30 Aralık 2010’da Toplumsal Bellek Platformu adına Özgür Mumcu tarafından The Marmara önünde okunan bildiri

TARİH:  3 Ocak 2011

GAZETE/DERGİ: Birgün

 

16 yıl önce burada bir bomba patladı. Bombanın kimi ya da kimleri öldüreceği belli değildi. Kurbanlar her tür etnik kimlikten, her tür inançtan, her tür politik görüşten olabilirlerdi. Başka bir ülkenin vatandaşı da olabilirlerdi. Eylem insanlığa karşı yapılmıştı. Verilen mesaj ise şuydu: Kendinizi güvende hissetmeyin! 

İki kişinin yaşam hakkını elinden aldı bu eylem. Yürekleri barış için, halkların kardeşliği için çarpan iki insan öldü. Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan bu bombanın kurbanı oldular. Radikal İslamcı örgüt İBDA-C yılbaşı yaklaşırken, Beyoğlu’nda eylem yapacağını duyurmuştu ama polis güvenlik önlemi almak yerine, broşür dağıtmakla meşguldü o gün. The Marmara Oteli’ne patlamadan hemen önce gelmişler ve ‘polise güvenin’ yazılı broşürler bırakmışlardı. Bombacı otelin güvenliğinden rahatlıkla geçmiş ve paltosunun cebindeki bombayı Opera Pastanesi’nin portmantosuna bırakmıştı. Yasemin bir gün önce 37. doğum gününü kutlamıştı. Pastaneye bir arkadaşının daveti üzerine, doğum günü hediyesini almaya gitmişti. Onat Kutlar eşi Filiz’le buluşacak ve evliliklerinin yıldönümlerini kutlayacaklardı. Onları şarapnel parçaları karşıladı pastanede, hediyeler değil. 

Özür 
İBDA-C propaganda fırsatını kaçırmadı, eylemi üstlendi. Bir de üstüne, yayın organlarından Onat’a ve Yasemin’e hakaret yağdırdı. Soruşturma ise alışık olduğumuz baştan savmalıkla yürütüldü. Güvenlik kameralarının çektiği görüntülere dahi bakılmadı. Bütün bunlardandolayı eylemin sorumlusu olarak PKK gösterilince kamuoyu buna inanmadı. Suç olağan şüphelinin üstüne yıkıldı diye düşündük. Böyle düşünmek için çok nedenimiz vardı. PKK, kamuoyunda teşhir olmaktan kurtuldu, bombalamanın faili olarak görülmedi. 

Ama gelişmeler bizi doğrulamadı. Suçlu yakalandı ve suçunu itiraf etti. Eylemi PKK adına yapmıştı. Pişmanlık yasasından da yararlandı. Cezasının tüünü çekmeden, 9 yıl yattıktan sonra da serbest bırakıldı. Yine aklımız almadı olanları. Eylemi önlemek için bir çaba içine girmeyen devlet, adaleti yerine getirmek için de çaba harcar gözükmüyordu. 

PKK Kutlar gibi Kürt sorununa duyarlı birini öldürmüş olmaktan gurur duyacak değildi ve aktif olarak eylemi savunmadı ama eylemin sorumluluğunu reddetmedi de. (…) Daha sonra Cüneyt Cebenoyan’ın örgütün ya özür dilemesi ya da olayla ilgisini reddettiğini açıklaması çağrısına da ya sessizlikle ya da aba altından sopa göstererek karşılık verdi örgüt. Fakat bu özür meselesi iki ay kadar önce yeniden gündeme geldi. Murat Karayılan Radikal gazetesine verdiği demeçte, sivil ölümlerinden dolayı özür dileyebileceklerini söyledi. Ama özrün zamanı ve koşulları oluşmamıştı daha. 

Yeni süreç

Soruyoruz özür dilemek için daha ne kadar beldeyeceksiniz? 

16 yıl geçti, bir 16 yıl daha mı bekleyeceğiz?(…) Yapılan eylemden ya pişmansınızdır ya da değil, kendinizi ya suçlu hissediyorsunuzdur ya da değil. Hangi koşulun oluşmasıyla Onat’ın ve Yasemin’in ölümünden suçluluk duymaya başlayacaksınız? Biz hiç kimseyi, hiçbir kurumu aşağılamak için burada değiliz. Biz intikam için burada değiliz. Biz barışmak için buradayız. Biz affedebilmek için buradayız. Biz birlikte yaşamanın koşullarını sağlamak için buradayız. Affedebilmemiz için de geçmişte yakınlarımıza karşı işlenen suçların muhataplarının değişme potansiyelini taşıdıklarını görmek istiyoruz. Bu ancak suçun kabulüyle, utancının yaşanmasıyla, özür dilenmesiyle mümkün olur. Yeni bir sürece böyle başlanır.” 

KAMERALARI BİLE KONTROL ETMEDİLER

TARİH:  30 Aralık 2006
GAZETE/DERGİ: Star

The Marmara Oteli’ndeki patlamanın ardından 12 yıl geçti. Olayda ablası Yasemin’i kaybeden Cüneyt Cebenoyan suskunluğunu star için bozdu. 

THE Marmara Oteli’nin kafeteryasında 30 Aralık 1994’te patlayan bomba, Taksim Meydanı’nı altüst etti; Kutlar ve Cebenoyan ailelerini de… Gazeteci-yazar Onat Kutlar, arkeolog Yasemin Cebenoyan yaşamını yitirdi. Örgüt işi olduğu belirlenen olayda 20 kişi tutuklandı. Üç kez heyet değişikliğine uğrayan davada Deniz Demir, Abdülcelil ve Hicran Kaçmaz ömür boyu hapis cezası aldı. 

YILAN HİKAYESİNE DÖNDÜ 

OLAYDA 18’inden küçük olan Hasan Kızılkaya’nın tahliyesine karar verildi. Hasan Ergün ve Kemal Aydın örgüt üyeliğinden 12 yıl 6 ay ceza aldı. Sanıklardan biri itirafçı olup Pişmanlık Yasası’ndan yararlandı. Üç sanık beraat etti, 11’i aftan yararlandı. Yargıtay, davanın yeniden görülmesine karar verdi. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dün görülen ve Ergün’ün avukatı ile sanık Abdülcelil Kaçmaz’ın katıldığı duruşma son savunmaların alınması için 25 nisana ertelendi. 

“HÂLÂ BİLMİYORUZ” 

PATLAMADA ablasını yitiren yazar Cüneyt Cebenoyan (46), 1999 depremin de de Yalova’da annesi Tuncay Hanım, babası Hikmet Bey ve 20 aylık oğlu Ali’yi kaybetti. “Patlama öncesi İBDA-C yılbaşında Taksim’deki içkili yerleri bombalayacağını söylüyordu. İlk onlar suçlandı. Sonra başbakan Çiller alelacele Yakaladık’ dedi. Suçlular, PKK’lı çıktı. Hâlâ orayı bombalayanlar hakkında kesin bilgimiz yok” diyen Cebenoyan sözlerini şöyle sürdürüyor: 

“DEVLETİ KIZDIRDIK” 

SORUŞTURMA düzgün yapılmadı. Otelin güvenlik kameralarını kontrol etmek akıllarına geldiğinde bir yıl geçmişti. Otel yönetimi ‘Biz görüntüleri sildik’ dedi. Şu an suçlunun kim olduğu değil, gerçek suçlu olup olmadığı önemli. Davaya müdahil olmadık. Babam ‘Bu kişileri kızdırmayalım’ dedi. Bir ara devleti kızdırdık. Emniyetten telefon geldi, ‘Suçluyu bulduk, artık konuşmayın, konu kapandı’ diye. Keşke devlete dava açsaydım. 

Bir Şövalyeydi Onat Kutlar

Tarih: Ocak 2010

Gazete/Dergi: Milliyet Sanat 

Onat Kutlar’ın bombalı bir saldırıda ölümünün üzerinden 15 yıl geçti. Aynı saldırıda ablası Yasemin’i de kaybeden Cüneyt Cebenoyan, bilinenin aksine olayın faili meçhul olmadığını belirtiyor. 

ONAT KUTLAR’ı kaybedeli 15 yıl oldu. Onat Kutlar şairdi, denemeciydi, hikaye ve senaryo yazarıydı ama bence her şeyden önemlisi bir eylem adamıydı. Bir şövalyeydi o ve daima en ön safta savaşıyordu. Hikaye denilince ”İshak”la öncü bir eser ortaya koymuştu. Kürt açılımından çok önce Kürt gerçekliğini anlatan senaryolara imza atmıştı. 1965’te Sinematek’i kurmuş ve yönetmişti. Böylece, İstanbul Film Festivali başlamadan çok önce, dünya sinemasını İstanbullular için izlenebilir hale getirmişti. Ki zaten İstanbul Film Festivali de onun katkılarıyla büyüyüp serpilecekti. 

