Olmayan kaldırımlar ve polis

TARİH:  13 Nisan 2011

GAZETE/DERGİ: Birgün

Yol hakkı yaya olarak bana aitti ama polis olduğunu sonradan anladığım sivil aracın kornası karşısında derhal kenara çekilip, beklemem gerekiyordu “Duyarlı olmam” gerektiği konusunda aldığım ders de cabası! 

Yaşadığım şey Türkiye için sıradan, abartılacak bir yanı olmayan bir olay ama yine de sinirlerimi germeye yetti. Perşembe günü saat 12.45 civarında, festivalde “Attenberg” adlı filmi seyrettikten sonra oyuncu Tülin Özen’le Turnacı Başı Sokak’taki “Hayvore” adlı lokantaya doğru bir şeyler yemek ve içmek üzere yürümeye başladık. Bu sokağı tarif etmek lazım: Sokağa girişte sağda bir balık lokantası var. Adı galiba “Balıkçı” olan bu lokanta sağdaki kaldırımı tamamen işgal etmiş, yolla kaldırım arasına da bir çit çekmiş. Sağda kaldırım diye bir şey kalmamış! Solda ise bir büfe var; o da buzdolabını ve gazete tezgâhını kaldırıma koymuş. Zaten çok dar olan soldaki kaldırım da kullanım dışı kalmış! Yani araçlarla birlikte yoldan yürümekten başka çare yok! Neyse ki gideceğimiz lokanta çok yakın. Beş, on saniyede varılacak mesafede. Fakat arkamızdan gelen siyah sivil araç, kenara çekilmemiz için hırsla kornasına basıyor. Korna sinir bozucu bir şey, bizden daha uygar ülkelerde kornaya hemen hemen hiç basılmaz. Çünkü bu davranış hakaret anlamına gelir ve çoğu zaman da hakaret etmek için kullanılır. Benim işittiğim korna da o nitelikteydi: “Cekil kenara!”, diyordu aracın şoförü bana. O sokaktan ne zaman geçsem zaten kaldırımın yok edilmiş olmasından dolayı sinirlenirim. Bu kez kaldırımı elimle işaret ederek, “Ne korna çalıyorsun? Görmüyor musun yürüyecek başka yer yok” dedim. Benim ona karşılık olarak çalacak bir kornam olsaydı, çalardım ama yoktu. O kornaya karşılık gelecek, kornayla eşdeğerde tek şey, sesim ve jestlerimle kendimi ifade etmekti. Ayrıca yaya olarak yol hakkı benimdi. Daha uygar bir ülkede olsak yayayı gören araç güvenli bir mesafede durur ve yayanın geçmesini beklerdi ve doğrusu da budur. Ama Türkiye’deydik, yayaların kendilerinden daha güçlü araçlara uymaları, onları beklemeleri normal olandır burada. Nitekim öyle oldu. Sen misin itiraz eden, üstelik de elinle kaldırım olmadığını ve kornadan rahatsız olduğunu ifade etmeye kalkan! Meğer arkamdan gelen polismiş. Önce arabayı üzerime bir miktar sürdü, sonra da sirenini çaldı, o zaman neye çattığımızı anladık. Lokantanın önüne gelip durduk. Sivil giysili bir polis çıktı içinden; niye el hareketi yapmışım, GBT yapacakmış, kimliğimi verecekmişim. Tülin Özen niye kimliğimizi istediğini soracak oldu, derhal ona da aynı şey söylendi: “Kimliğini ver!” Bizi tanıyan lokanta garsonlarından biri geldi, o da ağzını açmaya kalktığı için, kimliğini vermeye zorlandı. Konuşmak imkânsızdı, ağzını açan derhal GBT ile korkutuluyor ve kimliği isteniyordu. GBT bir önlem değil, bir tehdit aracıydı. Yürüyecek yer olmadığını söyleme çabalarımız dinlenmedi. Topu topu beş, on saniye bekleseler zaten yoldan çekilmiş olacaktık ama onlara derhal yol vermemiz gerekiyormuş. Beş, on saniye bekleyemeyen polisler şimdi araçlarıyla yolu tıkamış, arkalarında beklemek zorunda kalan bir araç konvoyu oluşturmuşlardı. Doğru davranmamız konusunda derslerimiz verildi. Eğer lokantanın sahipleri gelip, destek olmasalardı bu iş orada kalır mıydı, emin değilim. Terörize edildim ve başka bir filme gidecek keyfim kalmadı. Ama yine de ucuz atlattığımız duygusu içindeyim. Kamu malı olması gereken kaldırımın tümü, yine kamuya hizmet etmesi belediye tarafından özel bir şirkete verilmiş ve yine halka güven vermesi gereken bir başka kurum yani polis tarafından “olmayan kaldırım”da yürümediğim için karakola çekilmekle korkutulmuştum. Yol hakkı yaya olarak bana aitti ama polis olduğunu sonradan anladığım sivil aracın kornası karşısında, derhal kenara çekilip, beklemem gerekiyordu. “Duyarlı olmam” gerektiği konusunda aldığım ders de cabası! Polis afişlerde güven duymanız bize yeter diyor. Olur! Yeter ki siz isteyin! Ama biz de kaldırımlarımızı, yaya olarak haklarımızı istiyoruz! 

Transkripsiyonlasak da mı saklasak?

Tarih: 1 Mart 1995 Çarşamba

 Gazete/Dergi: Yeni Tanin

Konuştuğumuzda mangalda kül bırakmıyoruz. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası ilan ediyor, Bakü-Ceyhan Boru Hattı’nın döşenmesiyle (Amerika kısmet ederse) dünya petrol piyasasında önemli bir aktör olma hayalleri kuruyoruz. Türki Cumhuriyetler mi desek yoksa Türk Cumhuriyetleri mi desek diye derin tartışmalara gark oluyoruz. Ama tarihsel kültürel bağlarımız olan milletlerin kurumlarının, insanlarının vs. adları söz konusu olunca başvuracağımız kaynaklar yine Batı oluyor.

 Hürriyet gazetesinin pazar dergisi Show’da Murat Bardakçı bu konuya değinmiş. Cehar Dudayev diye bildiğimiz Çeçenya (yoksa Çeçenistan mı?) Cumhurbaşkanı’nın adının aslında Cevher Dudai olduğunu yazan Bardakçı şöyle devam ediyor: ‘…Cevher’i Cehar yapan ne eski Komünist rejimdi, ne çoluk çocuk bütün Çeçenler’i Orta Asya’ya süren Stalin, ne de Bulgaristan’ın sabık ve ‘sakıt’ Jivkov’unun Türklerin adını değiştirmekte birbiriyle yarışan hempaları… Biz becermiştik bu işi…’ Bardakçı başka ilginç örnekler de vermiş.

