman kenti. Film de oraya kaçak gelen göçmen bir çocuk ve orada yaşayan insanlar üzerineydi. Yine Dardenne Kardeşlerin benzer bir konuya, göçmenlerin sorunlarına eğilen filmleri var, onların trajedisine eğilen filmleri var. Konu göçmenlik olunca, Inarritu’nun ‘Biutiful’ adlı filmi var. Geçen yıl ülkemizde de gösterildi. O film çok farklı bir Barselona gösteriyor bize. Hep aklımızda olan Barselona ‘La Sagrada Familia’, ‘Park Güell’ veya Gaudi’nin baş mimari eserleridir. Ama ‘Biutiful’ filminde çok farklı, bambaşka bir Barselona’nın da olduğunu gördük. Göçmenlerin yaşadıkları sefalet mahalleleri, içinde yaşanılan korkunç koşullar ve diğer yandan da ultra modern yapılar, binalar, uçurumlar. Tam da, göçmenlik ve kent üzerine, bir şehirde tutunmaya çalışmak üzerine ilginç bir filmdi. Bu tür filmlerin çok sayıda örneği var. Sinemanın sadece mimarlıkla değil, mekanla ilişkisi son zamanlarda, özellikle Türk sinemasında biraz daha ön planda. Örneğin taşrayı anlatan filmler çoğaldı. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ve ‘Kasaba’ filmi, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Süt’, ‘Yumurta’, ‘Bal’ üçlemesi ya da Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın ‘Vavien’ filmi gibi filmlerde taşraya dair bir bakıştan söz edilebilir. Bunlarda farklı bir mekansal ortam söz konusu.
Bana göre, içe kapalı klostrofobik filmler ile taşrayı anlatan filmler arttı özellikle 12 Eylül döneminden sonra. Bunun, içine kapanmakla veya geçmişe özlemle ilişkisi olabileceğini düşünüyorum. Örneğin Ümit Ünal’ın tek mekanda geçen filmleri var, ‘Nar’ ya da ‘Ara’ gibi. Zeki Demirkubuz’un filmleri de klostrofobik olabiliyorlar. Bir tarafta bu var, bir tarafta da taşranın mekanları, kırsal mekanların kullanılması var. Bunlar ilerleme perspektifinin daralmasıyla ya da bir tür gerileme ile ilgili diye düşünüyorum.
Taşrayı, kırsalı anlatırken sanırım biraz da insanı ve insan ilişkilerini anlatmak sanki ağırlık kazanıyor.
Evet toplumsallığa yönelmektense, belki bireysel olana yönelmek ve bireyin kendi kendisiyle uğraşması veya geçmişe özlem duymasıyla ilgili sanırım.
Insanın kendi dünyasına aidiyeti, sahiplenişi ama diğer taraftan da ‘dışarıdan’ bir gözle toplumun eleştirisini yapıyor belki bu filmler. Örneğin, Atalay Taşdiken’in ‘Kız Kardeşim Mommo’ (2009) filminde olduğu gibi, filmin kahramanları iç dünyalarında ve mekanlarında dışa olan özlemle birlikte yaşıyorlardı. İnsan ilişkileri, kardeşlik, aile ilişkileri, gelenekler, yaşanan trajediler ve farklı dünyalar bir arada vardı ve ülkenin gerçekleri… Çok güzel bir anlatım, aynı zamanda da çok çarpıcı ve sarsıcıydı.
Yönetmeni Atalay Taşdiken şimdi yeni bir gün çekiyormuş ya da bitirmiş olabilir. ‘Mommo’ çok sayıda ödül de aldı. Sinema çok bilinmeyen yerlere de, bir şekilde görülmeyen bakılmayan yerlere de bakmamızı sağlayabiliyor.
Bu anlamda da belki mimarlıkla ilişkisi güçleniyor. Birçok alana katkısı olabileceği gibi, mimarlık ve tasarım bakışına da bu güçlü anlatımın katacağı çok şey var. Mimarlar için sinema çok özel.