Hayatımızda önem sahibi olmuş ve olmayı sürdüren birçok insanı o keşfetmiş, ellerinden tutmuş ve bugün bulundukları yerlere gelmelerini sağlamıştı. 12 Eylül döneminde de susmamış, “Aydınlar Dilekçesi’ne öncülük etmişti. Bence baş yapıtı olan eserlerini ise burada, Milliyet Sanat’ta yayımlamıştı ilk kez. Bunlar 12 Eylül karanlığında içerde yatanlara yazılmış mektuplardı ve sonra “Yeter ki Kararmasın” adı altında kitaplaştırıldılar. 

Kutlar bu kitabında dönemin aydınının içinde bulunduğu ruh halini çok iyi anlatmıştı “Düşle Gerçek Arasında” başlıklı yazısında: 

“Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir? 

Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gün düzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır.” (15 Aralık 1982) 

Bunları yazdıktan 12 yıl sonra o bitmek bilmeyen alacakaranlık Onat Kutlar’ı da yuttu. Onurlu bir mücadele vermeyle alçaklık arasında yolunu kaybeden birileri bir kör saatte öldürdüler onu. 

Kutlar, 30 Aralık 1994 günü The Marmara Oteli’nin girişindeki Opera Pastanesi’ne gitmişti. Eşi Filiz Kutlar’la evlilik yıldönümlerini kutlayacaklardı. Ablam Yasemin Cebenoyan da aynı saatlerde aynı pastanedeydi. Yasemin’in de bir gün önce doğum günüydü ve bir arkadaşı hediyesini vermek için Yasemin’i o pastaneye çağırmıştı. Deniz Demiradlı başka biri de o gün aynı saatlerde o pastaneye gitmiş, aranmadan içeri girmiş ve paltosunu askıya asıp çıkıp gitmişti. Paltoda bomba vardı. O günlerde Taksim’deki kafelere ve barlara yönelik ciddi tehditler savuran köktendinci örgütler vardı ama önlem alınmamıştı. 

Kaderlerini bomba birleştirdi 

Federico Garcia Lorca’dan söz ettiği, 15 Haziran 1983 tarihli ve yine ilk kez Milliyet Sanat Dergisi’nde yayımlanan “Granada” başlıklı yazısına “Kokuyu duyuyor musun? Sanki bir yerlerde yasemin var,” diye başlar Onat Kutlar. Yasemin’in o gün orada olduğunu bilmiyordu Onat. Tanışmıyorlardı. Kaderlerini o bomba birleştirdi Bombanın patlaması sonucunda vücuduna saplanan metal parçaları Yasemin’i o gün o pastanede öldürdü. Yasemin 37 yasındaydı. Onat Kutlar ise aldığı yaralar sonucunda hastaneye kaldırıldı. Bağırsaklarında oluşan yara fark edilmedi. Bu yara sonucunda 11 Ocak 1995 günü hayatını kaybetti. Kutlar öldüğünde 59. doğum gününe sadece iki hafta kalmıştı. 

Yasemin hayatımdaki belki de en önemli kişiydi. Onat Kutlar’la ise giderek gelişen bir dostluğumuz, iş arkadaşlığımız vardı. Bir sektör dergisinde tanışmış, bir televizyon programının yapımında birlikte çalışmıştık. İstanbul Film Ajansı adlı bir şirketi vardı Kutlar’ın. Bu şirkette yapımcı olarak çalışan Fatih Aksoy istifa ettiği zaman Kutlar bu görevi bana teklif etmişti. Para işlerinden anlamadığım için ürkmüş, cevap vermeyi erteleyip durmuştum. Ardından da bomba geldi. 

Kutlar hedeflenmemişti 

Aradan 15 yıl geçti. Bugün, Kutlar’ın katillerinin bulunmadığını sananlar çoğunlukta. Bu dediğim bir tahmin değil, bizzat konuştuğum bazı iş arkadaşları bile benden öğrenene kadar aynı kanıdaydılar. Öyle sanılması için yeterince neden var. Örneğin Atilla Dorsay, Kutlar’ın ölümünün 9. yıldönümünde 11.1.2004 tarihli Sabah Gazetesi’nde şöyle yazmış: “Asla bilinmemiş katili, katilleri, o serseri bombanın ne denli güzel bir insanı öldürdüğünü bilseler, hayatları nasıl kararırdı diye hep düşünmüşümdür…” 

Zeynep Oral ise 10 Ocak 1993’te Cumhuriyet’te şunları söylemiş: “Aradan yedi yıl geçti ve bu ülke hâlâ onun ve Yasemin’in katillerini bulamadı.” 

Daha yakın tarihten bir örnekte, Radikal Kitap’ın 25 Eylül 2009 tarihli sayısında, Burcu Aktaş şöyle yazmıştı: “Bombayı bırakanlar bulunmadı (sahi, yazarları, düşünce adamlarını öldürenler itinayla bulunamıyordu buralarda).” 

Oysa olaydan çok kısa süre sonra dönemin başbakanı Tansu Çiller bombayı koyanların bulunduğunu basına bizzat açıklamıştı. Bombalamadan PKK sorumluydu. Reha Muhtar’ın haber programında sanık Deniz Demir’in poliste yaptığı itirafları kendi ağzından dinlemiştik. Demir’in davası, başka davalarla da birleştirildiği için Nisan 2007’ye kadar uzadı ve nihayet Yargıtay’ın da onamasıyla bu tarihte sonuçlandı. Pişmanlık yasasından yararlanan ve 9,5 yıl hapiste kalan Demir daha önce tahliye edilmiş olduğu için dava sonuçlandığı sırada serbestti, fakat 2,5 yıl daha yatması gerekiyordu. Deniz Demir kalan cezasını çekti mi, çekmedi mi, bilmiyorum. Eğer, davanın sonuçlanmasından sonra içeri alındıysa, şimdi cezasını tamamlamış ve özgür olmalı. Alınmadıysa da zaten serbestti. 

Şeriatçı barbarlar 

Olayın ardındaki örgütün PKK çıkması beklenen bir şey değildi. Şeriatçı İBDA-C olayı üstlenmişti zaten. 12 Ocak 1995 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde ilk sayfadaki başlıklardan biri “Şeriatçılar Kutlar’ımıza Kıydılar” idi. PenYazarlar Derneği de ‘şeriatçı barbarları’ suçluyordu yaptığı basın açıklamasında. Kürt hareketinin Onat Kutlar’la alıp veremediği yoktu ve olamazdı ki! Ama Kutlar kişisel olarak hedeflenmemişti; bu gerçek göz ardı ediliyordu. Bombanın kimi öldüreceği belli değildi. Ölenlerin kimliğinden yola çıkılarak katilin kim olması gerektiği sonucuna varılıyordu ve bu sağlıklı bir yöntem değildi. PKK’nın bazen sivilleri de hedef aldığı tamamen göz ardı edilmişti. Soruşturmanın ne denli sağlıklı yapıldığına dair de kuşkular vardı. Ki bu kuşkuları en çok dile getiren, soruşturmanın eksiklerini en çok eleştiren kişi ben oldum. Ama olgu olgu dur! Kesinleşen yargı kararına göre Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan’ı PKK öldürdü. Bu sonucun hakikati yansıtmadığına inanmak herkesin hakkıdır. Ama yargının kararını yok saymak yanıltıcı bir tavır oluyor. 

“Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Hazal” gibi Kürt halkının geri kalmışlığını ele alan filmlerin senaristi Kutlar’ın ve ablam Yasemin’in yaşam ve ölümlerinin Kürt Türk barışının kurulmasına, şiddetin sona ermesine katkıda bulunabilmesini diliyorum. Bunun için olguları görmezden gelmek değil, onları bütün yönleriyle ele almak ve tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Yoksa, onurla alçaklığın sınırlarının birbirine karıştığı bu kör saatten, her şeyi yutan bu alacakaranlıktan çıkamayacağız. 

Solun Seçimi

Tarih: 28 Ocak 1995

Gazete/Dergi: Express

Haber şöyle olabilirdi: ‘30 Aralık Akşamı The Marmara Oteli’nin kafesinde patlayan bomba sonucunda otelde kalmakta olan iki Hollandalı turist hayatını kaybetti. Polis bombanın PKK’nın kullandığı türden olduğunu söyledi.’

