Bükreş’in Doğusu

TARİH:  13 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Devrim oldu mu, olmadı mı? 

Bükreş’in Doğusu çok iyi oynanmış ve özellikle ikinci yarısında keyif veren ve güldüren bir film. Merkezin peşinden sürüklenen taşranın ve taşralının başarılı bir portresi. 

Orijinal Adı: A fost sau n-a fost? Yönetmen: Corneliu Porumboiu Oyuncular: Mircea Andreescu, Teodor Corban. Interstate TR-RegularCondensed lon Sapdaru Türü: Komedi – Dram Ülke: Romanya 

İki bölümden oluşuyor “Bükreş’in Doğusu”. İlk bölüm filmin karakterlerini tanıtıyor. Romanya’nın küçük bir kasabasındayız ve burası Amerikan banliyösü ne kadar refah içindeyse, o kadar yoksul. Evlerin içi dökülüyor, arabaların içi benzin (daha doğrusu dizel) kokuyor. Noel babanın giysi seçenekleri birbirinden kötü. 

Manescu maaşını içkiye yatıran ve uçan kuşa borcu olan ayyaş bir öğretmen, Jderescu küçük bir yerel televizyon kanalının sahibi eski bir tekstilci, Piscoci bir emekli ve kasabanın Noel babası. 

Jderescu’nun derdi 22 Aralık 1989’da Çavuşescu’nun devrilmesinden önce kasabalarında bir halk hareketi olup olmadığını sorgulayan bir program yapmak. 

Romanya’nın kapitalizme geçişine devrim demek içime sinmese de filmde öyle geçtiği için öyle anmak durumundayım. 

Jderescu programa katılmaya söz veren konuklarından birine ulaşamıyor. Sonunda onun yerine ihtiyar Piscoci’yi çağırıyor. Diğer konuk ise Manescu. 

Dökülen bir televizyon stüdyosunda, kamerayı omuzda kullanmayı yeğleyen bir kameramanla program başlıyor sonunda. 

Manescu, arkadaşlarıyla birlikte, Çavuşescu kaçmadan sokaklara döküldüklerini iddia etse de, programa telefonla katılanlar aynı kanıda değiller. 

Bu arada programın en ilginç tele-konuklardan biri, eskiden istihbarat teşkilatının muhasebecisi olan bir yeni kapitalist oluyor. Su başlarını eskiden tutmuş olanlar yeni düzende de yollarını bulmuşlar ve buyurgan tonlarından hiçbir şey yitirmemişler. 

Aslında bir halk hareketi olmadığını kanıtlayan şeylerin başlıcası bu. Gücü ellerinde tutanlar aynı çevrenin insanları sonuçta. 

Halk yine ve belki de eskisinden de beter bir biçimde iktidarsız. Ama pek umurlarında değil bu durum. Yine de bir telefon, devrim sırasında oğlunu kaybeden bir annenin sesiyle yaşananların ağırlığını hissettiriyor. 

‘Bükreş’in Doğusu’ çok iyi oynanmış ve özellikle ikinci yarısında keyif veren ve güldüren bir film. Merkezin peşinden sürüklenen taşranın ve taşralının başarılı bir portresi. Filmin Cannes’da en iyi ilk filmlere verilen ‘Altın Kamera’ ödülünü kazandığını da belirtelim. 

Tutku Oyunları

TARİH:  13 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Ne köy ne de kasaba: Banliyö 

‘Tutku Oyunları’ farklı bir film, bir hiciv. Ama, belki Field’den beklentimiz öyle olmadığı için, belki de yönetmenin kararsızlığından hep aynı tonda akmadığını düşündürüyor. 

