Tarih: Güz Kış 1991

 Gazete/Dergi: Pamukbank Genç 

Viyana’ya 26 saat süren bir otobüs yolculuğunun sonunda ulaştığımda yabancı bir yerde olmanın bütün tedirginliğini üzerinde taşıyorum. Eşyalarımı istasyondaki emanet dolaplarından birine bırakırken bozuk paralarımı yere düşürüyorum, anahtar dolabın kapısını bir türlü kilitlemiyor, acaba yanlış bir şey mi yaptım diye düşünüyorum, ama sormaya cesaret edemiyorum. Başka bir dolabı deniyorum, bu sefer oluyor. Sorun dolaptaymış… Birkaç saat sonra on yıldır görmediğim lise arkadaşım Ayseli’yle buluşacağım. İstanbul’da gözümü korkutmuşlar; ‘Avusturyalılar soğuk ve egoisttir, orada uzun süre kalan Türkler de zamanla onlara benziyor’ diye. İnsana dair bütün genellemeler gibi bu da yanlış çıkıyor neyse ki. Gerek Ayseli ve eşi Fritz, gerekse Viyana’da tanıştığım Burak beni son derece sıcak karşılıyorlar ve evlerinde konuk ediyorlar. Ayseli’yle hemen o akşam Viyana cafe ve lokallerindeki maratonumuza başlıyoruz. Lokal, bizdeki barların ya da İngiltere’deki pub’ların Viyana’daki karşılığı. Ama ne pub’lar ne de barlar lokalleri anlatmak için yeterli değil. Lokaller her şeyden önce genç yerler, yani gençliğin mekanları.

Bu ortak özelliğin dışında hepsinin kendine özgü bir atmosferi var. Blue Box adlı lokalde punk, Santo Sprito’da klasik müzik çalıyor. Kixx Bar’ın rengarenk duvarları, Donan’ın dans edilebilecek bir pisti ve dis jokeyi var. Cafe’lerle lokaller arasına da kesin bir çizgi çekmek zor. Viyana’nın en eski cafe’si Hawelka da böyle bir yer. Neredeyse kucak kucağa oturulan salonunda, bu içiçeliğin ve öpüşen çiftlerin verdiği erotik bir atmosfer hakim. Ama şaşkın muhabiriniz fotoğraf çekmek için gereken diğer bütün eylemleri harfiyen uygulamış olmasına rağmen makinesine aceleyle taktığı filmi doğru dürüst yerleştirmediği için size buralardan fotoğraf sunamıyor. Gidip görmeniz gerekiyor. N’apalım…

Görülmesi daha doğrusu yaşanması keyifli diğer lokaller arasında nefis birası olan Freihaus,  mönüsündeki ve duvarlarındaki İlginç fotoğraflarıyla Amerling-Beisl, Europa, duvarlarındaki konser, film ve sergi afişleri ile Viyana’da ne olup bittiğini öğrenebileceğiniz Galerie Bar Cafe Secession ile Kleines Cafe’yi de saymak gerek. Tabii bir de bir konser izlediğim ve fotoğrafını çekmeyi başardım Szene Wien’in barı ya da lokali. Ayseli ile o lokal senin bu lokal benim (bütün lokaller bizim…) dolaşırken her durağın ve o duraktan hangi taşıtlara binilebileceğinin anons edildiği Viyana metrosu ve tramvaylarıyla ve tabii Kärtner Caddesi’yle tanışıyorum. Karlplatz ve  Stephansplatz durakları arasında yer alan Kärtner Str. Viyana’nın en canlı kesimini oluşturuyor. Büyük mağazalar, Sacher pastalarına adını veren Sacher Oteli cadde üzerinde. Gittiğimiz ve gidemediğiniz lokal ve cafe’lerin (ünlü mimar Adolf Loos’un adını verdiği cafe’ye yalnız üyeleri girebiliyordu) sinema ve tiyatroların birçoğu da caddenin çevresinde yer alıyor. Trafiğe tamamen kapalı bir cadde Kärtner. Bizim İstiklal Caddesi’nden farklı olarak, ne tramvay geçiyor ne de resmi ya da sivil herhangi bir araç. İyi havalarda sokağa taşan cafe’ler ve adım başı rastladığımız sokak çalgıcıları bu durumdan sonuna kadar yararlanıyorlar ve caddeyi yaşanılan bir mekana dönüştürüyorlar. Şansıma Mart ayında olmamıza rağmen hava genellikle pırıl pırıl. Ama ben Viyana’nın soğuğuna karşı İstanbul’da çok uyarılmış olduğum için, ayağımda kocaman çizmeler ve içi kürklü anorağımla dolaşıyorum. Yanımda başka eşyamı yok. İstanbul’un gri, puslu havasının yanında Viyana’nın havası cennet gibi oysa. 

Kärtner Caddesi’ne sık sık gidiyorum Viyana’da kaldığım süre boyunca. Başlıca nedeni çalgıcılar; bu açık hava konserleri gerçekten dinlemeye değer. Bir Imbiss’ten (büfe) sandviçimi alıp dolaşıyorum.

Bir köşede Güney Amerikalı bir grup Inti Illimani’den şarkılar çalıyor, bir başka müzisyen aryalar söylüyor, bir çift ise sehpalarına notalarını yerleştirilmiş klasik müzik çalıyorlar. Gelen geçen duruyor, bir süre dinliyor, beğendiyse para atıp yoluna devam ediyor. Mozart’ın ülkesine yaraşır bir ortam. Aklımdan uçuk düşünceler geçiyor. İstiklal Caddesi’nde bir sokak çalgıcıları festivali düzenlemek gibi. Ne ışık, ne sahne düzeni, ne de ön rezervasyonlara gerek var. Beğenen istediği kadar dinler, sıkılınca çeker gider. Sanatçıyla, izleyicisi arasında hiçbir sınırın, koruma görevlilerinin olmadığı bu gösteri biçimi hoşuma gidiyor. 

Viyana’dan İstanbul’a lokaller, cafe’ler, biralar, sokak çalgıcıları, Schiele ve Klimt’in resimleri ve tabii ki dostlukları yanımda getiriyorum. Bir de orada tanıştığım Jack Berrocal ve John Zorn gibi avant-garde müzisyenlerin kasetlerini. Yün berem ve kaşkolümü ise lokallerden birinde unuttum galiba. Yine de ucuz atlatmış sayılırım, fotoğraf makinem filan yanımda. Anılarımda… 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com