 Olay böyle olsaydı 30 Aralık’taki bombalamanın PKK tarafından yapıldığına inanacaktı herkes. Beş yıldızlı turistik bir otelin kafesinin bombalanması PKK’nın eylem tarzına aykırı değildi çünkü.

 Ama olayda ölenler iki Hollandalı turist değildi. Yasemin Cebenoyan ve Onat Kutlar’dı. Eylemi İBDA-C üstlenmişti. Gayri-resmi yayın organları Taraf’ta bombalama öncesinde Eylem çağrısında bulunmuşlardı zaten. Adresler vermişler, okurlarına kafeleri, otelleri ve barları bombalamaları için ‘İstersen yapabilirsin. İste ve yap’ demişlerdi. Bombalama sonrasında da Taraf dergisi İBDA-C’nin eylemcilerini selamlamış, kurbanlara hakaret yağdırmıştı.

 Ölenlerin aydın, laik, demokrat kimlikleri de eylemin İBDA-C tarafından yapıldığını doğrular gibiydi. Ama bir bombanın kimi öldüreceği bilinmez. Bombalamayı yapanların birçok kişi gibi, o kafeye aydınların gittiğini bildiğini de sanmıyorum. Bomba turistleri de, garsonları da öldürebilirdi. Dindar bir kişi de olabilirdi, bir ateist de, bir Kürt de olabilirdi bir Türk de.

 Eğer bombalamayı İBDA-C yapmışsa burayı yılbaşı kutlamaları yapan bir mekan olarak gördüğü için yapmıştır. Eğer polisin şüpheleri doğruysa ve PKK yapmışsa, burayı turistik bir merkez olduğu için ve/veya doğudaki yangını batıya da taşımak mantığıyla yapmıştır. Kan davası güttüğü için yani. İBDA-C’nin eylemi üstlenmesi, gerçekten yaptığını kanıtlamıyor. İBDA-C’nin yapmadıkları eylemleri üstlenmek gibi bir geleneği olduğu da biliniyor.

Sonuçta, şimdilik iki seçenek var: PKK veya İBDA- C. Bu arada bu iki seçeneğin birbirlerine zıt karakterler taşımadığını da belirtmek gerek. Taraf dergisindeki yazılarda PKK’dan kardeş örgüt yaklaşımıyla  söz ediliyor. Bu iki örgüt işbirliği yapıyor da olabilirler.

 Medyada çıkan yazılarda ise net bir seçim var. Yazarlar dünya görüşlerine göre, cinayetleri kimin işlediğine karar vermişler. Solun seçimi İBDA-C oldu. Bu seçimi belirleyen de eylemin yapılış tarzı, polis açıklamaları, hatta Taraf dergisinde çıkan yazılar değil, ölenlerin kimliğiydi.  Mantık ya da olayın analizi değil duygular ve tesadüftü bu seçimde belirleyici olan.

 Ne çıkan yazılarda ne de cenazede atılan sloganlarda PKK’ya toz kondurulmadı. Sol bu eylemi PKK’nın yapmış olabileceği gerçeğini gözönüne almak bile istemedi. PKK’yı kınamak için bu eylemin PKK tarafından yapılmış olması da gerekmiyordu. PKK bu elemi yapmamış olsa da, bu tür eylemler yapıyor. PKK’nın işi bu çünkü: Terör.

 Sol PKK konusunda kendi değerlendirmesini yapacağına, işin kolayına kaçıyor. Kolayı da şu: Resmi söylemin karşısında olmak. Bunu yapınca, sol politikada da doğmuş oluyor. PKK bugüne kadar çok cinayet işledi. Otobüs durup durup yolcu taradı. Sonra da televizyona çıkıp ‘Eee, kurunun yanında yaş da yanar’ dedi. Alışveriş merkezlerini yaktı. Köyleri basıp bütün halkı öldürdü.

 Sol kurbanlara sahip çıkmadı. Ateş düştüğü yeri yaktı. Marmara Oteli’nin kafesinde iki garson ölseydi, yine aynı şey olacaktı. Kimse yürüyüş yapmayacaktı. Ateş düştüğü yeri yakacaktı. Sol halka, ‘halkımıza’ biraz daha yabancılaşacaktı. Yalçın Küçük ve Bilgesu Erenus dağda gerillacılık oynayıp komedyenlik yaparken halk acı çekecekti.

 Haklı davalar, haksız yöntemleri meşrulaştırmaz. Üstelik PKK’nın davasının ne olduğunu kim biliyor? Bu kadar nefret, bu kadar şiddet ekerek, ‘barış içinde birlikte yaşama’ gibi bir amaca ulaşılabilir mi? 

 Hiçbir şey, ne devlet terörü, ne de başka bir şey terör estirmenin, alçaklığın gerekçesi, özrü olamaz. Bombalama eylemleri, savunmasız insanların taranması alçaklıktır. Kimse Tanrı rolü oynama hakkına sahip değildir. Kimse kendini tarihin, ilahi adaletin memuru olarak göremez.

 Kimse başkalarının hayatı söz konusuyken ‘Ne yapalım, kurunun yanında yaş da yanar’ diyemez. Bir kişinin hayatına değer vermeyen, insani olan hiçbir şeye değer veremez.

Belediye Festivalleri, Hrant Dink ve sol

TARİH:  22 Ekim 2011
GAZETE/DERGİ: Birgün  

“Altın Portakal’daki pespayeliği gördünüz. Mide bulandırıcı bir solculuk ayini. Öteki’nin, eşcinselin, kadının adeta ırzına geçtiler. Öyle bir sömürü ki, insanın düşün ya hu yakamızdan demesi geliyor.” (Markar Esayan; Taraf 17/11/2011)

Bu cümlelerde temelde yanlış olan şu: Antalya Altın Portakal Film Festivali solu temsil etmez. Altın Portakal bir solculuk ayini falan değildir. Antalya belediyelerinin 48 yıldır düzenlediği bir etkinliktir. AKP de düzenler, CHP de.
 Onun dışında yazar festivali pespaye görebilir, bu onun en doğal hakkıdır. Ben bu yıl gitmedim, görmedim. Ama eleştirilerin farkındayım. Ayşe Arman’lı sinema jürisi olur mu? Ahu Tuğba’ya ödül verdirilir mi? Üstelik de darbeyi protesto niteliği taşıyan ödüller bunlar! Filmlerin genel kalitesinden kimse memnun değil. Hele birinci seçilen filmi daha beğeneni duymadım. Belgeselciler her zamanki gibi isyandalar. İkinci sınıf konuk olmak kolay hazmedilecek bir şey değil tabii ki. Elbette bu festivalin varlığı başlı başına pozitif bir şeydir ama eleştirilmesi gereken çok şey var Antalya’da.

Peki, Ali Şimşek ve Eyüphan Erkul’a ne oluyor da, Altın Portakal’ın avukatlığına soyunuyorlar? Altın Portakal’la solculuk özdeş değildir dersin Esayan’a… İyi şeyler de vardı dersin, 12 Eylül darbesinin protesto edilmesini ve diğer olumlu olayları örnek gösterirsin… Eleştirilerini de sıralarsın. Biter gider. AKP’nin ya da AKP yanlılarının düzenlediği Altın Koza farklı mıydı, diye de sorarsın! Orada da ona bakarsan solculuk ayini yapıldı kapanış töreninde. Özcan Alper ve başkaları gayet sol bir söylem içindeydiler. Yılmaz Güney adına ödül verilen bir festival Altın Koza! Daha sol ne olabilir? Hadi ona da solculuk ayini desene! Ama sağcıların, liberallerin tek derdi CHP olduğu için sadece görmek istediklerini görürler. Emir Kusturica’yı AKP’li Bursa Belediyesi çağırınca görmezler, CHP’li Antalya Belediyesi çağırınca görürler. Bu ikiyüzlülüklerini ifşa edersin ama CHP’li belediyenin bir temsilcisi gibi de savunmaya geçmezsin.

Hele hele yazarın, yani Markar Esayan’ın etnik kimliği Ermeni olduğu için Hrant Dink’in adını bu tartışmaya katmazsın durup dururken. Adama sen kim oluyorsun da Hrant Dink adına konuşuyorsun diye sorarlar. Ben Hrant Dink’in oğlunun, kızının bile babaları adına konuştuğunu duymadım. Duymadım çünkü hem kendilerine hem de babalarına saygıları var. Konuşuyorlarsa kendi adlarına konuşuyorlar. Babam olsa şöyle derdi, böyle yapardı demiyorlar. “Ben böyle düşünüyorum, böyle yapıyorum” diyorlar. Markar Esayan Ermeni olmasaydı Hrant Dink’le ölçülecek miydi yine? Bu ne demek bir saniye olsun düşünüyor mu Şimşek ve Erkul? “Madem ki Ermenisin, Hrant Dink’e hesap vermelisin” diye bir şey mi var?