Orijinal Adı: Little Children Yönetmen: Todd Field Oyuncular: Kate Winslet, Patrick Wilson, Jennifer Connelly Türü: Dram Ülke: ABD 

Sinema oyuncusu Todd Field 2001’de çektiği “Yatak Odasında’ (In the Bedroom) ile yönetmenlik kariyerine çok başarılı bir giriş yapmıştı. O filmdeki karakterler, başrol oyuncularının da müthiş performanslarıyla unutulmaz bir yer edindiler. Diyebilirim ki, evlat kaybının anne-baba üzerindekini etkisini en iyi betimleyen filmlerin başında geliyordu ‘Yatak Odasında’. 

‘Tutku Oyunları’ farklı bir film, bir hiciv. Ama, belki Field’den beklentimiz öyle olmadığı için, belki de yönetmenin kararsızlığından hep aynı tonda akmadığını düşündürüyor. 

Kimi zaman gayet gerçekçi, kimi zaman melodrama kayıyor, kimi zaman edebi bir havaya bürünüyor. Hepsi hicvin parçası mı? Öyle olmalı ama seyrederken, o duygu geçmiyor zaman zaman. 

Mesela, yönetmen, Amerikan futbolu oynayan iki takımın oyuncularını birden çerçeveden çıkardığında, yani orda olmaları gerekirken yok ediverdiğinde buna hiç de hazır hissetmiyorsunuz kendinizi. Seyrettiğim film bu kadar uçuk muydu, ben mi kaptıramamışım duygusu oluşuyor. 

Filmde gerçek çocuklar da var ama filme adını onlar vermiyor. Filmin adındaki çocuklar yaşça gayet büyükler, kiminin kendi çocukları var. 

Aşk hikâyesinin kahramanları Sarah’yla (Kate Winslet) Brad (Patrick Wilson) Amerikan banliyösünün çok tipik çiftlerinden değiller. İkisi de evli ve çocuklular ama başkalarıyla. 

Sarah kendisini parktaki ev kadınlarını gözlemleyen bir antropolog gibi görüyor. Çünkü o kendisini çok daha entelektüel sayıyor diğer ev kadınlarına göre. Ama aslında onlarla aynı zevkleri paylaşıyor. 

Brad de tipik biri değil çünkü çalışmıyor. Büyüse avukat olacak belki ama büyüyemiyor bir türlü. Futbol oynamak ve kaykaya binmek istiyor o. 

Bu ikilinin yasak aşkından ne olur? Ne köy, ne de kasaba. Amerikan banliyösü olur, olsa olsa. Müreffeh ve güvenine çok düşkün bu yaşam tarzından bu kadar aşk çıkar der gibi film. 

Güven demişken filmin diğer çiftine geçmek lazım. Çocuklara cinsel organını teşhir ettiği için hapse giren ve cezasını tamamlayıp banliyöye dönen pedofil Ronnie (Jackie Earl Haley) filmin en ilginç karakteri. Onu tamamlayan ise, Ronnie’yi banliyöden attırmaya yeminli eski polis memuru Larry (Noah Emmerich).

Ronnie, banliyönün huzuruna yönelik en büyük hatta tek büyük tehdit gibi gözüküyor. Ama Ronnie de büyüyememiş bir başka çocuk öte yandan. 

Film, Ronnie’den duyulan abartılı korkuyla, Jaws’un parodisini yapan bir havuz sahnesinde çok hoş dalga geçiyor ama bir yandan da Ronnie’nin ne kadar zararlı olabileceğini, çocukluğunda tacize uğramış (ama hatırlamayacak kadar bu anısını bastırmış) hastalıklı bir kadın karakterle hatırlatmayı da ihmal etmiyor. 

‘Tutku Oyunları’ kimi zaman dağınık, kimi zaman özensiz (bazı yan karakterler veya dış ses arada unutulmuş sanki) olsa da yine de ilginç bir film. Ronnie’nin, gazete ilanını yanıtlayarak buluştuğu (yukarıda sözünü ettiğim) kadın karakterle yaşadıklarının bir benzerine en azından başka bir filmde rastlamadım. 