 Becerdiklerimiz Bardak’çının örnekleriyle sınırlı değil elbette. Yıllardır Bakü-Ceyhan Boru Hattı’nın hayaliyle yaşıyoruz. Bu hat gerçekleştiğinde milletçe refaha erişeceğimize olan inancımız tam. Bu hayalin saçmalığı bir yana, bu kadar önem verdiğimiz bir konuda bile Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi’nin adı söz konusu olduğunda (Gazetemiz de dahil olmak üzere) basınımızda SOCAR diye bir kısaltmanın geçmesi dünyaya nereden baktığımızı iyi bir göstergesi. Eğer Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi’ne Azerbaycan’da kısaca Azneft (Azerbaycan’ın Az’ı ve neft yani Azericede Petrol) dendiğini biliyorsanız, bu SOCAR’ın neyin nesi olduğu konusunda biraz kafa patlatmanız gerekiyor. Sonunda bilmece çözülüyor: SOCAR,  State Oil Company of Azerbaidjan Republic’in yani Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi’nin İngilizcesinin baş harflerinden oluşuyor. İngiliz ya da Amerikalıların bunu yapmak için haklı gerekçeleri var. Ne de olsa İngilizce konuşuyor adamlar. İyi de biz niye Azneft demek ya da ACDPŞ gibi bir kısaltma kullanmak yerine SOCAR diyoruz orası meçhul.

 Bir başka örnek de Fenerbahçe’nin UEFA kupasının ilk turunda karşılaştığı Azeri ekibi Gazetelerde Fenerbahçe’nin FC Touran diye bir Azeri takımı ile eşleşti yazıldı. Touran’ın bildiğimiz Turan olduğu neyse ki birkaç gün sonra keşfedildi.

Turan, Fransızca ya da İngilizce transkripsiyonda Touran olmuştu. Ya baştaki FC ne ola ki? O da olsa olsa football club’dür. Bunu da çözdük. Türkiye’de okur olmak öyle kolay değil. Yazarlarımız okurlarının pasif kalmalarını istemiyorlar, okurken düşündürmek de istiyorlar. Sağ olsunlar.

 Bir başka örnek de Çin’in Uygurların yaşadığı Sincan Bölgesi. Bu da Xingxian gibi Türkçede okunamaz bir halde yazılıyor sık sık. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ayzenştayn’ı Eisenstein, Çaykovski’yi Tchaikovsky diye yazmak gibi. Biz zoru seven bir milletiz kısacası.

Eksantrikler daha uzun yaşıyor daha sağlıklı ve daha yaratıcılar

3 Mart 1995 Cuma

Gazete dergi: Tanin

 ‘Çatlaklar kutsaldır, çünkü ışığın içeri girmesine izin verirler.’ Bu aydınlatıcı fikrin sahibi klinik psikolog David Weeks’in incelediği bin küsur eksantrik arasında yer alan, kafasını kedilere ve dans etmeye takmış Ella adlı yaşlı bir ‘çatlak’.

 Kısacası Ella teyze, Weeks’in uzun araştırmaları sonucunda vardığı sonucu zaten içgüdüsel olarak biliyormuş.

 Weeks’in araştırmasının sonuçlarına göre eksantriklerin (bu kavram için Türkçede ‘lodosçu’ karşılığını öneriyoruz) oranı toplam nüfus içinde yalnızca on binde bir. Ama yaratıcılıkları, zekaları, sağlıkları, saadetleri ve hatta yaşama süreleri toplum standartlarının çok üstünde. Bu olgunun nedenlerini anlamak herkes için daha iyi bir hayatın kapısını aralayabilir.

Weeks’in ‘Eksantrikler-Kahve Masası Kitabı’ adlı yapıtı Şubat ayı içinde yayımlandı. Weeks’e göre ‘Lodosçular ifade özgürlüğünün olduğu ortamlarda kendilerini bulabiliyorlar. Baskıcı rejimlerde onlara hoşgörü gösterilmiyor.

 Amerikalı lodosçularla İngiliz lodosçular arasında da farklar var. ‘Amerikalılar daha nazikken, İngilizler daha alaycı. Amerika’da daha çok kadın lodosçu var ve daha iddiacılar. İngiltere’de lodosçuların üçte ikisi erkek, Amerika’da ise üçte ikisi kadın. Bunun nedeni muhtemelen Amerikan kadınlarının daha uzun süredir özgür düşünüyor olmaları.’ diyor Weeks.  

 Refah düzeyinin de lodosçulukta önemli payı var. Varlıklı insanlar alışılmadık biçimde davranmada daha özgürler. 

 Bilim laboratuvarları ve akademilerin fildişi kuleleri de lodosçuların çiçek açabildiği verimli topraklar arasında.

 Buraları 18. yüzyıl  giysileri giyen ve Yunan şiirinin Altın Çağı üzerine araştırmalar yapan profesör  Jonathan Barnes gibileri için ideal ortamlar. Sanat ve moda dünyası da öyle. Bir rockçı için ise lodosçu olmamak düşünülemez.

Weeks’in  gözde lodosçusu ise Dr. Patch Adams. Gerçek bir doktor olan Adams hastalarını muayene ederken kırmızı bir burun takıyor ve bir palyaço gibi davranıyor.

 Ama en önemlisi hastalarından ücret almıyor. ‘Patch lodosçuluğun en iyi yanlarını kendinde barındırıyor‘ diyor Weeks.

Weeks  espri anlayışının insanların uzun yaşamasındaki en önemli etken olduğunu düşünüyor: Lodosçulardan öğrendiklerimi depresyon tedavisi için gelen hastalarıma uyguluyorum ve eskisinden çok daha iyi sonuçlar alıyorum.

 Gevşemelerine, hayal güçlerini ve mizah yeteneklerini kullanmalarına yardımcı oluyorum. Nevrotikler genellikle aşırı ciddi oluyorlar. Onlara, lodosçuların yaptığı gibi kendilerine ve dünyaya gülebilmeyi öğretmeye çalışıyorum. ‘Lodosçu düşünme terapisi’ dediğim bir yöntem geliştirdim.