Bir de şu var: Hrant Dink’in BirGün’de yazmış olması bütün BirGün yazarlarını onun adına konuşmaya yetkili kılar mı? Gazetede yazan, yazmış bulunan her yazar adına konuşma hakkına sahip miyiz? Ben bu hakkı Şimşek’e veya başka birisine vermiyorum, eğer başkaları adına konuşma hakkım varsa kendi hakkımı da kullanmıyorum. Erkul’un “adamı şöyle yaparlar, böyle yaparlar” üslubunu da çok yadırgadım, yakışıksız buldum.   

Markar Esayan sağcı bir yazarmış. Altın Portakal’ı solcu bir ayin sanırmış. Olmadığını  anlatmak bizim işimizdir. Ama işin acısı Ali Şimşek Ve Eyüphan Erkul da Altın Portakal’ı solcu bir ayin sanıyor. Oysa bu tarz festivallere asıl rengini veren popülizmdir. Ne kadın meselesi, ne 12 Eylül, ne de sinemanın kendisi belediye festivallerinin asıl meselesi değildir. Başka belediyelerin düzenlediği başka sanat festivalleri için de aynı şey rahatlıkla söylenebilir. Bize, bu festivallerde pozitif gördüğümüz şeyleri övmek, negatif gördüğümüz şeyleri eleştirmek görevi düşer. Festival avukatlığına savunmak, saçma sapan iddiaları ciddiye alıp, kabadayılık yapmak düşmez.

Yüzsüz sansürcüler hesap verene dek

TARİH:  6 Aralık 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün

1001 Belgesel Film Festivali sayesinde çarşamba akşamı Levent Kültür Merkezi’nde Yönetmen Reyan Tuvi’nin de ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ (YAYOD) adlı filmini nihayet izleyebildim. Belki YAYOD’dan niye bu şekilde söz ettiğimi anlamayanlar olacaktır. YAYOD, Antalya Film Festivali’nde yasaklanan, sonra geri alınan ama festival yönetiminin hâlâ bir özür dilememesi üzerine diğer belgesel filmlerin çoğunluğuyla birlikte yarışmadan çekilen Gezi belgeseli.
Evet, YAYOD bir Gezi belgeseli. Gezi’nin tek belgeseli değil, Gezi’nin bütününü de anlatmak iddiasında değil. Bunlara sonra geliriz. Mühim olan YAYOD’un Gezi’yi konu alması. Gezi’yi konu alınca elbette masum insanlara yönelik polis şiddeti de olacak, o insanların polise ve hükümete yönelik öfkesi de olacak. Var da. İşte bütün hikâye bundan ibarettir. Gerisi yalanın daniskası. Yok Reyan Tuvi’yi koruyorlarmış, yok hakaret varmış, yok önseçici kurulun yetkisinde değilmiş yarışan filmleri seçmek, yok soruna çare bulmak için gece gündüz uğraşılmış ama uzlaşmaya yanaşmayan kötü niyetliler yemeyip içmeyip basına “sözde sansürü” jurnallemişler, vesaire vesaire. Bütün bunların yalan dolan olduğuna filmi seyrettikten sonra kesinkes inanıyorum. Çünkü YAYOD’un yasaklanması için tek bir gerekçe olduğunu gözlerimle gördüm: O da Gezi hayaletini iktidarın hafızasında yeniden canlandırması. Onlar zaten unutamıyorlar ama unutturmak istiyorlar. Unutturmak istedikleri halkın dayanışması, direnmesi ve kazanması. Kazanılan bir muharebe de olsa, savaşın kendisi olmasa da zafer zaferdir.

Çarpıtmak istiyorlar. Kendi vandallıklarını, halkın vandallığı olarak tarihe geçirmek istiyorlar. Yok öyle yağma. Vandal iktidarın ta kendisiydi. Kentin en önemli yeşil alanlarından birini, bir depremde sığınacağımız önemli bir yeri yok etmek, alışveriş merkezine çevirmek istiyorlardı. Halk izin vermedi. Onlar vandallıklarına devam edecek, halk da direnmeye devam edecek. YAYOD’un yaptığı en önemli şey, katı gibi görünen kimliklerin nasıl kırıldığını göstermesi. Homofobiklerin homofobilerinden, ırkçıların ırkçılıklarından, milliyetçilerin miliyetçiliklerinden uzaklaşabildiklerini, değişebildiklerini ve birbirleriyle dayanışma içine girebildiklerini göstermesi. Film bu doğrultuda, daha çok anti kapitalist Müslümanlara, LGBTİ bireylere, Kürt ve Türk miliyetçilere odaklanıyor. Gezi’nin asıl ev sahipleri bu nedenle az varlar filmde. Ama Tuvi’nin de dediği gibi, çok renkli Gezi’nin, olası belgesellerinden, renklerinden sadece biri YAYOD. Yoksa, işte Gezi budur diye ortaya çıkmış bir belgesel değil.

Hakaret iddialarına gelince… Seyreden hemen herkes gibi ben de bir şey duymadım. Ama gerekçe arınırsa elbette bulunur. Tayyip Erdoğan’a yönelik öfke filmin birçok yerinde görülüyor, duyuluyor. Evet ya, bu ülkede Tayyip Erdoğan’ı hiç sevmeyen büyük bir kitle de var! Film işte bunu gösterdiği için yasaklandı. İsteseler sessiz sedasız her sorunu çözebilirlerdi, beğenmedikleri altyazıyı çıkarttırabilirlerdi kanaatindeyim. Ama niyet yoktu buna.

İğneyi de kendimize batıralım. Ben belgeselcilerin festivalden çekilmesini yanlış buluyorum. Reyan Tuvi’nin altyazıda değişiklik dışında başka hiçbir değişikliğe uğratmadan filmini yarışmaya sokma kararını doğru buluyordum. Maalesef bu noktada durulmadı. Tuvi ihanet etmekle, geri adım atmakla suçlandı. Oysa YAYOD çatır çatır gösterilecekti Antalya Festivali’nde. Güzel olacaktı. Diğer filmler de gösterilecekti. Sansürcüler kuyruğu dik tutmak için hâlâ sevimsiz açıklamalar mı yapıyorlar? Yapsınlar, ne olacak? Açıklamaya açıklamayla karşılık verilirdi. İcabında dalga geçilirdi. Aşağılanırdı. Onların hedefledikleri bu açıklamaları yapmak değil, filmleri göstermemekti. Sonuçta da bu oldu. Gelecek yıl daha geri bir noktadan başlayacağız. Bazen sonuna kadar gitmemeyi öğrenmek lazım. Sansürün azı çoğu vardır, vardı.

Bu kış komünizm gelir mi Kutluğ?

TARİH:  27 Haziran 2015
GAZETE/DERGİ: Birgün

Kutluğ Ataman Milliyet’e demeç vermiş. Başlığı şöyle: “Doğru Bildiğimi Söylediğimde Kimse Karışamaz” (http://www.milliyet.com.tr/-dogru-bildigimi-soyledigimde-/pazar/haberdetay/21.06.2015/2076782/default.htm). Bizim de söyleyebileceği doğrulara karışmak gibi bir niyetimiz yok ama Ataman yanlış biliyor, yanlış söylüyor. Hemen hemen her zaman.
Tipik Türk sağcı politikacılar gibi insanları “komünizm öcüsü”yle terbiye etmek istiyor. Bu kış komünizm gelir mi dersin Ataman? Neyse ki TOMA’lı polisi var Ataman’ın; korkmasına gerek yok. “İstanbul’un en büyük meydanı üzerinde Stalin posterlerini TOMA’dan daha korkutucu buluyorum” diye buyurmuş Ataman bey.

Stalin de nerden çıktı şimdi? Öleli 62 yıl olmadı mı Stalin’in? Ölür ölmez de SSCB’de hızla gözden düşmeye başlamadı mı? Gorbaçof döneminde bu süreç tamamlandı. Artık sosyalizm ya da isterseniz komünizm yok kapitalizm var. Yıl da 2015, 1950’lerde yaşamıyoruz.

