Metallica ve işkence

TARİH:  4 Temmuz 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün

Efes Pilsen One Love Festival’de çıkan ‘Hayati’ krizi, beni heyecanlandırmıştı. Bilindiği gibi festivalde ‘Hayati’ kod adı verilen köleler hizmet edecek, şanslı bazı müşterileri gerektiğinde sırtlarında taşıyacaklardı. Hayatiler’e böyle eziyet edilmesine önce müzik yazarı arkadaşım Doğu Yücel isyan etti ve bu isyan kısa sürede yayıldı. Hayatiler’in ruhen aşağılanmasını ve fiziksel olarak da acı çektirilmesini kabul etmedi pop/rock dinleyicileri. Ve Efes Pilsen geri adım attı. Hayatiler’in işlevleri değiştirildi. Artık tuvalet sırasında bekletilmeyecek ya da sırtlarında insan taşımayacaklardı. Sadece basit bir takım hizmetlerde bulunacaklardı.
Bu gelişmelerden çok heyecanlamıştım. Havanın döndüğüne, artık sınıfsal eşitsizliklere, sömürüye ve eziyete karşı daha bilinçli olunmaya başladığına dair şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Abartmışım, pek de bir şey değişmemiş. İki yıl önce CIA’in Küba’daki Guantanamo üssünde müziği bir işkence aracı olarak kullandığına dair haberler çıkmıştı. Mahpuslara günlerce çok yüksek volümde aynı şarkılar dinletiliyordu. Metallica şarkıları da işkencecilerin favori grupları arasındaydı. Bu tarz işkencenin, fiziksel işkenceden çok daha korkunç olduğunu söylüyordu, maruz kalanlar. Bu tarz işkencede aklını kaçırma riski çok daha güçlüydü çünkü. Bir mahpus soruyordu “aklınızı mı yoksa gözlerinizi mi kaybetmeyi yeğlersiniz?” Ses ve ışık gibi öğelerin kullanılması, işkenceye maruz kalan kişilerde, algı bozukluklarına ve sağlıklı düşünemez hale gelmeye neden oluyordu.
Kimi müzik toplulukları derhal tepki gösterdiler. Massive Attack ve Rage Against The Machine öncülük ettiler bu tepkilere. Fakat Metallica’dan James Hetfield’in hiç o taraklarda bezi olmadı. Aksine müziklerinin seçilmiş olmasından gurur duyduğunu söyledi. “Iraklılar özgürlüğe alışık değilse, özgürlüğe maruz bırakılmalarına katkıda bulunmaktan memnun olurum.” Hetfield’in bu ve benzeri sözleri bizde de sanırım Radikal gazetesinde çıktı. Çıktı da ne oldu? Hiçbir şey. Mettallica 2008 yazında yine İnönü Stadı’nda konser verdi. Kimsenin aklına bile gelmedi Hetfield’in sözleri.
Bu kez başka türlü olur diye ummuştum. Metallica hayranlarının artık Metallica şarkılarını beğenmemeye başlamalarını bekliyor yada umuyor değildim elbette. Ama bu kez sanki bir ses çıkar diye ummuştum. Hayati kod adlı One Love Festival çalışanlarına duyarlılık gösteren kitleyle bu konserleri izleyecek kitle ne de olsa benzerdi. Onların sırtta adam taşımak gibi eziyetlere maruz kalmasına izin vermeyenler, işkenceye herhalde bir ses çıkarırlar, müziklerinin işkencede kullanılmasından gurur duyan Hetfield’e bir uyarı gönderirlerdi. Ama böyle bir şey olmadı. Sonisphere adlı bir festival gerçekleşti geçen hafta İstanbul’da ve Metallica yine muzaffer bir ordu gibi gelip geçti İnönü’den. Utandım, sessizliğimizden.