 ‘Nevrotikler, toplumun kendilerinden beklediğinden de fazla, aşırı uyumlu olma eğilimindeler. Bu da endişeye ya da kronik depresyona yol açabiliyor.

 Lodosçular çok nadir olarak depresyona giriyorlar. Nevrotikler herkes kadar iyi olmadıklarını düşündüklerinden kendilerini perişan hissediyorlar ama ‘lodosçular farklı olduklarını biliyorlar ve bundan keyif alıyorlar.’

 Sabahtan akşama kadar, çoğu insanın çöplük diyebileceği bir kulübede yaşayan ya da sadece patatesle beslenen lodosçular sağlıklarını mizah duygularına mı borçlular? En azından kendileri böyle düşünüyor. Neredeyse yalnızca  patatesle beslenen Alan Fairweather ‘Başkalarının hiç fark etmedikleri şeylere gülüyorum’ diyor.

 İnsanın KF’si – tıkırdama faktörü- olmalı diye ekliyor sütyen ısıtıcısı adlı meme koruyucu bir araç icat eden John Ward.

Weeks’in  lodosçu olarak kabul edilebileceğini düşündüğü ünlüler arasında Samuel Johnson, Albert Einstein, Charlie Chaplin, Emily Dickinson ve Alexander Graham Bell gibi adlar var.

 Gayriresmi çağdaş lodosçular listesinde ise Michael Jackson, Katherine Hepburn, Bob Dylan, Brigitte Bardot ve David Ballamy bulunuyor.

 Lodosçuluğun yaşla da ilgisi var. Özellikle kadınların lodosçuluk özellikleri yaşlandıkça gün ışığına çıkıyor.

Weeks  bunun menopozla alakasının olmadığını, kadınların çocuk yetiştirme gibi görevlerinin sona ermesini beklediklerini ileri sürüyor.

Farklı olmanın 10 ilkesi 

David Weeks lodosçuların bazı özelliklerini sıralıyor (önem sırasına göre)

 Hepsi bu özelliklerin tümüne sahip değiller elbette. Ama en azından 10’una sahipseniz büyük bir  ihtimalle bir lodosçusunuz ( Bu durumda ‘normal’ dostlarınızdan -tabii hala kaldıysa- büyük bir ihtimalle daha uzun daha sağlıklı bir hayat süreceksiniz.)

  • uyumsuz
  •  yaratıcı
  •  çok meraklı
  •  idealist (dünyanın daha iyi bir yer ve insanların daha mutlu olmasını isteyen)
  •  bir ya da daha fazla hobiyle saplantılı biçimde uğraşan
  •  çocukluğunda farklı biri olduğunun farkında olan 
  •  zeki, fikir sahibi, açık sözlü
  •  haklılığına ve dünyanın yanlış yolda olduğuna inanan
  •  yarışmacı olmayan (onaylanmaya ya da desteklenmeye ihtiyacı olmayan)
  • sıradışı beslenme alışkanlıkları ve yaşama düzeni olan
  • başka insanların fikrine ve eşliğine pek meraklı olmayan (kendi -doğru- fikrine ikna etmek dışında)
  •  sıradışı bir mizah duygusuna sahip 
  • bekar
  • genellikle ailenin tek ya da en büyük çocuğu
  • kelimeleri deforme ederek kullanan

Eccentrics- The Coffe Table Book, David Weeks and Jamie James, Weidenfeld and Nicolson Yayınevi

LOKALLER CAFE’LER VE SOKAK ÇALGICILARI

Tarih: Güz Kış 1991

 Gazete/Dergi: Pamukbank Genç 

Viyana’ya 26 saat süren bir otobüs yolculuğunun sonunda ulaştığımda yabancı bir yerde olmanın bütün tedirginliğini üzerinde taşıyorum. Eşyalarımı istasyondaki emanet dolaplarından birine bırakırken bozuk paralarımı yere düşürüyorum, anahtar dolabın kapısını bir türlü kilitlemiyor, acaba yanlış bir şey mi yaptım diye düşünüyorum, ama sormaya cesaret edemiyorum. Başka bir dolabı deniyorum, bu sefer oluyor. Sorun dolaptaymış… Birkaç saat sonra on yıldır görmediğim lise arkadaşım Ayseli’yle buluşacağım. İstanbul’da gözümü korkutmuşlar; ‘Avusturyalılar soğuk ve egoisttir, orada uzun süre kalan Türkler de zamanla onlara benziyor’ diye. İnsana dair bütün genellemeler gibi bu da yanlış çıkıyor neyse ki. Gerek Ayseli ve eşi Fritz, gerekse Viyana’da tanıştığım Burak beni son derece sıcak karşılıyorlar ve evlerinde konuk ediyorlar. Ayseli’yle hemen o akşam Viyana cafe ve lokallerindeki maratonumuza başlıyoruz. Lokal, bizdeki barların ya da İngiltere’deki pub’ların Viyana’daki karşılığı. Ama ne pub’lar ne de barlar lokalleri anlatmak için yeterli değil. Lokaller her şeyden önce genç yerler, yani gençliğin mekanları.

Bu ortak özelliğin dışında hepsinin kendine özgü bir atmosferi var. Blue Box adlı lokalde punk, Santo Sprito’da klasik müzik çalıyor. Kixx Bar’ın rengarenk duvarları, Donan’ın dans edilebilecek bir pisti ve dis jokeyi var. Cafe’lerle lokaller arasına da kesin bir çizgi çekmek zor. Viyana’nın en eski cafe’si Hawelka da böyle bir yer. Neredeyse kucak kucağa oturulan salonunda, bu içiçeliğin ve öpüşen çiftlerin verdiği erotik bir atmosfer hakim. Ama şaşkın muhabiriniz fotoğraf çekmek için gereken diğer bütün eylemleri harfiyen uygulamış olmasına rağmen makinesine aceleyle taktığı filmi doğru dürüst yerleştirmediği için size buralardan fotoğraf sunamıyor. Gidip görmeniz gerekiyor. N’apalım…