Teşhircilik-röntgencilik ve pedofili arasındaki bağlar üzerine bu sahne çok şey söylüyordu. Kate Winslet’in iyi oynadığını söylemeye gerek var mı? O hep iyi zaten. Jackie E. Haley de çok iyi. Dolayısıyla ‘Tutku Oyunları’, ‘Yatak Odasında’ kadar iyi olmasa da ilgiye değer bir film. 

Acemi Öğrenci Avcı Öğretmen

TARİH:  6 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Başarılı oyuncular, kötü yönetmen 

Acemi Öğrenci Avcı Öğretmen Orijinal Adı: School for Scoundrels Yönetmen: Todd Phillips Oyuncular: Billy Bob Thornton, Jon Heder, Jacinda Barrett Türü: Komedi Ülke: ABD 

Acemi Öğrenci, Öğretmen sanki acemi bir yönetmen ve senaristin elinden çıkmış gibi. Oysa ne yönetmen acemi ne de senaryo daha önce denenmemiş bir ürün. Film, 1960 tarihli bir İngiliz yapımının yeniden çevrimi. Gel gör ki, her şey yalap şap, her şey üflesen yıkılacak türden. New Yorklu tırsak trafik park memuru Roger (on Heder) bir arkadaşının tavsiyesiyle, ‘gerçek erkek’ olmayı öğretmeyi vaat eden bir kursa yazılır. Burada Dr. P’nin (Billy Bob Thornton) öğrencisi olur. Gerçek erkek olmak, yalan soylemekten, cesaret gösterileri yapmaktan, acımasız olmaktan falan geçer. Roger başlarda hızlı bir ilerleme kat eder ve komşu kızla çıkmayı başarır. Ama Roger’ın, Dr. P’nin kitabında fazla göze batan başarıların cezalandırıldığının yazdığından haberi yoktur. Filmin devamı Dr. P ile Roger’ın, yani öğrenciyle, öğretmenin rekabetine sahne olur. Kötüleyen girizgahtan sonra, filmin erdemlerinden de söz etmek lazım. Filmin başrol oyuncuları Heder ve Thornton gayet iyiler. Dr. P’nin faşizan erkeklik anlayışıyla dalgasını geçmesi de filmin artlarından. Ama dediğimiz gibi, film fazlasıyla ucuz bir prodüksiyon görüntüsünde. 

Deja Vu

TARİH:  6 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Bu filmi görmüştüm 

Deja Vu Orijinal Adı: Deja Vu Yönetmen: Tony Scott Oyuncular: Denzel Washington, Val Kilmer, Paula Patton Türü: Aksiyon-Macera-Romantik Ülke: ABD 

Deja Vu bilindiği gibi, bir şeyi daha önce yaşamışlık hissine deniliyor. Geçmişe gidip bugünü değiştirmek teması da insana tam bir deja vu hissi veriyor. ‘Deja Vu’ böyle bildik bir konu etrafında dönüyor. 

Amerikanın aşırı sağcıları, bizim devlet aşığı faşistlerimizden farklıdır. Onlar devlete düşmandırlar. 1994’te Oklahoma’da devlete ait bir binayı bombalayarak yüzlerce kişiyi öldüren ve sonra idam edilen Timothy McVie mesela böyle bir Amerikan faşistiydi. ‘Deja Vu’de de böyle bir terörist var Oerstadt (Jim Caviezel) adında. Adının Alman kökenli olması çok da ince bir düşünce değil, doğrusu. Ama yapımcı Bruckheimer ve yönetmen Tony Scott’ın filmlerinde çok da incelik zaten yoktur. Oerstadt, teröristliğini yapacak, ajan Doug Carlin (Denzel Washington) de, FBI’ın geliştirdiği 4 gün öncesini gösteren yeni bir teknolojiyle olayı çözmeye çalışacaktır. Ayrıca kurbanlar arasında bir de kadın vardır Doug’ın çok etkilendiği. 