Alman Sat 3 kanalının James Hetfield’le yaptığı söyleşiden. Birebire yakın bir döküm. Kaynak: Youtube
Gazeteci: Guantanamo ve başka hapishanelerde kurbanlara Metallica şarkılarının saatlerce dinletildiği söyleniyor.
James Hetfield: (Gülüyor)
G: Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
JH: Eğer ben de 24 saat Arap müziğine maruz kalsaydım herhalde delirirdim. Onları olabildiğince rahatsız etmek istiyorlar.
G: Bu sizce işkence mi?
JH: (Gülüyor) Eğer 24 saat Metallica dinlesem benim için işkence olurdu, kesinlikle. Öylesine bir şey işte bu. Bir yanımla Metallica’yı seçtikleri için gurur duyuyorum. Güçlü, etkileyici bir müzik bizimki. Onların hoşlanmadığı bir şeyi temsil ediyor. Belki özgürlüğü, saldırganlığı, konuşma özgürlüğünü… Ama bir yanım da insanların bu politik şeyle alakalı görülmemizi dert etmesinden mutsuz. Bizim bunla hiç alakamız yok. Biz olabildiğince apolitik olmaya çalışıyoruz. Politika ve müzik bizim için biraraya gelmeyen şeyler. İnsanları ayırıyor, biz biraraya getirmeye çalışıyoruz. Neyse ne. Ben “yapmayın” diyemem, “yapın” diyemem. Öyle bir şey işte. İyi ya da kötü değil.
G: Niye “yapmayın” diyemezsiniz?
JH: Yapmamalarını istemiyorum ki! Bir yanımla bu durumu şöyle yaşıyorum: Metallica’yı seçmelerinden, onları etkileyeceğimizi düşünmüş olmalarından gurur duyuyorum! Benim de müziğimizden beklediğim bu. Ben de müziğimizin insanları etkilemesini istiyorum.
G: Ama insanlara zarar veriyor.
JH: Nasıl zarar veriyor ki?
JH: Herhangi bir müziği 10 saat boyunca yüksek volümde dinlerseniz…
JH: Tamam, ne müziği olduğu değil de, işkence kısmı…
G: Elbette!
JH: Müzikle işkence… Hmmm (Gülüyor) Yıllarca radyo dinlemek zorunda kaldım. İşkenceye maruz kaldım! (Gülüyor)
G: Kendi isteğinizle…
JH: Bazen. Arabayı kullanan radyoya da hâkim oluyor. (Gülüyor) Eğer eşim kullanıyorsa Phil Collins dinlemek zorunda kalıyorum.

Onat Kutlar’ı hasretle anıyoruz

TARİH:  7 Ocak 2012
GAZETE/DERGİ: 
Birgün
 

“Biz hiç  kimseyi, hiçbir kurumu aşağılamak için burada değiliz. Biz intikam için burada değiliz. Biz barışmak için buradayız. Biz affedebilmek için buradayız. Biz birlikte yaşamanın koşullarını sağlamak için buradayız..”

Benim çocukluğumun en meşhur aşk filmi “Aşk Hikayesi” (Love Story; 1970) idi. Aşk Hikayesi’nin meşhur da bir cümlesi vardı: “Aşk, hiçbir zaman özür dilerim demek zorunda olmamaktır.” (“Love means never having to say you’re sorry.”) Ne demekse… Hâlâ pek anlamış sayılmam bu lafı.

 

Türkiye bir aşıklar ülkesi galiba, kimse özür dilemesini beceremiyor. Birisi ayağınıza yanlışlıkla bassa özür dilemesini beklersiniz. Ama ayağınıza basan kişi dönüp, “şartlar oluşursa, gerekirse özür dilerim” derse ne yaparsınız? Hadi bu örnekte istem dışı bir basma söz konusu. Ya bile, isteye bastıysa? O zaman özürden de öte bir şeyler beklersiniz. Ya basmanın ötesinde çok daha ağır, kıyaslanmayacak kadar ağır şeyler yaptıysa? Mesela, söz gelimi, bir yakınınızı öldürdüyse… Burası Türkiye, şaka gibi geliyorsa dediklerim, bu vahşi saçmalığın içinde yaşadığımızı unuttuğumuzdandır.