Stalin ve Stalinizm, bir döneme aitti. O dönemde Hitler vardı, Mussolini vardı, General Franco vardı, Mareşal Pétain vardı, senatör McCarthy vardı. Var oğlu vardı kısacası. Faşizm ve emperyalizmin özellikle saldırdığı bir SSCB vardı. Bu dönemden tek öcü olarak Stalin’i bulmak için özel bir bakış ve bu bakışın da anakronik olması da gerek. Ben, o dünyanın tümünde katiyen yaşamak istemem: Almanya’da, ABD’de, Fransa’da, İspanya’da, Büyük Britanya’da, İtalya’da yaşamak istemem, sadece Stalin’in SSCB’sinde değil… Ama bugünün Rusya’sı o dönemi de aratıyor. 2012 yılında Hrant Dink Vakfı’ndan ödülünü alırken Uluslararası “Memorial” Hareketi’nin başkanı Alexander Cherkasov’un yaptığı konuşmada çok çarpıcı bir bölüm vardı: “Eskiden SSCB’de muhalifler tutuklanıyorlardı. Bugün Rusya’da muhalifler şiddet içermeyen eylemlerinden dolayı sistematik bir biçimde öldürülüyorlar.” (bkz.https://www.youtube.com/watch?v=UclgueXZiU8&list=PLbqvjoscZiLgK24vNK57PGWSkGSakXv8-&index=8; 13. Dakika civarı)

Pussy Riot üyeleri şanslılardandı mesela, hapse atıldılar sadece. Çok göz önünde olmasalardı muhtemelen yaşamıyor olacaklardı. Eşcinsellerin hali ise Rusya’da tam bir felaket. Muhalif olmamak da devletin gazabından kurtaramıyor insanları. Etnik (Çeçen olmak gibi) ve cinsel kimlikler de ölümcül sonuçlar doğurabiliyor. Komünist Stalin 1940’larda, 1950’lerdeydi. Kapitalizmin Putin’i, 2010’larda hüküm sürüyor. Hala öcü komünizmden söz etmek nasıl bir akıl? Söyleyelim, göbeğinden sermayeye bağlı bir akıl. Bu konuda Çağdaş Günerbüyük’ün Evrensel Kültür’de çıkan yazısı “Sahibin Kuzu’su: Kutluğ Ataman” yazısına bakınız (http://www.evrenselkultur.com/2015/06/sahibinin-kuzusu-kutlug-ataman/). Ataman’ın bir zamanlar Dev-Sol’cu olması aslında enteresan değil; zatı şahaneleri 12 Eylül sonrasının “eski solcu” kategorisine cuk oturuyor.

Peki İstanbul’un en büyük meydanı üzerindeki Stalin posterleri nedir? Taksim’de elbette Stalin posteri taşıyanlar olmuştur ama “meydanın üzerindeki poster” söylemi Gezi sırasında AKM’ye asılan pankartları akla getiriyor. Zaten Milliyet’teki söyleşinin bağlamında Gezi direnişi de var. AKM’ye Stalin posteri asıldı mı? Ben görmedim. Çekilen fotoğraflarda da yok. Deniz Gezmiş’i Stalin diye görmüş olabilir mi Ataman? Devlet şiddetinin mağduru, gencecik yaşında asılmış olan Gezmiş’i? Ondan mı korkmuş acaba? Korkma Ataman, sevgili polisin Gezmiş’i tutukladı ve sevgili devletin de astı. Tabii hayaletlerden korkuyorsan, o başka. Ne demişti Marx: “Avrupa’nın üstünde bir hayalet dolaşıyor.”

NOT: Bahsedilen videonun linkine yazının internet versiyonundan ulaşabilirsiniz.

BİRGÜN YAZARI VE SİNEMA ELEŞTİRMENİ CUNEYT CEBENOYAN: ‘ABLAMIN KATİLİ PKK MAHALLEMDE SAYGI GÖRÜYOR’

TARİH:  13 Ağustos 2017
GAZETE/DERGİ: HT

Kübra Par RÖPORTAJI

TÜRKİYE 3 gündür Trabzon’da PKK’lı teröristlerin öldürdüğü 15 yasındaki Eren’e ağlıyor. Yıllar önce benzer bir acıyı BirGün yazarı sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan da yaşamıstı. Ablası arkeolog Yasemin Cebenoyan, PKK’lı bir teröristin 30 Aralık 1994’te Taksim The Marmara Oteli’nin altındaki pastaneye koyduğu bombanın patlaması sonucu can vermişti. Aynı saldırıda yazar Onat Kutlar da hayatını kaybetmişti. 

Cüneyt Cebenoyan, geçen hafta sosyal medya hesaplarında yönetmen Fatih Akın’ın Rojava’daki YPG’lileri konu alan yeni film projesini eleştiren bir yazı kaleme aldı ve Türk solu içindeki belli bir kesimin PKK ile arasına yeterince mesafe koyamadığını dile getirdi. 

Cebenoyan’ın “Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir. Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez. PKK ablanızı öldürür. Tek talebiniz özür dilenmesi olur. Dilemezler ama talep eden olarak siz ırkçısınızdır diye devam eden sözleri, özellikle sol çevrelerde büyük yankı uyandırdı. 

Cebenoyan ile buluşup hem PKK’ya ve Fatih Akın’a yönelik eleştirilerinin nedenini hem de ablası Yasemin Cebenoyan’ın hikâyesini sordum… 

KP: Fatih Akın için “Çaptan düşmeye başlayınca, kendisini kabul ettirmek için ya soykırım üzerine bir şeyler söyler ya Kürt meselesine dalar demişsiniz. “Fatih Akın tribüne oynuyor” demek mi istiyorsunuz? 

CC: Genelleme yaparak biraz haksızlık da etmiş olabilirim ama bir sanatçı içinde yaşadığı topluma ters gelebilecek, kendisini riske atacak şeyler söyleyebilmeli. Fatih Akın bunu yapmıyor. Tam tersine Almanya gibi soykırım tasarısını kabul etmiş bir ülkede soykırım filmi yapıyor. Tribüne oynamak budur, çünkü senden beklenen budur. Elbette çok büyük bir felaket yaşanmış, bu konuda kuşkum yok ama Almanya’nın bu tasarıyı geçirmesinde başka niyetler olduğunu düşünüyorum. Alman medyasında PYD, insan hakları için mücadele eden şahane bir örgütmüş gibi yazılıyor. Ama ben bunun geçmişini de Türkiye’de neler yaptığını da biliyorum. Sivilleri öldürmese sorun ortadan kalkacak mı? Sen ne hakla askere giden çocukları öldürürsün? Ne hakla maça gelmiş polisleri öldürürsün? Bunlar yargısız infazlardır, cinayettir. Adını koymak lazım. 

KP: Fatih Akın’ın “Rojava” adlı yeni filmine, “CIA’nın emrindeki örgüt devrim yaparsa Fatih Akın da sinema yapar. Akın’ın yeni filmi “Rojava’. Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir” diyerek tepki gösterdiniz. Ne demek istediniz? 

CC: Açık aslında ne dediğim. Fatih Akın’ın yeni projesini tanıtma aracı, YPG’nin bir propaganda posteri. Bir sanatçının bir siyasi hareketle bu kadar mesafesiz olması, zaten temelde yanlış bir şeydir. Kaldı ki sen bunu YPG ile yapıyorsun. YPG’nin PKK ile aynı şey olduğu açık. YPG’nin IŞİD’e karşı kendi toprağını savunmasını ben de destekledim ama olay orada kalmadı ki. Şu anda YPG, Amerikan ordusuyla birlikte Kürtlere ait olmayan köyleri ve kasabaları işgal ediyor. Mesela Hıristiyanların terk ettikleri köylere, kasabalara girip oradaki mallara, mülklere el koyuyor. YPG’nin ya da PKK’nın devrimcilik sıfatını hak ettiğini düşünmüyorum. Devrimcilik Amerikan karargâhlarında yapılmaz. 

KP: “Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler’ derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez” demişsiniz. Sol entelektüel kesim içinde PKK’yı özgürlük savaşçısıymış gibi görenler ve hatta böyle görmeyenlere mahalle baskısı uygulayanlar mı var? 

CC: Solda belli kesimler arasında PKK’yı ve PYD’yi idolleştirme durumu var. Ama derler ya: “PKK, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkencelerden dolayı ortaya çıktı.” Eğer PKK mağduriyetin bir sonucuysa ve dolayısıyla makul görülmesi gerekiyorsa IŞID’i de makul gör, çünkü o da bir mağduriyetin sonucu. O da Irak’ta yıllarca sürdürülen ambargo, işgal, ardından Libya’nın yıkılışı ve Suriye’de olanların sonucu… Ama elbette IŞİD’in savunulacak bir yanı yok. İntikam hakkı diye bir hak yok. Ben silahlı mücadeleye hiçbir zaman inanmadım. 