Neyse, fazla bile konuştum çünkü saçma da olsa filmin konusunu açık etmemek gerekiyor. Filmleri konusunun etrafında dolaşarak eleştirmek de saçma bir uğraşa dönüşüyor bazen. ‘Deja Vu’den keyif almak ve sinemadan mutlu ayrılmak istiyorsanız mantığınızı evde bırakmanız gerekyor. Ayrıca kovalamaca ve infilak sahnelerinden de zevk alıyor olmanız şart. 

Iberia

TARİH:  6 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Saura’dan, Albeniz’in cazibesi 

Carlos Saura’nın ‘lberia’ filmi, hem göze, hem de kulağa hitap eden, göz kamaştırıcı bir film. 

Orijinal Adı: Iberia Yönetmen: Carlos Saura Oyuncular: Sara Baras, Antonio Canales, Marta Carrasco Türü: Müzikal Ülke: İspanya, Fransa 

Carlos Saura 1950’li yıllardan beri film yapıyor ama ülkemizin gündemine 1981’de girdi desek sanırım yanlış bir şey söylemez olmayız. O yıl çektiği ‘Kanlı Düğün bir şekilde ruh halimize çok denk geldiydi. Ardından ‘Carmen’le Saura bir kez daha gönüllerimizi fethetmişti. Saura artık flamenco’nun sinemacısıydı. Belki de 12 Eylül’ün verdigi eziklikle o her daim horozlanan ve aşkları uğruna ölüp, öldüren erkekler, tavuskuşu gibi kabaran kadınlarda yeni bir ideal bulmak istemiştik. 

Yönetmen daha sonraları da müziğin ve dansın başrolde olduğu filmler çekmeye devam etti ama aynı tadı bir daha yakalayamadık. Hem biz doymuştuk, hem de o yeni bir yönelim içine girmişti. Yine ‘Flamenco’ gibi dansın ve müziğin filmlerini çeki yordu ama öyküyü bir kenara itmişti. ‘Iberia’ da bu yeni yönelimin bir ürünü yani filmin bir olay örgüsü yok. 

İspanyol besteci Isaac Albeniz’in (1860 1909) müzikleri ve buna eşlik eden danslar filmin yapısını oluşturuyor. Kimi zaman filmin çekim ekibi de görüntüleniyor. Ayrıca performansların öncesi ve sonrası da perdeye yansıtılıyor. Sara Baras, Antonio Canales, Jose Antonio, Aida Gomez ve Patrick de Bana gibi İspanya’nın en iyi dansçı ve koreograflarları filme katkıda bulunmuş. 

Ayrıca ünlü gitaristler Manolo Sancular, Gerardo Nunez ve Jose Antonio Rodriguez; piyanist Rosa Torres Pardo ve Chano Dominguez, flamenco’cu Jorge Pardo ve ‘cantaor’ Enrique Morente ve kızı Estrella Morente gibi İspanyol müziğinin kaymak tabakası da filmin kahramanları arasında. Kısaca klasik müzik, dans ve flamenco’dan – hoşlananlar için seyredilmesi elzem bir film ‘Iberia’. Ama gideceğiniz sinemanın ses düzeninin de iyi olması gerekiyor filmden keyif alabilmeniz için. 

Filmin prova ve performans sonrasına dair görüntüleri de bazen iyi bir belgesel tadı veriyor. Bana, filmin sonunu açık ettiğim suçlaması yaşamadan bir film eleştirisi yazma şansı verdiği için Saura’ya ayrıca teşekkür ederim. 

Emret Komutanım Şah Mat

TARİH:  20 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Ah, şu geri zekâlı 

 Yönetmen: Mustafa Altıoklar, Taner Akvardar Oyuncular: Mehmet Ali Erbil, Sarp Levendoğlu, Seda Akman Türü: Aksiyon-Komedi Ülke: Türkiye 

Emret Komutanım Şah Mat filmi ve benzerleriyle, popüler Türkiye sineması militarizm ve milliyetçilik propagandası yapan, sorumsuz bir kulvara giriyor. 