Uludere’de 35 genç  öldürüldü. Bilimle, sanatla, sporla, eğlenmekle ya da sadece sıkılmakla vakit geçirmeleri gereken yaşta buz gibi soğukta, karanlıkta kaçağa gitmişlerdi. Devlet her şeyden önce vatandaşlarını bu koşullara mahkûm ettiği ve kaçakçılıktan pay alan memurlara sahip olduğu için özür dilemelidir. Hepimizden! Mahkûm edildikleri koşullardan dolayı özür dilenmesi gereken o gençler, kendi ülkelerinde savaş uçakları ile bombalandılar! Bombalayanlar daha hâlâ düşünüyorlar: Öldürdüklerimizin yakınlarına sözlü özür dilemenin şartları oluştu mu, oluşmadı mı? Herhalde devlet yönetmek bir aşk işi: Hiçbir zaman özür dilemek zorunda değilsiniz.

Ama bu “aşk”ı devlete münhasır görmek yanlış olur. Öldürmek ve özür dilememek devletin tekelinde değil. Öldürmeye âşık bir ülkeyiz, belli ki kimse özür dilemek zorunda değil. PKK lideri Karayılan da bir ara sivil ölümlerinden dolayı “gerekirse özür dileriz”, demişti. Henüz dilemedi. Dilese de artık bir kıymeti harbiyesi kalmadı.

30 Aralık’ta yaralanan ve 11 Ocak’ta ölen sinemamızın büyük ismi Onat Kutlar’ı saygı ve sevgiyle anarken, geçtiğimiz yıl Toplumsal Bellek Platformu’nun Özgür Mumcu’nun ağzından 30 Aralık 2010’da The Marmara Oteli’nde yaptığı basın açıklamasını aktarıyorum:

Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan’ın anısına
16 yıl  önce burada bir bomba patladı. Bombanın kimi ya da kimleri öldüreceği belli değildi. Kurbanlar her tür etnik kimlikten, her tür inançtan, her tür politik görüşten olabilirlerdi. Başka bir ülkenin vatandaşı da olabilirlerdi. Eylem insanlığa karşı yapılmıştı. Verilen mesaj ise şuydu: “kendinizi güvende hissetmeyin!”

İki kişinin yaşam hakkını elinden aldı bu eylem. Yürekleri barış için, halkların kardeşliği için çarpan iki insan öldü. Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan bu bombanın kurbanı oldular. Radikal İslamcı örgüt İBDA-C yılbaşı yaklaşırken, Beyoğlu’nda eylem yapacağını duyurmuştu ama polis güvenlik önlemi almak yerine, broşür dağıtmakla meşguldü o gün. The Marmara Oteli’ne patlamadan hemen önce gelmişler ve “polise güvenin“ yazılı broşürler bırakmışlardı.

Bombacı  otelin güvenliğinden rahatlıkla geçmiş ve paltosunun cebindeki bombayı Opera Pastanesi’nin portmantosuna bırakmıştı. Yasemin bir gün önce 37. doğum gününü kutlamıştı. Pastaneye bir arkadaşının daveti üzerine, doğum günü hediyesini almaya gitmişti. Onat Kutlar eşi Filiz’le buluşacak ve evliliklerinin yıldönümlerini kutlayacaklardı. Onları şarapnel parçaları karşıladı pastanede, hediyeler değil.

İBDA-C propaganda fırsatını kaçırmadı, eylemi üstlendi. Bir de üstüne, yayın organlarından Onat’a ve Yasemin’e hakaret yağdırdı . Soruşturma ise alışık olduğumuz baştan savmalıkla yürütüldü. Güvenlik kameralarının çektiği görüntülere dahi bakılmadı. Bütün bunlardan dolayı eylemin sorumlusu olarak PKK gösterilince kamuoyu buna inanmadı.  Suç olağan şüphelinin üstüne yıkıldı diye düşündük. Böyle düşünmek için çok nedenimiz vardı. PKK, kamuoyunda teşhir olmaktan kurtuldu, bombalamanın faili olarak görülmedi.

Ama gelişmeler bizi doğrulamadı. Suçlu yakalandı ve suçunu itiraf etti. Eylemi PKK adına yapmıştı. Pişmanlık yasasından da yararlandı. Cezasının tümünü çekmeden, 9 yıl yattıktan sonra da serbest bırakıldı. Yine aklımız almadı olanları. Eylemi önlemek için bir çaba içine girmeyen devlet, adaleti yerine getirmek için de çaba harcar gözükmüyordu. Suçlunun üçüncü bir cinayeti daha vardı  ve hepsi için 9 yıl yatmış ve cezası tamamlanmadan serbest kalmıştı.