PKK’nın ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum. Nasıl bir vahşet uyguladıklarını duyuyorduk. Burun kesmeler, kulak kesmeler, infazlar… Ve bunları yaptıkları insanlar solculardı. Kendilerine alan açmak için alternatif bütün muhalefeti şiddetle yok ettiler. Kimse PKK’dan yana değildi. Tuhaf, satanist bir örgüt muamelesi görüyordu. O zamanlar daha 1984’teki meşhur karakol baskınını yapmamışlardı. O sırada ben 12 Eylül cuntasını eleştirdiğim için 

hapisteydim ve Dev-Yol ve Dev-Sol’cularla kalıyordum. O ana kadar PKK neredeyse sapık bir örgüt olarak görülürken, devlete karşı bir saldırı gerçekleştirdiğinde sol örgütlerin takdirini kazandı. 

KP: Peki, Kürtlerin demokratik haklarını desteklemekle ve hatta HDP’yi desteklemekle PKK’yı desteklemek arasına yeterince kalın bir çizgi çekilemediği oluyor mu? 

CC: Evet, kesinlikle! Ben, PKK’nin bırakın demokratikleşmeye katkısı olduğunu, engellediğini düşünüyorum. PKK başından beri bir ölüm makinesi olarak çalışıyor. Bugüne kadar insan öldürmekten başka ne yaptı? Sürekli milliyetçiliği ve militarizmi körükledi. Neyi savunduğunu bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bugün ABD’yle ve CIA ile bu kadar yakın ilişkileri varsa bunun geçmişi ne zamana kadar uzanıyor? Elbette Kürtlerin sorunları var. 1938’de Dersim’de korkunç bir katliam yapılmış örneğin. Yıllarca “Kürt diye bir şey yoktur” denilmiş. Faili meçhul cinayetler işlenmiş ama bunlar PKK vahşetini meşru kılmaz. Türkiye’de ezilen, baskı gören ya da zulme uğrayan bir tek Kürtler değil. Ama böyle davranan bir tek PKK… 

KP: Aslında bütün bu tartışmanın temelinde sizin kalbinizde yatan bir acı var. 30 Aralık 1994’te Onat Kutlar’ın can verdiği Taksim The Marmara Oteli’nin andaki Opera Pastanesi’ndeki patlamada, siz de kız kardeşiniz Yasemin Cebenoyan’ı kaybetmiştiniz. O gün ne olmuştu? Yasemin Hanım kimdi? 

CC: Yasemin, 37 yaşında bir arkeolog ve rehberdi. 29 Aralık’ta ailece doğum gününü kutlamıştık. Ertesi gün bir arkadaşı hediyesini vermek için davet etmiş, Onat Kutlar da Filiz Hanım ile evlilik yıldönümlerini kutlamak için oradaymış. Portmantoya asili bir paltonun cebindeki bomba patlatılmış. Onat Kutlar’ın şahsını hedef alan bir eylem değil, sivilleri hedef alan bir patlamaydı. Olaydan kısa bir süre sonra bir PKK’lının yakalandığı açıklandı. Açıkçası ben başta inanmadım. Çünkü IBDA-C adlı örgütün yayın organında yılbaşı gecesini zehir edeceklerine dair ifadeler kullanılmıştı. Dolayısıyla olağan şüpheli olarak PKK’ya yıkıldığını düşündüm. Fakat sonra gelişmeler IBDA-C olmadığını gösterdi. Sultanahmet Meydanı’na bırakılan bir bombalı aracın takibi sonucu Deniz Demir adında bir PKK’lı yakalandı ve Taksim’deki bombayı da kendisinin koyduğunu itiraf etti. Benzer araçlarla benzer eylemler yapmış bir kişi, “Ben yaptım” diyor. IBDA-C’nin böyle bir eylem gerçekleştirdiğine dair kanıt yok. Kaldı ki PKK çıkıp da ‘Biz yapmadık’ demedi.

KP: Ama Onat Kutlar’ın ölümünden bahsedilirken ‘PKK yaptı’ denilmiyor. Bu gerçeği bir tek Türk solcusu ve liberali kabul etmiyor’ diyorsunuz…

CC: Onat Kutlar’ın kimliği belli. Aydın, solcu, laik bir Cumhuriyet Gazetesi yazarı. Sanki eylem ona yönelik bi suikastmış ve dinci faşizan bir örgüt tarafından hedef alınmış gibi yazılıp çiziliyor. Ama öyle değil. Onat Kutlar’ın ölümü tamamen tesadüf. O sandalyede değil de başkasında oturuyor olsaydı başına bir şey gelmeyecekti. Ayrıca bu eylem yılbaşı gecesi yapılmadı ki, bir gün öncesi… “Bu işi IBDA-C yaptı” gibi bir imaj vermeye çalışanlar var. Peki, onların adına kim yaptı? IBDA-C diye bir kişi yok ki… PKK’lı Deniz Demir, “Ben yaptım” diyor.

KP: Onat Kutları PKK’nin değil de dinci IBDA-C’nin öldürdüğünü düşünmek daha mı çok işine geliyor birilerinin? 

CC: Kesinlikle öyle. Sağ, İslamcı örgütler üzerine çalışmalar yapan, aralarında Ruşen Çakır’ın da olduğu uzmanlarla konuştum. “Kesinlikle PKK’dır. IBDA-C’nin bunu yapabilecek ne gücü ne de örgütlenmesi var” dediler. PKK’nın buna benzer eylemleri zaten var, Kuşadası’nda minibüs infilak ettirmek, Sultanahmet’e bombalı araç bırakmak, Mavi Çarşı, Çetinkaya Mağazaları, daha bir sürü saldırı… Bakın, bu benim kişisel meselem değil. Ablam olmasa da bu adamlar bunları yapıyor ve buna karşı çıkmak lazım ama ben her sesimi çıkardığımda sopa gösterildi. TÜRK SOLU KENDİNİ PKK’DAN AYRIŞTIRMALI. PKK’nın öldürdüğü devrimci öğretmenler karşısında solun suskunluğu malumdur. Türk solu kendini PKK’dan ayrıştırmadığı müddetçe bence kitleselleşme şansı yok. Elbette Türk solu içinde böyle olmayanlar da var ama PKK ve sol aynı şeylermiş gibi bir izlenim verenler de var. 

KP: PKK’dan direkt tehdit aldığınız oldu mu? 

CC: Direkt tehdit nedir bilmiyorum ama aldım. Adları sanları belli, HDP Şişli İlçe Örgütü Yönetim Kurulu üyelerinden Pınar Yiğitoğulları bana Messenger’dan, “Hesabını soracağız” falan diye tehdit ve hakaret etti. 170 tane ortak arkadaşımız var. Bu benim mahallemden birisi ve bana hakaret ediyor beni tehdit ediyor. Mahkemeye versem basına işler açılacak. Böyle şeyleri nasıl yapabiliyorlar, anlamıyorum. 

KP: Bir yazınızda, “Ablam Yasemin yaşasaydı, oyunu HDP’ye verirdi” demişsiniz. HDP’ye oy veriyor musunuz? Yoksa ablanızın farklı bir politik çizgisi mi vardı? 

CC: HDP’ye 3 kez oy verdim. Hem de “Benden HDP’ye oy vermemi nasıl beklersiniz?” diye kendi mahalleme seslenen bir yazı yazdıktan sonra oy verdim. 

KP: Tereddüt etmiş miydiniz?

CC: Tabii ettim, hiçbir zaman içim huzur bulmadı. Katliam bombacılarının cenazelerini sırtında taşıyan HDP’li yöneticilerin ihraç edilmediğini gördükten sonra da artık oy vermem. O zaman da PKK ile HDP|arasında bir bağ olduğunu bilmiyor muyduk? Ama o dönemde Demirtaş’ın çok pozitif söylemi vardı. Açıkçası ablamınki gibi başka cinayetler olmasın, siyaset, siyaset meydanında, Meclis’te yapılsın diye, içimde bin tane kavga sürerek gittim HDP’ye oy verdim. Bir yandan da benim bütün çevrem, bütün mahallem HDP’ye oy veriyordu. 

KP: Peki o mahallenin şimdiki fikri nasıl? PKK’ya artık tepki gösteriyorlar mı? 