Emret Komutanım Şah Mat zekâ özürlü bir grubun askerlik deneyiminden mahrum kalmamaları için bir günlüğüne askerlik yapmaları esprisi üzerine kurulmuş. Bir de Mehmet Ali Erbil’in canlandırdığı Rus ajan Karpov diye bir karakter var. Bu bazen Azeri bazen Kürt şivesiyle konuşan karakterin ise Üsteğmen Levent’le (Sarp Levendoğlu) geçmişten kalan bir hesabı vardır. Boğazda teknesiyle turlarken bir yandan da Levent’i imha etme planlarını hayata geçirmeye çalışır. 

Baştan söylemeli, ‘Emret Komutanım Şah Mat’ Türkiye sineması adına utanç verici bir film. Antalya Festivali sonrasında Türkiye sinemasının Avrupa’nın belki de en iyi sineması olduğunu düşünmeye başlamıştım ama aynı sinemanın ne kadar aşağılara inebildiğini görünce ayaklarım yere bastı. 

Filmin hiçbir esprisi yok, bir damla zekâ pırıltısı arasanız da bulamazsınız. Ama filmin asıl kızdıran yanı sonsuz sıkıcılığından çok politik duruşu. Bir defa komutanlar baba figüründe, Türkler ise onun yaramaz çocukları. Çocuklar yaramaz ama sapına kadar da askerler. 

Her Türk asker doğar ya, öyle işte. Bu yaramaz, çılgın ve hatta bir kısmı da geri zekâlı Türkler, iş ciddiyete binince birer kahraman kesilmeyi de bilirler. Ne demiş Amerikalı komutan: “Siz 10 yıl mı askerlik yaptırıyorsunuz? Nasıl bu kadar iyi asker bunlar?” demiş. Ne demiş Türk komutan: “Onlara bir gün askerlik yeter. Onların kanında gereken her şey var.” Tam olarak böyle değilse de bu anlama gelen sözler. Bu ne kompleks, bu ne, ne söylediğini işitmezlik? 

TBMM ABD ordularına Irak’a geçiş izni vermediğinde o Amerikalıların en yetkili ağızları değil miydi ana avrat hepimize, köpeklerimize bile küfreden? 

Ya düşman Rus ajanına ne demeli? Düşmanlarımızın en belirleyici özelliği, tabii ki erkeklikten yoksun oluşları. Yani Türkler’de olup da onlarda olmayan, asker doğma özelliğimiz dışında bir de erkekliğimiz. Militaristlik, erkeklikten soyutlanamaz zaten. 

Ya kadınlar? Karpov’un kadınları nedense uzaylı kıyafetlerinde ve makyajındalar. Uzay Yolu dizisinden çıkmış gibiler. 

Güzeller (tartışılır gerçi) ama robot gibi soğuk nevaleler hepsi. Onların da kadınlığı yok. Hoş, filmdeki bizim komutanlarımızın da erkek ya da kadın, en ufak bir cazibeleri yok ama onlar baba ve annelerimiz zaten. Yine de yapıştırma bir sahnede romans yaşıyorlar. 

Altoklar Prodüksiyon’un basın bülteninde iddia ettiği gibi bireysel ve toplumsal gelişime yapıcı anlamda destek veren diziler ve filmler üretmek”ten anladığı bu tür militarist, seksist filmler yapmaktan mı geçiyor? En düşük seviyeye hitap ederek, en büyük kitleyi sinemaya çekip, maksimum parayı kazanmak dışında bir amaç görülmüyor bu filmde oysa ki. 

Eminim, kendilerini Türkiye’nin Batılı yüzü olarak görüyorlardır bu filme emeği geçenler. Ordunun vesayeti altında bir toplumu peki bununla nasıl bağdaştırıyorlar? 

Mehmet Ali Erbil, dersine çalışmadan rolünü oynayacağını düşünmüş. Bildiği bütün şiveleri harmanlamış, bazen patlatmak, bazen partlatmak demiş ve ne yapsa komik olduğuna inanmış. 