Görülmesi daha doğrusu yaşanması keyifli diğer lokaller arasında nefis birası olan Freihaus,  mönüsündeki ve duvarlarındaki İlginç fotoğraflarıyla Amerling-Beisl, Europa, duvarlarındaki konser, film ve sergi afişleri ile Viyana’da ne olup bittiğini öğrenebileceğiniz Galerie Bar Cafe Secession ile Kleines Cafe’yi de saymak gerek. Tabii bir de bir konser izlediğim ve fotoğrafını çekmeyi başardım Szene Wien’in barı ya da lokali. Ayseli ile o lokal senin bu lokal benim (bütün lokaller bizim…) dolaşırken her durağın ve o duraktan hangi taşıtlara binilebileceğinin anons edildiği Viyana metrosu ve tramvaylarıyla ve tabii Kärtner Caddesi’yle tanışıyorum. Karlplatz ve  Stephansplatz durakları arasında yer alan Kärtner Str. Viyana’nın en canlı kesimini oluşturuyor. Büyük mağazalar, Sacher pastalarına adını veren Sacher Oteli cadde üzerinde. Gittiğimiz ve gidemediğiniz lokal ve cafe’lerin (ünlü mimar Adolf Loos’un adını verdiği cafe’ye yalnız üyeleri girebiliyordu) sinema ve tiyatroların birçoğu da caddenin çevresinde yer alıyor. Trafiğe tamamen kapalı bir cadde Kärtner. Bizim İstiklal Caddesi’nden farklı olarak, ne tramvay geçiyor ne de resmi ya da sivil herhangi bir araç. İyi havalarda sokağa taşan cafe’ler ve adım başı rastladığımız sokak çalgıcıları bu durumdan sonuna kadar yararlanıyorlar ve caddeyi yaşanılan bir mekana dönüştürüyorlar. Şansıma Mart ayında olmamıza rağmen hava genellikle pırıl pırıl. Ama ben Viyana’nın soğuğuna karşı İstanbul’da çok uyarılmış olduğum için, ayağımda kocaman çizmeler ve içi kürklü anorağımla dolaşıyorum. Yanımda başka eşyamı yok. İstanbul’un gri, puslu havasının yanında Viyana’nın havası cennet gibi oysa. 

Kärtner Caddesi’ne sık sık gidiyorum Viyana’da kaldığım süre boyunca. Başlıca nedeni çalgıcılar; bu açık hava konserleri gerçekten dinlemeye değer. Bir Imbiss’ten (büfe) sandviçimi alıp dolaşıyorum.

Bir köşede Güney Amerikalı bir grup Inti Illimani’den şarkılar çalıyor, bir başka müzisyen aryalar söylüyor, bir çift ise sehpalarına notalarını yerleştirilmiş klasik müzik çalıyorlar. Gelen geçen duruyor, bir süre dinliyor, beğendiyse para atıp yoluna devam ediyor. Mozart’ın ülkesine yaraşır bir ortam. Aklımdan uçuk düşünceler geçiyor. İstiklal Caddesi’nde bir sokak çalgıcıları festivali düzenlemek gibi. Ne ışık, ne sahne düzeni, ne de ön rezervasyonlara gerek var. Beğenen istediği kadar dinler, sıkılınca çeker gider. Sanatçıyla, izleyicisi arasında hiçbir sınırın, koruma görevlilerinin olmadığı bu gösteri biçimi hoşuma gidiyor. 

Viyana’dan İstanbul’a lokaller, cafe’ler, biralar, sokak çalgıcıları, Schiele ve Klimt’in resimleri ve tabii ki dostlukları yanımda getiriyorum. Bir de orada tanıştığım Jack Berrocal ve John Zorn gibi avant-garde müzisyenlerin kasetlerini. Yün berem ve kaşkolümü ise lokallerden birinde unuttum galiba. Yine de ucuz atlatmış sayılırım, fotoğraf makinem filan yanımda. Anılarımda… 

Bir Şövalyeydi Onat Kutlar

Tarih: Ocak 2010

Gazete/Dergi: Milliyet Sanat 

Onat Kutlar’ın bombalı bir saldırıda ölümünün üzerinden 15 yıl geçti. Aynı saldırıda ablası Yasemin’i de kaybeden Cüneyt Cebenoyan, bilinenin aksine olayın faili meçhul olmadığını belirtiyor. 

ONAT KUTLAR’ı kaybedeli 15 yıl oldu. Onat Kutlar şairdi, denemeciydi, hikaye ve senaryo yazarıydı ama bence her şeyden önemlisi bir eylem adamıydı. Bir şövalyeydi o ve daima en ön safta savaşıyordu. Hikaye denilince ”İshak”la öncü bir eser ortaya koymuştu. Kürt açılımından çok önce Kürt gerçekliğini anlatan senaryolara imza atmıştı. 1965’te Sinematek’i kurmuş ve yönetmişti. Böylece, İstanbul Film Festivali başlamadan çok önce, dünya sinemasını İstanbullular için izlenebilir hale getirmişti. Ki zaten İstanbul Film Festivali de onun katkılarıyla büyüyüp serpilecekti. 

Hayatımızda önem sahibi olmuş ve olmayı sürdüren birçok insanı o keşfetmiş, ellerinden tutmuş ve bugün bulundukları yerlere gelmelerini sağlamıştı. 12 Eylül döneminde de susmamış, “Aydınlar Dilekçesi’ne öncülük etmişti. Bence baş yapıtı olan eserlerini ise burada, Milliyet Sanat’ta yayımlamıştı ilk kez. Bunlar 12 Eylül karanlığında içerde yatanlara yazılmış mektuplardı ve sonra “Yeter ki Kararmasın” adı altında kitaplaştırıldılar. 

Kutlar bu kitabında dönemin aydınının içinde bulunduğu ruh halini çok iyi anlatmıştı “Düşle Gerçek Arasında” başlıklı yazısında: 

“Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir? 

Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gün düzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır.” (15 Aralık 1982) 

Bunları yazdıktan 12 yıl sonra o bitmek bilmeyen alacakaranlık Onat Kutlar’ı da yuttu. Onurlu bir mücadele vermeyle alçaklık arasında yolunu kaybeden birileri bir kör saatte öldürdüler onu. 

Kutlar, 30 Aralık 1994 günü The Marmara Oteli’nin girişindeki Opera Pastanesi’ne gitmişti. Eşi Filiz Kutlar’la evlilik yıldönümlerini kutlayacaklardı. Ablam Yasemin Cebenoyan da aynı saatlerde aynı pastanedeydi. Yasemin’in de bir gün önce doğum günüydü ve bir arkadaşı hediyesini vermek için Yasemin’i o pastaneye çağırmıştı. Deniz Demiradlı başka biri de o gün aynı saatlerde o pastaneye gitmiş, aranmadan içeri girmiş ve paltosunu askıya asıp çıkıp gitmişti. Paltoda bomba vardı. O günlerde Taksim’deki kafelere ve barlara yönelik ciddi tehditler savuran köktendinci örgütler vardı ama önlem alınmamıştı. 