Evet. Az önce Barselona’nın bambaşka bir yüzünü anlattığını söylediğim ‘Biutiful’ filmi buna bir örnek. Onun dışında tabii hiç gidilmeyen, görülmeyen, kenarda köşede, taşradaki mekanların anlatımları var. Abbas Kiyarüstemi öyle filmler yapmıştır hep, İran’ın kuzeyindeki küçük köylere gitmiştir. O mekana Batılının nasıl baktığını, şehirli bakışıyla köylü, yaban arasındaki çelişkiyi anlatmıştır. ‘Köker Üçlemesi’ örneğin, aynı mekanda, İran’ın kuzeyindeki Köker köyünde çekilmiştir. Üç filmi de aynı uzak mekana ve yaşama aittir.
Mekan bazen çok daha kapsamlı olabiliyor. ‘Yol’ (1981) filminde örneğin, ülkenin bir ucundan bir ucuna gidilebilir. Aklıma ‘Ölüm Noktası’ (‘Vanishing Point’, 1971)ı filmi geliyor. Bir anlamda Amerika’nın tablosunu çıkartmaya çalışır, bir yandan da mekansızlığa dönüşür. Ya da ‘Paris, Texas’ (1984) adlı bir yolculuk filmi vardır. Sanki belirli bir mekan değil de, bir mekansızlık hiçbir yere ait olmama, yersizlik, kopuş, yani bir tür kopma hali anlatılır.
Aslında bütün bunlar, bu anlattıklarınız mimarlığa da önemli soru işaretleri ve de mimarlığa bakışa önemli katkılar getiriyor; insan-mekan ilişkisine dair anlamlı sorular, sorgulamalar getiriyor.
Tabii ki bir filmde çok belirleyici olan mekanlardan da söz edebiliriz. ‘Anayurt Oteli’ndeki (1986) otel önemlidir ya da ‘Hababam Sınıfı’nın’ (1975) çekildiği Adile Sultan Kasrı o filme bir anlamda belirliyor da.
O dönemin yaşantılarını kültürünü de yansıtıyor.
Kahramanların ruh halini, ne yaşadıklarını içinde bulundukları mekanla da anlatıyor sinema. ‘The Shining’ (1980) filmi geliyor aklıma. Bu filmin, ‘The Overlook Hotel’ adlı bir otelde geçmesi ve ıssız bir yerde ve mevsim dışında olması çok önemlidir o kahramanın ruh hali açısından.
Sinemacılar arasında birçok mimar var. Bu bir rastlantı değil tabii, mekanla ilişki kurma, kurgulama becerileri, tasarım ve aktarma biçimleri her ikisinde de mesleğin bir zenginliği mi?
Sinemacılar, yönetmenler ve sinema eleştirmenleri arasında da çok Mimar var. Örneğin Uğur Vardar ve Atilla Dorsay da mimarlar.
Filmler dönüşümü anlatıyor, bir taraftan da dönüşüm insanın ve toplumun zihniyetin dönüşümü. Sinema sanırım bunu başarıyor. Mekanda, boşlukta dahi dönüşümü hissettirebiliyor. Boşluğa sizin de söylediğiniz gibi, ruh halini katarak mekanı başka bir mekan yapabiliyor. Mimarlıkta da böyle, mekan diline, anlattıklarına, öykülerine bağlı olarak değişiyor ve farklı şeyler anlatabiliyor.
Mesela Christopher Nolan’ın ‘Başlangıç’ (‘Inception’, 2010) filmini seyretmiş miydiniz? Orada bir mimar karakteri vardı, bir rüya mekanı tasarlıyor gibiydi, ben ona dair bir şey söylemekte güçlük çekiyorum, ama mimarların da kahraman olduğu filmler var.
Çok sayıda belgesel de var mimarlar hakkında.
‘Mimarın Göbeği’ (‘The Belly of an Architecture’, 1987) var Peter Greenaway’in. O da mimariyle ilişkili bir filmdi, ama kahramanın uğraşı ya da derdi biraz da başkaydı. Mimarlıktan çok, bir mimarın hayatına dair bir sergi açma hazırlığı içinde olan bir kahramandı.
Mimarlar Odası tarafından düzenlenen film festivaline de çok sayıda kent ve mimarlık filmleri gönderiliyor, belgeseller ve kurgular da var.
Zaman ve mekan bir anlamda sinemanın en temel unsurları denilebilir. Zamanı kullanması, mekanı kullanması, mekanın içinde de bireyi anlatması.