Basın toplantısında da, “Türkiye sineması olmazsa, eleştirmenler de olmaz” diyerek bu filme destek vermemiz gerektiğini iddia ediyordu. 

Türkiye sineması bunlardan ibaret değil, sinema da Türkiye sinemasından ibaret değil. Ama mesele zaten eleştirmenlerle sinemacılar arasında değil. Onların da, eleştirmenlerin de sorumluluğu izleyicilere karşı. Ve popüler Türkiye sineması, ne yazık ki militarizm ve milliyetçilik propagandası yaparak sorumsuz bir kulvara girmiş durumda. 

Hayatındaki Azizleri Keşfetme Kılavuzu

TARİH:  20 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Hayatını pazarlama kılavuzu 

Orijinal Adı: A Guide to Recognizing Your Saints Yönetmen: Dito Montiel Oyuncular: Robert Downey Jr., Rosario Dawson, Chazz Palminteri Türü: Suç – Dram Ülke: ABD 

New York’un, Queens adlı bölgesinde 1980’lerde ergenlik yıllarını yaşayan Dito Montiel, önce kitabını yazmış hayat hikâyesinin, şimdi de filmini yönetmiş. Film bize genç Dito’nun ne kadar zor şartlarda, ne kadar tehlikeli ortamlarda yaşadığını göstermeye çalışıyor. 

Ama ‘Tanrı Kent’ gibi filmleri seyretmiş olan, devlet liselerinde her yıl birçok cinayet işlendiğini gazetelerde okuyan ya da gündelik şiddete bir şekilde sokaklarda tanık olan bizlere, ‘vay canına’ dedirtecek bir şey yok filmde. Sonunda yükselip yazar olmayı bir şekilde başarmış Dito’nun öyküsünü boş ve ilgisiz gözlerle seyrediyoruz. 

Bize ne bu kırık başarı hikâyesinden? Film iki düzlemde gidiyor ve arasında bir bağ kurmak da mümkün değil. Birinci düzlemde genç Dito’nun sokak hayatını, ikinci düzlemde ise hasta babası için yıllardır ziyaret etmediği evine dönüşünü görüyoruz. 

Dito’nun evine neden bu kadar küstüğünü, nasıl olup da bir yazara dönüştüğünü anlamıyoruz. Babasıyla derdi ne, o da hiç anlaşılmıyor. 

Amerikanın steril hayatlar yaşadığını sandığım eleştirmenleri pek etkilenmiş ama bizi kesmedi açıkçası. Belki Dito’yla, kankası Antonio arasındaki cinsel gerilime dair verdiği ipuçlarını biraz daha açsaydı yönetmen ilginç bir yerlere varabilirdik. Ama filmin ne sosyal hayata, ne cinselliğe dair söyleyebildiği önemli bir söz yok. “Başarılıyım ve de çok kederliyim, bakın bana!” diyen bir yazar-yönetmenin sesinden başka bir şey duyulmuyor film boyunca. 

Son Osmanlı: Yandım Ali

TARİH:  20 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Bir çılgın Türk daha 

Yönetmen: Mustafa Şevki Doğan Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu, Cansu Dere, Emin Boztepe Türü: Tarihi-Dram Ülke: Türkiye 

Turgut Özakman’ın ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabına bolca gönderme yapıldı, ‘Yandım Ali’nin gala gecesinde. Yapımcı da, yazar da birer çılgın Türk’tü sunuculara göre. Anlayacağınız üzere yine milliyetçi bir yapımla karşı karşıyayız, sayın seyirciler. Militarizm de elbette yerini almış. Filmde en dramatik sahnelerde muhakkak bir asker selamı çakılıyor, sahnenin kahramanları sivil dahi olsalar. 