Kaderlerini bomba birleştirdi 

Federico Garcia Lorca’dan söz ettiği, 15 Haziran 1983 tarihli ve yine ilk kez Milliyet Sanat Dergisi’nde yayımlanan “Granada” başlıklı yazısına “Kokuyu duyuyor musun? Sanki bir yerlerde yasemin var,” diye başlar Onat Kutlar. Yasemin’in o gün orada olduğunu bilmiyordu Onat. Tanışmıyorlardı. Kaderlerini o bomba birleştirdi Bombanın patlaması sonucunda vücuduna saplanan metal parçaları Yasemin’i o gün o pastanede öldürdü. Yasemin 37 yasındaydı. Onat Kutlar ise aldığı yaralar sonucunda hastaneye kaldırıldı. Bağırsaklarında oluşan yara fark edilmedi. Bu yara sonucunda 11 Ocak 1995 günü hayatını kaybetti. Kutlar öldüğünde 59. doğum gününe sadece iki hafta kalmıştı. 

Yasemin hayatımdaki belki de en önemli kişiydi. Onat Kutlar’la ise giderek gelişen bir dostluğumuz, iş arkadaşlığımız vardı. Bir sektör dergisinde tanışmış, bir televizyon programının yapımında birlikte çalışmıştık. İstanbul Film Ajansı adlı bir şirketi vardı Kutlar’ın. Bu şirkette yapımcı olarak çalışan Fatih Aksoy istifa ettiği zaman Kutlar bu görevi bana teklif etmişti. Para işlerinden anlamadığım için ürkmüş, cevap vermeyi erteleyip durmuştum. Ardından da bomba geldi. 

Kutlar hedeflenmemişti 

Aradan 15 yıl geçti. Bugün, Kutlar’ın katillerinin bulunmadığını sananlar çoğunlukta. Bu dediğim bir tahmin değil, bizzat konuştuğum bazı iş arkadaşları bile benden öğrenene kadar aynı kanıdaydılar. Öyle sanılması için yeterince neden var. Örneğin Atilla Dorsay, Kutlar’ın ölümünün 9. yıldönümünde 11.1.2004 tarihli Sabah Gazetesi’nde şöyle yazmış: “Asla bilinmemiş katili, katilleri, o serseri bombanın ne denli güzel bir insanı öldürdüğünü bilseler, hayatları nasıl kararırdı diye hep düşünmüşümdür…” 

Zeynep Oral ise 10 Ocak 1993’te Cumhuriyet’te şunları söylemiş: “Aradan yedi yıl geçti ve bu ülke hâlâ onun ve Yasemin’in katillerini bulamadı.” 

Daha yakın tarihten bir örnekte, Radikal Kitap’ın 25 Eylül 2009 tarihli sayısında, Burcu Aktaş şöyle yazmıştı: “Bombayı bırakanlar bulunmadı (sahi, yazarları, düşünce adamlarını öldürenler itinayla bulunamıyordu buralarda).” 

Oysa olaydan çok kısa süre sonra dönemin başbakanı Tansu Çiller bombayı koyanların bulunduğunu basına bizzat açıklamıştı. Bombalamadan PKK sorumluydu. Reha Muhtar’ın haber programında sanık Deniz Demir’in poliste yaptığı itirafları kendi ağzından dinlemiştik. Demir’in davası, başka davalarla da birleştirildiği için Nisan 2007’ye kadar uzadı ve nihayet Yargıtay’ın da onamasıyla bu tarihte sonuçlandı. Pişmanlık yasasından yararlanan ve 9,5 yıl hapiste kalan Demir daha önce tahliye edilmiş olduğu için dava sonuçlandığı sırada serbestti, fakat 2,5 yıl daha yatması gerekiyordu. Deniz Demir kalan cezasını çekti mi, çekmedi mi, bilmiyorum. Eğer, davanın sonuçlanmasından sonra içeri alındıysa, şimdi cezasını tamamlamış ve özgür olmalı. Alınmadıysa da zaten serbestti. 

Şeriatçı barbarlar 

Olayın ardındaki örgütün PKK çıkması beklenen bir şey değildi. Şeriatçı İBDA-C olayı üstlenmişti zaten. 12 Ocak 1995 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde ilk sayfadaki başlıklardan biri “Şeriatçılar Kutlar’ımıza Kıydılar” idi. PenYazarlar Derneği de ‘şeriatçı barbarları’ suçluyordu yaptığı basın açıklamasında. Kürt hareketinin Onat Kutlar’la alıp veremediği yoktu ve olamazdı ki! Ama Kutlar kişisel olarak hedeflenmemişti; bu gerçek göz ardı ediliyordu. Bombanın kimi öldüreceği belli değildi. Ölenlerin kimliğinden yola çıkılarak katilin kim olması gerektiği sonucuna varılıyordu ve bu sağlıklı bir yöntem değildi. PKK’nın bazen sivilleri de hedef aldığı tamamen göz ardı edilmişti. Soruşturmanın ne denli sağlıklı yapıldığına dair de kuşkular vardı. Ki bu kuşkuları en çok dile getiren, soruşturmanın eksiklerini en çok eleştiren kişi ben oldum. Ama olgu olgu dur! Kesinleşen yargı kararına göre Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan’ı PKK öldürdü. Bu sonucun hakikati yansıtmadığına inanmak herkesin hakkıdır. Ama yargının kararını yok saymak yanıltıcı bir tavır oluyor. 

“Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Hazal” gibi Kürt halkının geri kalmışlığını ele alan filmlerin senaristi Kutlar’ın ve ablam Yasemin’in yaşam ve ölümlerinin Kürt Türk barışının kurulmasına, şiddetin sona ermesine katkıda bulunabilmesini diliyorum. Bunun için olguları görmezden gelmek değil, onları bütün yönleriyle ele almak ve tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Yoksa, onurla alçaklığın sınırlarının birbirine karıştığı bu kör saatten, her şeyi yutan bu alacakaranlıktan çıkamayacağız. 

Arapçaya teşekkür ederim!