Bir de zamanımızın sonunda sinemanın eğitiminden söz edelim istiyorum. Türkiye’de sinema okullarını nasıl değerlendiriyorsunuz, yeterli sayıda ve nitelikteler mi? Eğitimi nasıl gidiyor sinemanın? Yurtdışıyla karşılaştırıldığında ya da çağdaş sinema sanatı açısından bakıldığında nasıl görünüyor?
Ben sinema okumadığım için çok iyi bilemiyorum ama duyduklarım genellikle çok da olumlu şeyler değil. Pratik yapma olanaklarının son derece kısıtlı olduğunu duyuyorum, öğrencilerin seviyesinin düşük olduğunu duyuyorum. Ama yine de çok sayıda olmasalar da birçok kurumdan nitelikli sinemacılar da çıkıyor.
Son dönemde çok başarılı genç sinemacılar, yönetmenler çıktı. Benim son yıllarda çok beğendiğim yerli filmler oldu. Eğitimleri nereden bilemiyorum.
Bugüne kadar bizde daha çok okullu değil de alaylı yönetmenler vardı. Eski Yeşilçam kuşağı vardı, onun sonrasında da yeni kuşaktan alaylılar oldu. Örneğin Zeki Demirkubuz da alaylıdır. Kendi kendisini yetiştiren bir kuşak vardı, ama şimdi yeni bir kuşak var. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nden, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden gelen mezunlar var ve onlardan yeni şeyler çıkacak, çıkmaya başladı. Öncelikle belki daha teknik konularda uzmanlar yetişiyor, görüntü yönetmenleri vb gibi. Ama Hüseyin Karabey var, yeni bir genç yönetmen, Deniz Akçay Katıksız var. Onlar benim bildiğim kadarıyla sinema eğitiminden geliyorlar. ‘Köksüz’ adlı yeni bir filmi var Deniz Akçay’ın. Venedik Film Festivali’nde ana bölümlerde değil ama yan bölümde ‘Venice Days’e kabul edildi. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde de en iyi ilk film seçilen ‘Köksüz’ oldukça başarılı bir film. Deniz Akçay, bildiğim kadarıyla sinema eğitimi almış ve senaristlikten yönetmenliğe geçmiş bir isim. Maalesef bir de geçen yıl kaybettiğimiz Seyfi Teoman var, o da Polonya’da Lodz kentinde sinema okulunda eğitim aldı. ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ (2011) ve ‘Tatil Kitabı’ (2008) diye iki film yaptı. ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ Berlin’de ana bölümde yarıştı, Tatil Kitabı’ İstanbul Film Festivali’nde en iyi film ödülüne değer bulunmuştu. Bir de en son yapımcılığını yaptığı ‘Tepenin Ardı’ filmi var. O film de büyük başarı kazandı, onlarca ödül aldı. Maalesef Seyfi Teoman’ın kaybettik.
Sevgili Cüneyt, size bu güzel sinema söyleşisi ve dergimize ayırdığınız değerli vaktiniz için çok teşekkür ederim.
Cüneyt Cebenoyan, 1960’ta Ankara’da doğdu. İstanbul Avusturya Lisesi’ni 1980’de BÜ Ekonomi Bölümü’nü 1986’da bitirdi. Aynı bölümde yüksek lisans derslerini 1987’de tamamladı. İFA (İstanbul Film Ajansı) Onat Kutlar’la birlikte çeşitli projelerde çalıştı. Açık Radyo’da ‘Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll’ ile ‘Ahtapotun Bahçesi’ programlarını yaptı. Toplumsal Bellek Platformu’nun üyesidir. Antrakt, Roll, Express, Sinerama, Sinema, Empire, Altyazı, Milliyet Sanat dergilerinde yazıları yayımlandı. SİYAD, FIPRESCI ve NETPAC’in üyesidir ve birçok festivalde jüri üyeliği yapmıştır. Sinemada kadın erkek temsilleri ve cinsiyetçilik konularında duyarlılık yaratmaya çalışan Altın Bamya Ödülleri’nde de kuruluşundan beri faaldir. Halen Birgün gazetesinde yazıyor.