CC: Hayır, pek değişen bir şey yok. Bunlar kolay kolay değişen şeyler değil. Çünkü arkasında anlık karalar falan yok, dünyaya bakış açısı var. PKK’nın Marksist bir örgüt olduğu sanılıyor ama milliyetçi bir örgüt. En başından beri iktidar isteyen bir örgüt. Orada Karayılan gibi, Öcalan gibi kendi iktidarını isteyen adamlar var. Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun Türkiye’den kopmayı ve bağımsız bir devlet olmayı istediğini zannetmiyorum. Benim mahallemin. PKK’yı hoş görmesinin üzerimde çok ciddi psikolojik olumsuz etkileri var. Mahallenizde bir katil var ve o katil ablanızı öldürmüş, çevrede dolaşıyor. Onunla her gün karşılaşıyorsunuz ve mahalledeki herkes ona saygı gösteriyor. Tecavüzcünüzün ortalıkta dolaştığını ve saygı gördüğünü düşünün, nasıl hissedersiniz? Bunun gibi bir durum. Bunu en yakınlarım bile anlamıyor. 

KP: Ablanız Yasemin arkasında nasıl bir hayat bıraktı, aileniz nasıl etkilendi? 

Müthiş sarsıldık. Babamın işi falan vardı, kendisini başka alanlarda var edebiliyordu ama 

annem çok korkunç etkilendi. O güne kadar çok dindar olmayan annem, kendini dine verdi. Günlerini dua kitapları, Yasin okumakla geçirdi. 

CÜNEYT CEBENOYAN KİMDİR?

✓ Sinema eleştirmeni, radyo programcısı ve oyuncu. 

✓ BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema eleştirileri yazıyor. 

✓ Avusturya Lisesi ve Boğaziçi Ekonomi mezunu. 

✓ 1984’te 12 Eylül darbesine ve 1982 Anayasası’na karşı çıktığı için tutuklandı, 14 ay hapis yattı. 

✓ Express ve Roll dergilerinde yazılar yazdı, CNN Türk’te çalıştı. Açık Radyo’da Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll, Ahtapotun Bahçesi ve Erguvani İstimbot gibi programlar yaptı. 

✓ ‘Hayatboyu’, ‘Gözümün Nuru’, ‘Dar Elbise’ ve ‘Çıplak Gerçek’ filmlerinde oynadı. 

✓ Eşi Ayşegül Cebenoyan anne-baba koçu ve çevirmen. 

✓ 1999 depreminde 2 yaşındaki oğlunu ve anne-babasını kaybetti. 

✓ Elif adında 15 yaşındaki kızı Avusturya Lisesi’nde okuyor. 

✓ 1994’te Taksim’deki PKK saldırısında hayatını kaybeden kız kardeşi Yasemi Cebenoyan, St. Benoit’den mezun olduktan sonra önce Fransız dili ve edebiyatı, sonra arkeoloji okumuştu. Arkeolog olarak kadro bulamadığı için rehber olarak çalışıyordu. 

Murat Belge’ye sorular

TARİH:  30 Ağustos 2008
GAZETE/DERGİ: Birgün

Turgut Özal’ın mimarı olduğu ve Ecevit’in “bu Latin Amerika modelidir, demokrasiyle uygulanamaz” şeklinde nitelendirdiği 24 Ocak kararları ile 12 Eylül arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz? Bir alaka görüyor musunuz, yoksa bunlar birbirinden bağımsız mı?…

 

 

Murat Belge’nin “Dur bakalım” ideolojisi başlıklı bir yazısı yayımlandı Taraf gazetesinin 16 Ağustos tarihli sayısında. Belge yazısına “Seksenlerde, 12 Eylül kâbusunun her yerde hissedildiği günlerdeydik” diye başlıyor. Sonra bir panelde bir arada olduğu Necdet Uğur’un merkeziyetçi görüşlerini terk edip, yerelleşmenin gereğini savunmaya başladığını söylüyor. Uğur’un jandarmanın lağvedilmesi gerektiğini söylemesinin önemi üzerinde duruyor. Uğur, bu gerekliliği jandarmanın korumakla yükümlü olduğu insanlardan daha cahil olmasına bağlıyor(muş). Ama Uğur’un görüşleri dikkate alınmamış. Ardından Belge şunları yazıyor. “Nereden, niçin hatırladım Necdet Uğur’un bu düşüncelerini? Şunun için: ne kadar “kararlı muhafazakâr” bir toplumda yaşadığımıza bir örnek teşkil ediyor.

Necdet Uğur bu ülkede sorumlu mevkilerde bulunmuş biridir; aynı zamanda düşünce üreten biridir. Bu ikisini bir araya getirebilen ender kişilerden biri olarak, bu konuda “şöyle olmalı, böyle olmalı” diye bir proje üretiyorsa, bu memlekette biri bunları ciddiye almalı, diye düşünürüm hep. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmez. Konunun bir önemli yanı bu: Türkiye’nin paraya, petrole, uçak gemisine veya füzeye ve buna benzer bir şeylere ihtiyacı vardır; fikre ihtiyacı yoktur.

Örneğin Özal gibi kuraldışı bir adam ortaya çıkmasa, bugün de “Türk parasını koruma kanunu”muz olacaktı. Ceza kanununu “yeniler ve modernleştirirken” içine “Türklüğü” koruyan bir madde eklemeyi akıl ettiğimiz gibi.

Yani, bu “fikirsiz yaşama” düsturu, muhafazakârlıkla içiçedir.

Belge yazısına muhafazakârlığın doğasını anlatarak devam ediyor. “Dur bakalım”cılık nedeniyle on yıl önce çözülebilecek sorunların artık çözülemez hale geldiğini söylüyor. Bu arada dünyada bir sürü değişiklik olmuştur halbuki, mesela Irak altüst olmuştur. Irak kendi kendine mi altüst oldu sorusunu bir kenara bırakalım. Cümlenin kuruluşu özneyi gizliyor ama asıl takıldığım o değil. Ne de merkeziyetçilik, yerellik tartışması.

Ben şu çıkarsamalara dayanarak bazı sorular sormak istiyorum:

1. 12 Eylül kâbus gibi korkunçtu.

2. Sorumlu mevkilerde bulunmuş ve aynı zamanda fikir üreten az insan vardır. Necdet Uğur böyle biridir.

3. Turgut Özal da hem sorumlu mevkilerde bulunmuş, hem fikir üretmiş, hem de bunları hayata geçirmiş ender kişilerden biridir. Ortaya çıkmış ve Türk parasını konvertibl yapmış, “Türk Parasını koruma kanunu”nu iptal etmiştir.

4. Özal’ın bu tutumu muhafazakârlık karşıtlığına bir örnektir.

Üçüncüsü dışında, bu çıkarımlara pek itiraz edilebileceğini sanmıyorum. Üçüncü çıkarım yanlışsa, bu yazının devamı anlamsızdır. Belge başka şeyler kastettiyse, ne kastettiğini daha açmasını, yoksa sorularımı cevaplamasını rica edeceğim.

 Vikipedi’ye göre Özal’ın biyografisinden bir kesit şöyle: “43. Hükümet döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı ile DPT Müsteşar Vekilliği görevlerine getirildi. 24 Ocak kararları’nın mimarı olarak görev yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, bu politikaları devam ettirmek amacıyla Bülend Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine getirilir. Bu göreve getirildikten 22 ay sonra, 14 Temmuz 1982 yılında istifa etti.”

Sayın Belge’ye sorularım şöyle:

1. Özal”ın 12 Eylül’le görülebileceği üzere çok yakın ilişkisi var. Darbeden sonra Özal’ın kariyerinde ciddi bir sıçrama oluyor. Müsteşarlıktan, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına yükseliyor. Zaten 24 Ocak kararlarının mimarı olarak darbenin arkasında bulunuyor. Cunta mı Özal’ın (ve temsil ettiklerinin) kararlarına hizmet ediyor, yoksa Özal mı cuntaya tartışılır. Bence ikisi de doğru ve birbirinden korkunç. Özal’ın o kabus gibi dönemin, o karanlığın yüreğinde yer aldığı bir gerçek. Onu geçmişimizin darbecileri arasında saymamak için hiçbir neden var mı?

2. Hem demokrat olup, hem darbecilere sahip çıkmak mümkün müdür?

3. Turgut Özal’ın mimarı olduğu ve Ecevit’in “bu Latin Amerika modelidir, demokrasiyle uygulanamaz” diye nitelendirdiği 24 Ocak kararları ile 12 Eylül arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz? Bir alaka görüyor musunuz, yoksa birbirinden bağımsız şeyler olarak mı değerlendiriyorsunuz?