PKK Onat kutlar gibi Kürt sorununa duyarlı birini öldürmüş olmaktan gurur duyacak değildi ve aktif olarak eylemi savunmadı ama eylemin sorumluluğunu  reddetmedi de. Örgüt suçlu bulunan şahsın kendileriyle bir alakası olmadığını hiçbir zaman iddia etmedi. Dolayısıyla alakası olduğunu kabul etmiş oldu. Daha sonra Cüneyt Cebenoyan’ın örgütün ya özür dilemesi ya da olayla ilgisini reddettiğini açıklaması çağrısına da ya sessizlikle ya da aba altından sopa göstererek karşılık verdi örgüt.  Fakat bu özür meselesi iki ay kadar önce yeniden gündeme geldi. Murat Karayılan Radikal gazetesine verdiği demeçte, sivil ölümlerinden dolayı özür dileyebileceklerini söyledi. Ama heyhat özrün zamanı ve koşulları oluşmamıştı daha.

Soruyoruz: Özür dilemek için daha ne kadar bekleyeceksiniz? 16 yıl geçti, bir 16 yıl daha mı bekleyeceğiz? Yasemin’in annesi Tuncay ve babası Hikmet Cebenoyan bu özrü duyamadan öldüler. Bizlerin ömrü vefa edecek mi özrünüzü duymaya? Yapılan eylemden ya pişmansınızdır ya da değil, kendinizi ya suçlu hissediyorsunuzdur ya da değil. Hangi koşulun oluşmasıyla Onat’ın ve Yasemin’in ölümünden suçluluk duymaya başlayacaksınız?

Biz hiç  kimseyi, hiçbir kurumu aşağılamak için burada değiliz. Biz intikam için burada değiliz. Biz barışmak için buradayız. Biz affedebilmek için buradayız. Biz birlikte yaşamanın koşullarını sağlamak için buradayız. Affedebilmemiz için de geçmişte yakınlarımıza karşı işlenen suçların muhataplarının değişme potansiyelini taşıdıklarını görmek istiyoruz. Bu ancak suçun kabulüyle, utancının yaşanmasıyla, özür dilenmesiyle mümkün olur. Yeni bir sürece böyle başlanır.

‘Sivas’ adında bir film

TARİH:  20 Eylül 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün

SİNEMA VE SINIRLAR
“Unutmadık, unutturmayacağız” diyoruz anma yıldönümlerinde. Sevdiklerimizi hatırlıyoruz, ölüm yıldönümlerinde. Sivas’ı da anıyoruz her yıl.

Sivas en büyük yaralarımızdan. Hâlâ kanamaya devam ediyor. Sivas’ın failleri huzur içinde özgürce yaşıyor ve evlerinde ölebiliyor. Zaman aşımından yararlanabiliyorlar. Aynı anda valilik Sivas’ı anma toplantılarını yasaklıyor. Yasağa rağmen anmak isteyenlerin üzerine biber gazı sıkılıyor. Anma plaketlerine kurbanlarla birlikte katillerin de adları yazılıyor. Sivas denilince katliam gelmesin istiyorlar akla. Unutulsun istiyorlar. “Bir kazadır oldu”ya getirmek istiyorlar.

Sivas’ta ne olmuştu uzun uzadıya anlatacak değilim ama şunu unutmayalım: Orada yaşanan gerici bir ayaklanmaydı. Orada laiklere ve aydınlara saldırıldı. Aziz Nesin, fikir özgürlüğünü savunduğu, ‘Şeytan Ayetleri’ni de okuyabilme hakkımızı savunduğu için hedefe kondu. Ve onca insan bu nedenle öldürüldü.

“Hiroşima” denilince herkes gibi benim aklıma da atom bombası ve on binlerce, yüz binlerce ölü gelir. Böyle olduğu için adında Hiroşima geçen bir film muhakkak Hiroşima’da yaşanan bu insanlık suçundan söz eder. Ama Hiroşima koca bir şehirdir de.