TARİH:  4 Şubat 2012
GAZETE/DERGİ: Birgün

Ben Cumhuriyet gazetesi okuyarak büyüdüm. Dolayısıyla Arap kökenli olan her şeyi küçümsedim ve dışladım. Çünkü Cumhuriyet gazetesinin yazarları Arap kökenli olan her şeyden tiksinirdi. Arabeskten tiksinirdi, Arapça kökenli sözcüklerden tiksinirdi. Arap dünyası sadece ve sadece gericiliği, bağnazlığı  ve pisliği temsil ederdi. Bu önyargılarla yüklü tutum, benim de kanıma işlemişti.

Ben zamanla değiştim. Ama Araplara ve Arapçaya yönelik önyargının örneklerine sürekli rastlıyorum.
Atilla Aşut gazetemize hoş gelmiş! Fakat 30 Ocak tarihli ve “İğne ve Çuvaldız” başlıklı ilk yazısına ciddi bir itirazım var:

“ Hazır “Medya Mahallesi”nden söz açılmışken, Ayşenur Arslan’ın dilinden düşürmediği “hakkaten” sözüne de değinmeden geçmeyelim. Dilimizde böyle bir sözcük var mı? Değerli meslektaşımız, “hakikaten” sözcüğünü ekranda “hakkaten” diye seslendirerek genç kuşaklara kötü örnek oluyor. Oysa güç söylenen bu Arapça sözcük yerine, dilini “gerçekten” demeye alıştırsa sorun kalmayacak…” diye yazmış Atilla bey.

Öncelikle Arapça bizim için yabancı bir dil değil. Çünkü Arapça bu topraklarda en çok konuşulan dillerden biri; Türkçe, Kırmançi ve Zazakiden sonra Arapça gelir. Bu nedenle de TRT Arapça bir kanal açmadı mı? ÖDP’nin belediye başkanlığına sahip olduğu Samandağ’da yaşayanlar arasında Arap kökenliler önemli bir niceliğe karşılık gelmiyor mu? Hataylılara gidip, “hakikaten zor söylenen Arapça bir sözcük, onun yerine dilinizi gerçekten demeye alıştırın” denilebilir mi?
Ve bir de şu var: Hakikat ve gerçek farklı kavramlar. Mesela İngilizcede hakikat için “truth”, gerçek için ise “real” ya da “reality” gibi farklı sözcükler var. Yani istesek de “truth” için kullanabileceğimiz başka bir sözcüğümüz yok, tek seçeneğimiz “hakikat”. Gerçek, hakikat ile aynı anlama gelmiyor.

Ayrıca birçok Türkçe sözcüğü de yutarak konuşuruz. “Geliyo musun?” diye sorarız, “geliyor musun?” diyen pek yoktur. Mesele sözcüğün Arapça ya da Türkçe kökenli olmasıyla alakalı değil aslında. “Hakikaten”i bir spikerin “hakkaten” olarak söylemesi bir sorun olabilir ama bizim kendi aramızda hakkaten dememiz neden bir sorun teşkil etsin ki? Kimse gündelik konuşmasında spikerler gibi konuşmak zorunda değil.

Arapçaya kızmak sadece nankörlük olur. İletişimimize katkılarından dolayı Arap kültürüne ve diline bir teşekkür borçluyuz. Hatta Arapça olmasa birbirimize “teşekkür” bile edemeyecektik çünkü teşekkür de Arapça kökenli. Yoksa güç söylenen Arapça kökenli bu sözcük yerine bir komutana selam verir gibi “sağ ol!” mu dememiz lazım? 

Seyfi

TARİH:  12 Mayıs 2012
GAZETE/DERGİ: Birgün

Spot: Seyfi evi ile işi arasında gidip gelirken, ölüyor. Berbat trafik yüzünden ölüyor. Seyfi’ye çarpan aracın şoförü, aniden en sol şeritten en sağ şeride geçiyor çünkü sağda bir sapak var. Neden daha önce sağ şeride geçmemiş bilmiyoruz.

Seyfi’yi öldüren çarpma nasıl oldu, sizinle paylaşmak istiyorum önce çünkü yanlış bazı senaryolar dolaşıyor ortalıkta. Seyfi’nin kullandığı “motosiklet” bir Vespa.  Vespa, sürat ve macera meraklılarının kullandığı bir motosiklet türü değildir. Vespa şehir içinde pratik olduğu için tercih edilen bir araçtır. İşiniz gereği şehir içinde çok dolaşıyorsanız ve berbat trafikte saatlerinizi kaybetmek istemiyorsanız, mantıklı görünen bir tercihtir. Vespa kullanan başka arkadaşlarım da var. Hepsi de işlerini zamanında yapabilmek için bu aracı tercih ediyor.

BU KAZA BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL
Seyfi’ye öğleden sonra 4 sularında bir otomobil arkadan çarpıyor. Bazen yazıldığı gibi, Seyfi akşam vakti doğum günü kutlamasından dönerken kaza yapmıyor. Bu senaryo akla hemen Seyfi’nin alkollü olma ihtimalini getiriyor ama böyle bir şey yok. Seyfi evi ile işi arasında gidip gelirken, ölüyor. Berbat trafik yüzünden ölüyor. Seyfi’ye çarpan aracın şoförü, aniden en sol şeritten en sağ şeride geçiyor çünkü sağda bir sapak var. Neden daha önce sağ şeride geçmemiş bilmiyoruz. E-5 gibi bir yolda, trafiğin en yoğun olduğu saatlerde hızla 3 şerit birden değiştirip, hiçbir araca çarpmazsanız sürpriz olur. Sürpriz olmuyor. Otomobil, Seyfi’nin Vespa’sına arkadan çarpıyor, düşen Seyfi’ye bir başka araç daha çarpıyor.   Seyfi, bütün önlemlerini almış, kaskını takmış, sağ şeritten makul bir hızla giderken ölüyor yani. Çünkü TEM ve E-5 potansiyel katillerle dolu yollar; çünkü bu yollarda slalom yaparak araç kullananlara her zaman rastlanır. Ve bunlara karşı hiçbir önlem alınmaz. Bu nedenlerle de Türkiye trafik kazalarında başı çeker birçok kategoride. Eğer, Seyfi’yi neyin ve kimin öldürdüğünü arıyorsanız, trafiği adam etmekle pek de uğraşmayan devleti hesaba katmanız gerekir. Motosiklet kullanmanın doğal sonucu ölmekse motosiklet kullanımı yasaklansın. Ama öyle olmamalı değil mi? Fakat motosiklet kullanmanın doğal sonucu ölmekmiş gibi görülüyor. Bunu çok kişiden duydum. Çok haksız da sayılmazlar, hemen hemen her motosiklet kullanan bir gün kötü bir kaza yaşıyor. Ama bu kazalara motosiklet şoförlerinden çok, kötü araba kullananlar neden oluyor. Bir de işyerlerinin baskısıyla, manyak gibi motor kullanan kuryeler var ki, o apayrı bir mesele.