4. Turgut Özal nasıl ortaya çıkmıştır? Türk parasını konvertibl yapmasıyla Dünya Bankası ve IMF reçeteleri arasında bir ilişki var mıdır? Bunlar Özal’ın özgün fikirleri midir yoksa IMF ve Dünya Bankası’nın standart deregülasyon politikalarının parçalarından mıdır?

5. Siyasi liberalizm ile ekonomik liberalizm (Friedmancılık) arasında bir bağ  var mıdır?

6. Necdet Uğur’un jandarmanın lağvedilmesine ilişkin fikirlerini hayata geçirebilecek konumdaki insanların başında Turgut Özal vardı. Sırasıyla başbakan yardımcısı, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak. Yazı, Uğur’u dinlemeyen Özal’ın muhafazakârlığını mı eleştirmektedir? Öyle değilse Uğur’u dinlememekle eleştirilen kimdir?

7. “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz”, “Benim memurum işini bilir” gibi sözleriyle hukuk tanımazlığını kanıtlayan Özal’a kuraldışı derken, bu yanını mı konu etmektesiniz?

Özal’la ilgili bu tartışmaya girmemin kişisel bir yanı da var. O başbakan yardımcısıyken tutuklanmış ve yargılanmıştım. Suçum cunta’ya cunta demekti. Cuntaya cunta demek “devletin manevi şahsiyetine hakaret” sayılıyordu 159. maddeye göre. Özal başbakan iken ise aldığım cezayı çekmek üzere hapisteydim. Yani, Belge’nin yazısında eleştirdiği “Türklüğü koruyan madde” benzeri bir maddeden yargılanıp, hüküm giydim.

Murat Belge’yle ise yollarım çeşitli yerlerde kesişti. 1986’da Yeni Gündem’de, 1987-90 arasında AnaBritannica’da… Böyle tartışmalara girmeyi sevmediğini biliyorum ama yine de cevap yazmasını umuyorum.

Bu haftanın filmlerine toplu hakaret…

TARİH:  4 Nisan 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün

Haftanın filmleri ne yazık ki pek kötüler. Onlar için ayrı birer yazı yazmak, hak ettiklerinden çok değer vermek olacak. Zaten evim soyulmuş, bilgisayarlarımız çalınmış, bir bilgisayarı eşimle ortak kullanırken, bu lüksüm de yok

Biraz dert yanabilir miyim sevgili okurum? Emin ol, bu haftanın filmlerinden daha ilginç benim hikâyem. Dedemi, yani babamın babasını öldürmüşler. Devlet yakalamış adamı hapse tıkmış. Bunu öğrendiğimde, devlet dedemin canını koruyamamış diye düşünmemiştim. Adamı yakaladığı için devletimi sevmiştim. Daha ne yapacaktı ki? Buna rağmen 20 yaşıma geldiğimde ben yine de devletimin başındaki kuruma “cunta” deme gafletinde bulundum. Karşılığında az daha ölüyordum. On dört ay hapis yattım, hüküm giydim, düşük dozda işkence gördüm. Ama hapislik zordu. Oradan insan sağ çıkamayabilirdi. Sağmalcılar’da “öldürme” koğuşunda ülkücüler ve mafyayla birlikte yattım. Onların insafına kalmıştık. Öldürülmedik.

HAYAT DEVAM EDİYORDU…
30 Aralık 1994’te ablam doğum günü hediyesini almaya The Marmara Oteli’nin kafesine davet edildi bir arkadaşınca. İBDA-C adlı bir örgüt “Taraf ” adlı dergilerinde yılbaşını kana bulayacağız diyordu o günlerde. İBDA-C gerçekte var mıydı, yoksa adına Ergenekon dedikleri tarzda bir derin devlet operasyonunun adı mıydı? Ben nasıl bilebilirim ki? Ama ablam gittiği kafeden sağ çıkmadı. Türk sinemasının en değerli isimlerinden Onat Kutlar da o gün aynı kafedeydi. O da evlilik yıldönümünü kutlamak için gitmişti. Bir bomba patladı ve ablam o anda öldü. Onat Kutlar ağır yaralandı ve 11 gün daha hayatta kaldı. Ama kurtarılamadı. İki çok değerli insan öldü. Bu kez devleti suçladım bu ölümlerden. Birileri hedef göstermiş ve cinayet işleyeceğiz demiş ve işlemişti. Çok geçmeden Tansu Çiler suçluları yakalandığını ilan etti. İBDA-C değildi, PKK’ydı. Ama delil var mıydı? İtiraftan başka yoktu çünkü polis, – bakın siz şu işe- güvenlik kameralarının çektiği görüntüleri otelden olayın üstünden bir yıl geçtikten sonra istemişti. E, otelde silmişti tabii o kayıtları. Peki PKK niye yapmış olmasın ki? Yine de inanmamak için yeterli neden yoktu. Deniz Demir adlı PKK’li katili televizyonlarda “evet biz yaptık” derken gördüm. Ama katilin, katillerin hiçbiri şu an içeride değil. Serbest dolaşıyorlar aramızda. İşte buna inanmak zor!

Biraz da ablamın kaybıydı eşimle beni çocuk yapmaya iten. Ali, ablamın ölüm yıldönümünde, 30 Aralık 1997’de doğdu. Dünya güzeli bir çocuktu. Bütün çocuklar güzeldir ya, o başka türlüydü. Babam, “Ben bir çocuğumu kaybettim, benim başıma büyük bir felaket daha gelme ihtimali çok düşük” diyordu. O da geldi. 17 Ağustos’ta Ali, annem ve babam depreme yakalandılar Yalova’da. Türkiye’nin en büyük inşaat firmalarından Yüksel İnşaat’ın yaptığı yazlık sitedeydiler. Site tuzla buz oldu, yanı başında başka binalar ayakta kalırken. Sonra gazetelere millet meclisinde yapılan kimi tartışmalar yansıdı. Vekillerimizin nasıl canla başla daha fazla güvenlik önlemi alınmaması için çalıştıklarını gördük. Meğerse cinayet geliyorum demiş. Sonra mütedeyyin vatandaşlarımız, ölülerimizle alay ederek yürüdüler ellerinde “7.4 yetmedi mi?” yazan pankartlarla. Zavallı dindar halkımız, askerlerden çok çekmişlerdi, ne deseler yeriydi. Depremde Gölcük civarını çok etkilememiş miydi?

Hayat devam ediyordu. Eski şiddeti azaldı mı acaba, demeye çok fırsat vermeden. Geçen hafta biz uyurken evimize hırsız(lar) girdi. Ne var ne yoksa götürdüler. Herkes “iyi ki uyanmamışsınız” diyor. Bense “niye uyanmadım!” diye kendime kızıyorum. Ev dediğin, ikinci bedenimiz. Ona girilmesi, bir nevi tecavüz. Ben nasıl bir erkeğim ki bu tecavüze karşı koyamadım?

Ama bir soru daha var! Bu nasıl devlet ki sadece beni yakalamada üstün bir başarı gösterdi? Evet, 12 Eylül’de kaligrafi uzmanları el yazılarımızı çözüp, milli güvenlik kuruluna “cunta” deme terbiyesizliğinde bulunan beni ve arkadaşlarımı yakalamış, devletin manevi şahsiyetine hakaretten hüküm giydirmişti. Ama benim canın ve malım söz konusu olunca devleti ara ki bulasın.

Size daha komik bir şey söyleyeyim mi? Bir kere vergi dairesi annem ve babama vergi borcu çıkardı ölümlerinden sonra. Oysa deprem mağdurları vergiden muaf tutulmuştu. Bana vergi dairesi müdürü aynen şöyle demişti: “Depremde yakınları ölenler vergiden muaf, kendileri ölenler değil.” Depremde ölen annem ve babam deprem mağduru değildi yani. Aslında bu mantık içinde bile hatalıydılar çünkü birbirlerini de kaybetmişlerdi onlar. Ama yine de bir avukata başvurmak ve bir sürü para vermek zorunda kaldım.

Nerden nereye, sinema yazacaktım bu çıktı ortaya. Başkasını yazamadım, mazur görün. Kısacası “Marley ve Ben”, “Yengeç Oyunu”, “Kıymık” ve “Vahşet Partisi” adlı filmleri görmeniz için bir neden yok. Bir tek “Marley ve Ben” evcil bir hayvanınız, özellikle bir köpeğiniz olmuşsa tavsiye edilir. Yoksa İstanbul film Festivali başlıyor, aptal mısınız bu filmlere vakit harcayacaksınız?

© 2020 -CuneytCebenoyan.com