Suat Yalaz’ın 1980’lerde yayımlanan çizgi romanı, ‘Yandım Ali’ filminin esin kaynağı. Filme adını veren Ali (Kenan İmirzalıoğlu), İngiliz işgali altındaki İstanbul’da yaşayan bir külhanbeyi, altın kalpli bir serseri. ‘Hayatımın Kadınısın’ın Tophaneli Tayfur karakterinin atası yani. Milliyetçi duygularına hâkim olamayan Ali, Yavuz Zırhlısı’nda bir Alman subayı patakladığı için donanmayı terk etmiş, Eski sevgilisi ise onun öldüğünü sanarak bir Rum silah tüccarıyla evlenmiş. Bir sürü macera ve içinde Ali, Mustafa Kemal’le tanışıyor ve nihayetinde işgale karşı direnişte safını alıyor. 

Tabii ki Ali, bir Suat Yalaz karakterinin olmazsa olmaz kuralına uyuyor ve bütün yabancı kadınları götürüyor. Bir Türk erkekine (şimdi yumuşak g harfi buraya uymaz!) hangi yabancı kadın dayanabilir ki? Bir yandan Türk erkeği mitiyle kendi gururumuzu okşayadururken, Kenan İmirzalıoğlu’nun cazibesine  dayanmanın gerçekten de pek mümkün görünmediğini teslim edelim. İmirzalıoğ sinemaya 30-40 yılda bir gelen bir erkek cazibesine sahip. Rolünün gereklerini de hakkıyla yerine getiriyor. 

Filmde gerçekten de masraftan kaçınılmamış ve belli bir estetik düzey yakalanmış. Ama filmin macerasının çok da ilgiyi ayakta tutan bir yanı yok. Ama asıl sorun yine politik duruşta, filmin Türkiye’nin azınlıklarına yaklaşımında. Filmin hainleri onlar. Türk hain de var ama o mecburiyetten ihanet ediyor ve ölmeden önce hatasını telafi ediyor. Ermeni tehcirinin suçluları İttihatçılar mazlum ve masum olarak resmediliyorlar. 

Bunca yaşanan şeyden sonra, tarihe daha soğukkanlı bakabilmemiz gerekmez mi? Azınlıklara karşı daha saygılı davranmak gerekmez mi? Ama Türkiye hızla militaristleșiyor. Ortadoğu’nun hali, bölünme korkusu milliyetçiliği şahlandırdı ve sinemamız da yangına körükle gidiyor. 

Çılgın Dersane

TARİH:  27 Ocak 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Hababam sineması 

Yönetmen: Faruk Aksoy Oyuncular: Tuba Ünsal, Yağmur Atacan, Alp Kırşan Türü: Komedi Ülke: Türkiye

Tuhaf şeyler oluyor Türk sinemasında. ‘Hababam Sınıfı’ esprisinden yola çıkıp ‘hababam dersanesi’ türünde bir film çekmek ve de dershaneyi Antalya’da bir tatil köyüne yerleştirmek kadar tuhaf bir fikir olabilir mi? Oluyor işte. 

Dershane dediğimiz şey zaten başlı başına bir tuhaflık, eğitim siteminin bozuk yapısının ürettiği bir anormallik. Zaten olmaması gereken bir şey. 

Bu garabet üzerinden bir de dershanelilik kimliği üretince iyice garabet bir film çıkmış ortaya. 

Ama amaç ortada: Bayan bacak, bayan popo gibi lakapları olan öğrenciler üzerinden cinsellik satmak. 

Fakat film o kadar saçma sapan ki, nasıl anlatsam, nerden başlasam bilemiyorum. Mesela bacağı alçıda bir öğrenci var ve bu nedenle sürekli itilip kakılıyor. Tamam aynı zamanda çok da sakar ama yani, insaf… Sonra lise mezunu olmayan iki Kürt karakter var, inatla üniversite sınavına hazırlayan bu dershaneye kayıt yaptırmaya çalışıyorlar. Pardon? 

Bir dershaneler arası yarışma var ve bu yarışmada bir moda defilesi de yapılıyor. Galiba giysileri bir öğretmen tasarlıyor! Rakip dershanenin, yani filmin kötüsünün adı ne biliyor musunuz? Hareket Dershanesi! 