DERİN, KARMAŞIK VE DÜNYALIYDI…
Seyfi iş yapmaya yönelik bir insandı. Bunu onu görür görmez anlamak mümkündü. Boşa harcayacak zamanı olmayan insanlardandı. Hayata değer veren zamanına değer verir. Seyfi sanki, yaşadığı her ortamın en iyi özelliklerini bünyesinde toplamış gibiydi. Kayserili kökeni de üzerinde görülüyordu, Boğaziçili, Lodzlu (Polonya’daki okuduğu sinema okulun bulunduğu kent, Vuç okunuyor) hayatı da. Basit, yalın ve yerel; derin, karmaşık ve dünyalıydı. Ama hiçbir şekilde kendini beğenmiş değildi. Bireydi ama bireyci değildi. Kolektivistti, yardımseverdi. Birlikte hareket etmeyi, birlikte üretmeyi severdi. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in senaryosunun aşamalarını bana da okutmuş, fikrimi sormuştu. Doğrusu, senaryodaki filmi görememiştim. Kitaptakini ise hiç görmemiştim zaten. Ona pek bir faydam dokunmamıştı. Seyfi, Yeni Sinema çevresinin de öncüsüydü. Genç sinemacılar düzenli bir şekilde toplanıyor, Türk sinemasının sorunlarına çare arayabiliyorlarsa, bunu Seyfi’nin öderliğiyle yapıyorlardı büyük ölçüde. Hayatı içinden dönüştüren bir politiklikti onunki; eğer politik biri gibi algılanmamışsa diye yazıyorum bunu. Kolektivizmi, kolektif sözünü kullanmadan hayata geçiriyordu.

O, EKTİĞİNİ BİÇTİ
Bu kolektifliği Seyfi’nin çevresinde de görmek mümkün. Seyfi kaza geçirir geçirmez müthiş bir dayanışma başladı. Bulut Film, ve Altyazı’dakiler başta olmak üzere arkadaşları onu bir an bile yalnız bırakmadılar. Nöbetleşe başında durdular. İsim yazmak istiyorum bir yandan, bir yandan da birisini eksik bırakırsam çok ayıp olur diye duraksıyorum. Seyfi ektiğini biçti, bir sevgi çemberi içinde uğurlandı. Ne mutlu o anneye ve babaya ki böyle bir evlat yetiştirmişler. Ne mutlu ki Ayşegül’e böyle bir adamı eş olarak almış. Ne mutlu bize ki Seyfi’yi tanıdık.   
Seyfi üç filmle sinemaya damgasını vurdu. Dünya sinemasının önde gelen yönetmenlerindendi (bir kariyerine bakın, abartmadığımı görürsünüz) ve daha 35 yaşındaydı.
 

Beşiktaş Belediyesi’nden talebim var

TARİH:  27 Aralık 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün

Levent’te Beşiktaş Kültür Merkezi Onat Kutlar Sineması adlı bir merkez var. On beş yıllık Leventli olarak benim hayatımda da yeri olan bir merkez burası. Belediye CHP’ye geçtikten sonra bu kültür merkezi çok uzun süre atıl kaldı. Neyse ki son yıllarda yeniden canlandı. Her çarşamba belgesel gösterimleri, her hafta bir Türk filmi gösterimiyle yeniden eski seyircisine kavuştu. Cuma akşamları bu yerli filmlerin gösterimine yönetmenler de katılıyor ve seyirciyle sohbet ediyorlar. Bütün bunlar çok güzel, üstelik ücretsiz.

Fakat yetersiz. Beşiktaş büyük bir belediye. Onat Kutlar Sinema Salonu adını verdiği yerde kuşkusuz çok daha iyi koşullarda film gösterebilir ve göstermeli de. Oysa merkezdeki gösterimlerin, evde blu-ray çalardan film seyretmekten farkı yok. Merkezde profesyonel bir sinemanın sahip olması gereken DCP gösterici yok. Filmler blu-ray’den gösteriliyor. Ses sistemi de kötü. Sonuç olarak da hem ses hem de görüntü kalitesiz. İstanbul’un en değerli yerlerinden birinde böyle bir merkezi bu koşullarda işletmek, eldeki fırsatı heba etmektir. Ayrıca Onat Kutlar’ın anısına da yakışmıyor.
Bir sorun da merkezde wi-fi olmaması. İnternet şifresi sorduğumda, müşterilere vermiyoruz dendi. Çevredeki cafeler, lokantalar bile bu hizmeti sağlayabilirken, belediye de kuşkusuz bu hizmeti sağlayabilir. Arz ederiz.

TTNET rezaleti

TARİH: 10 Ocak 2015
GAZETE/DERGİ: 
Birgün

Bu sayfada kendi problemlerimi yazmak gibi bir huyum yok. Ama bu kez durum farklı çünkü sorun işimi yapmamı engelliyor. Sorun internet bağlantımla ilgili. Yaklaşık 2 haftadır internet bağlantım günde birkaç saat ile sınırlı. Sabah saatlerinde var, sonrası muamma. Ne zaman gideceği belii değil. Günlerdir hizmet sağlayıcım TTNET’le telefonlaşıyoruz. Günlerdir bize aynı şeyleri söylüyorlar, ilgileneceğiz, arayacağız, yapacağız… Ama değişen bir şey yok. Ne arayan var, ne de soran. İki hafta sonunda bir sesli mesajda “randevu günü saptayalım” diye bir şey duyduk, heyecanlandık ama oradan da bir şey çıkmadı. Neyse, sözün özü: Geçen hafta yazı yazıp gönderemememin nedeni internet bağlantımın olmamasıdır. Bu hafta bakalım, Allah kerim. Umarım yazılarımı bitirdiğimde internetim kesilmiş olmaz. Yoksa bu hafta da bu yazıyla idare etmek durumundayız.

Bu haftanın filmlerine toplu hakaret…

TARİH:  4 Nisan 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün

Haftanın filmleri ne yazık ki pek kötüler. Onlar için ayrı birer yazı yazmak, hak ettiklerinden çok değer vermek olacak. Zaten evim soyulmuş, bilgisayarlarımız çalınmış, bir bilgisayarı eşimle ortak kullanırken, bu lüksüm de yok

Biraz dert yanabilir miyim sevgili okurum? Emin ol, bu haftanın filmlerinden daha ilginç benim hikâyem. Dedemi, yani babamın babasını öldürmüşler. Devlet yakalamış adamı hapse tıkmış. Bunu öğrendiğimde, devlet dedemin canını koruyamamış diye düşünmemiştim. Adamı yakaladığı için devletimi sevmiştim. Daha ne yapacaktı ki? Buna rağmen 20 yaşıma geldiğimde ben yine de devletimin başındaki kuruma “cunta” deme gafletinde bulundum. Karşılığında az daha ölüyordum. On dört ay hapis yattım, hüküm giydim, düşük dozda işkence gördüm. Ama hapislik zordu. Oradan insan sağ çıkamayabilirdi. Sağmalcılar’da “öldürme” koğuşunda ülkücüler ve mafyayla birlikte yattım. Onların insafına kalmıştık. Öldürülmedik.

HAYAT DEVAM EDİYORDU…
30 Aralık 1994’te ablam doğum günü hediyesini almaya The Marmara Oteli’nin kafesine davet edildi bir arkadaşınca. İBDA-C adlı bir örgüt “Taraf ” adlı dergilerinde yılbaşını kana bulayacağız diyordu o günlerde. İBDA-C gerçekte var mıydı, yoksa adına Ergenekon dedikleri tarzda bir derin devlet operasyonunun adı mıydı? Ben nasıl bilebilirim ki? Ama ablam gittiği kafeden sağ çıkmadı. Türk sinemasının en değerli isimlerinden Onat Kutlar da o gün aynı kafedeydi. O da evlilik yıldönümünü kutlamak için gitmişti. Bir bomba patladı ve ablam o anda öldü. Onat Kutlar ağır yaralandı ve 11 gün daha hayatta kaldı. Ama kurtarılamadı. İki çok değerli insan öldü. Bu kez devleti suçladım bu ölümlerden. Birileri hedef göstermiş ve cinayet işleyeceğiz demiş ve işlemişti. Çok geçmeden Tansu Çiler suçluları yakalandığını ilan etti. İBDA-C değildi, PKK’ydı. Ama delil var mıydı? İtiraftan başka yoktu çünkü polis, – bakın siz şu işe- güvenlik kameralarının çektiği görüntüleri otelden olayın üstünden bir yıl geçtikten sonra istemişti. E, otelde silmişti tabii o kayıtları. Peki PKK niye yapmış olmasın ki? Yine de inanmamak için yeterli neden yoktu. Deniz Demir adlı PKK’li katili televizyonlarda “evet biz yaptık” derken gördüm. Ama katilin, katillerin hiçbiri şu an içeride değil. Serbest dolaşıyorlar aramızda. İşte buna inanmak zor!

Biraz da ablamın kaybıydı eşimle beni çocuk yapmaya iten. Ali, ablamın ölüm yıldönümünde, 30 Aralık 1997’de doğdu. Dünya güzeli bir çocuktu. Bütün çocuklar güzeldir ya, o başka türlüydü. Babam, “Ben bir çocuğumu kaybettim, benim başıma büyük bir felaket daha gelme ihtimali çok düşük” diyordu. O da geldi. 17 Ağustos’ta Ali, annem ve babam depreme yakalandılar Yalova’da. Türkiye’nin en büyük inşaat firmalarından Yüksel İnşaat’ın yaptığı yazlık sitedeydiler. Site tuzla buz oldu, yanı başında başka binalar ayakta kalırken. Sonra gazetelere millet meclisinde yapılan kimi tartışmalar yansıdı. Vekillerimizin nasıl canla başla daha fazla güvenlik önlemi alınmaması için çalıştıklarını gördük. Meğerse cinayet geliyorum demiş. Sonra mütedeyyin vatandaşlarımız, ölülerimizle alay ederek yürüdüler ellerinde “7.4 yetmedi mi?” yazan pankartlarla. Zavallı dindar halkımız, askerlerden çok çekmişlerdi, ne deseler yeriydi. Depremde Gölcük civarını çok etkilememiş miydi?

Hayat devam ediyordu. Eski şiddeti azaldı mı acaba, demeye çok fırsat vermeden. Geçen hafta biz uyurken evimize hırsız(lar) girdi. Ne var ne yoksa götürdüler. Herkes “iyi ki uyanmamışsınız” diyor. Bense “niye uyanmadım!” diye kendime kızıyorum. Ev dediğin, ikinci bedenimiz. Ona girilmesi, bir nevi tecavüz. Ben nasıl bir erkeğim ki bu tecavüze karşı koyamadım?

Ama bir soru daha var! Bu nasıl devlet ki sadece beni yakalamada üstün bir başarı gösterdi? Evet, 12 Eylül’de kaligrafi uzmanları el yazılarımızı çözüp, milli güvenlik kuruluna “cunta” deme terbiyesizliğinde bulunan beni ve arkadaşlarımı yakalamış, devletin manevi şahsiyetine hakaretten hüküm giydirmişti. Ama benim canın ve malım söz konusu olunca devleti ara ki bulasın.

Size daha komik bir şey söyleyeyim mi? Bir kere vergi dairesi annem ve babama vergi borcu çıkardı ölümlerinden sonra. Oysa deprem mağdurları vergiden muaf tutulmuştu. Bana vergi dairesi müdürü aynen şöyle demişti: “Depremde yakınları ölenler vergiden muaf, kendileri ölenler değil.” Depremde ölen annem ve babam deprem mağduru değildi yani. Aslında bu mantık içinde bile hatalıydılar çünkü birbirlerini de kaybetmişlerdi onlar. Ama yine de bir avukata başvurmak ve bir sürü para vermek zorunda kaldım.

Nerden nereye, sinema yazacaktım bu çıktı ortaya. Başkasını yazamadım, mazur görün. Kısacası “Marley ve Ben”, “Yengeç Oyunu”, “Kıymık” ve “Vahşet Partisi” adlı filmleri görmeniz için bir neden yok. Bir tek “Marley ve Ben” evcil bir hayvanınız, özellikle bir köpeğiniz olmuşsa tavsiye edilir. Yoksa İstanbul film Festivali başlıyor, aptal mısınız bu filmlere vakit harcayacaksınız?

© 2020 -CuneytCebenoyan.com