Acaba MHP’ye bir gönderme mi var? Niye olmasın? Filmde acayip bir biçimde veriliyor olsa da bir ‘halkların kardeşliği’ mesajını dahi okumak mümkün. 

Filme mekânını veren Antalya Kaya Select Otel’in iyi bir reklamı yapılmış fakat, bunu da teslim etmek lazım. 

Amerikalılar Karadeniz’de 2

TARİH:  10 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Avrat, silah ve Türk 

Yönetmen: Kartal Tibet Oyuncular: Metin Akpınar, Peker Açıkalın, Kadir Çöpdemir Türü Komedi Ülke: Türkiye 

Amerikalılar Karadeniz’de 2 filminin gündeme oturan birçok unsurundan biri, filmde atıldığı için dikkat çeken ‘En Büyük Trabzon, başka büyük yok!’ sloganı

Her Türk asker doğar. Türkler çılgındır. Bu iki hipotezin nur topu gibi bir yavrusu var o da ‘deli asker’ tipi. ‘Emret Komutanım Şah Mat’ta zeka özürlüler askerlik yapıyordu, ‘Ameri kalılar Karadeniz’de 2’de Kadir Çöpdemir, kendisini asker sanan köyün delisini canlandırıyor. Sanırım “Maskeli Beşler Irak’ta”da da benzer tipler mevcut ama filmi görmedim. Delilik ile askerlik arasında kurulan bu ilişkiyle yoksa bu filmler bize askerliğin delilik olduğunu mu söylüyorlar? Yoksa bizi askerlikten soğutmaya mı çalışıyorlar? Şaka, tabii ki, hiç öyle şey yapar mı öz be öz Türk filmlerimiz? 

Ve fakat bu son dönem filmlerin senaryolarının belirli bir merkezde yazıldığına dair şüpheler edinmeye başladım. Mesela ‘Yandım Ali’nin kahramanı sevgilisini askerlik yaparken kaybediyordu çünkü sevdiceği onu ölmüş sanıyor ve gidip bir Rum silah taciriyle evleniyordu. ‘Amerikalılar Karadeniz’de’ de filmin kahramanı Muzaffer, sevgilisini askerlik yaparken başkasına kaptırıyor. Kime? Amerikalılara asker postalı satan bir üçkağıtçıya. 

Vatani görevini yapanın avradına yılan dokunmaz ama tüccar dokunuyor işte. Ben bu Ercüment adlı postal tüccarının Yahudi olduğundan şüphelendim ama film bu tezimi destekleyici bir ipucu vermiyordu. Amerikalılar Karadeniz’de’nin görünmeyen bir etnik unsuru daha var. Muzaffer’in askerliği sırasında karanlıkta kurşun sıktıkları, adını anmadıklarımız (bakınız Shyamalan’ın “Köy’ filmi). Onların da çoğunun meseleye bakışları daha az milliyetçi değil ya, bu başka ve derin bir konu. 

‘A.K.2’nin gündeme oturan bir başka yanı da filmde atılan “En Büyük Trabzon başka büyük yok” sloganı. Bu sloganın tam zamanında, en ihtiyaç duyulan anda geldiğini, takdir duygularıyla müşahede ettik. 

Amerikalılarla aşk/nefret ilişkimiz de filmin baş köşesine oturmuş durumda. Bakmayın itişip kakıştığımıza, ne onlar bizden ne biz onlardan vazgeçeriz, diyor ‘A.K.2.’

Mehmet Ali Erbil “Türk sineması olmazsa eleştirmenler de olmaz” diyordu. Türk sineması böyle giderse korkarım eleştirmen kalmayacak.

Bu filmlerden arka arkaya seyreden bir insanın ruh sağlığı ciddi bir şekilde bozulabilir. Sahi, niye bazı filmlerin girişine içerdeki estetik düzey kalıcı duygusal ve zihinsel hasara yol açabilir’ yazmıyor? O hasar çoktan oldu da ondan mı? 

© 2020 -CuneytCebenoyan.com