“Auschwitz” denilince aklıma, herkesin aklına toplama kampı gelir. Böyle olduğu için adında Auschwitz geçen bir film muhakkak oradaki toplama kampında yaşananlara değinir . Ama Auschwitz (Oswiecim) koca bir yerleşim yeridir de.

Kimse tutup da filmine ‘Hiroşima’, ‘Auschwitz’ adlarını verip, orada yaşanan acılara değinmekten kaçınamaz. Kaçınırsa sanat camiasından aforoz edilir, filmini gösterecek sinema salonu, festival bulamaz. Niye böyle olur? Film kötü olduğu için değil. Belki de film çok iyidir. Ama acıların unutulmasına katkıda bulunacağı için, yarayı görmezden geleceği için buna izin verilmez. Böyle bir girişim bile skandal sayılır.

Mesela ‘Roboski’ diye bir film yapıldığını, filmde bir köpeğin ya da derenin adının Roboski olduğunu, filmin de adını buradan aldığını var sayalım. Ve film Roboski filminde Roboski katliamından hiç söz edilmediğini düşünelim. Olabilir mi böyle bir şey? Buna kimse izin vermez.

Hiçbir örnek birbiriyle tıpatıp aynı olamaz. Auschwitz, Hiroşima, Roboski, My Lai, Sabra ve Şatila, Der Zor, hepsi yerleşim yerlerinin adıdır. Hepsinde büyük bir trajedi yaşanmış, insanlar katledilmiştir. Ortak yanları budur. Ve bu yerleşim yerlerinde yaşananlar unutulmamalıdır.

Peki nasıl oluyor da ‘Sivas’ diye bir film yapılıyor ve film adını filmdeki köpekten alabiliyor ve katliamdan söz etmeyebiliyor? Sivas, iddia ettiğimiz kadar sahip çıktığımız bir acı değil mi? Bunu soruyorum, çünkü Fatih Özgüven dışında benim meslek grubumdan kimse bu konudaki kaygılarıma katılmadı.

Kimseden daha duyarlı olduğumu düşünmüyorum. Fakat benden çok daha duyarlı, çok daha aktivist ruhlu arkadaşlarım nedense bu konuda çok sessiz kaldılar. Bunu anlayamadım, anlayamıyorum. Nasıl oluyor da bunca ince düşünceli, bunca hassas insan böyle bir hatanın parçası olabiliyor? Yönetmen Kaan Müjdeci, elbette Sivas denilince akla katliam gelmesin diye bir hedef koymadı kendine. Ama sonuçta tam da buna hizmet etmiş oldu. Ortama bakılırsa da böyle yapmaması için hiçbir neden yoktu. Çünkü bunu dert edenler çok ama çok küçük bir azınlık.

‘Sivas’ isimli sonunda hayvanlara zarar verilmediği yazıyormuş. Hayvanlara zarar verilmemiş olabilir ama insanlara, hafızamıza çok zarar verildiğini düşünüyorum.

Tüm cinayetlere karşı çıkalım

TARİH:  25 Ekim 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün

Yarın Cumartesi Anneleri’nin eylemine destek vermek için Galatasaray’da olacağım. Hepsi olmasa da faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin ve Cumartesi Anneleri’nin çoğu Kürt. Kimileri için ‘Cumartesi Anneleri’ bu nedenle ‘öteki’. Bazı başkaları içinse faili meçhullük, devlet zulmüne maruz kalmış olmak gibi haller Kürt olmaları ya da olmamalarından bağımsız ötekilerin dünyasına ait. Suç işlememişlerse, neden devletin gazabını çeksin ki birileri?

Ergenekon ve Balyoz davalarında da böylelerini gördük. Deliller sahte olabilirdi ama bunlar darbeci değil miydiler? İyi olmamış mıydı yani hapse atılmaları?

Adalet duygusu yoksa, toplum da yoktur.

Benim ablam Yasemin de öldürüldü. Katili PKK’li çıktı ama işin içinde derin devletin de parmağı var bence. Ben kendi davamdan söz ettiğimde bazılarından şöyle sözler duydum “Ne olmuş, bir adam (?) ölmüşse, Kürtler her gün ölüyor.”  Vallahi duydum, abartmıyorum. Ve daha neler neler duydum.

Faili meçhullere ve bütün cinayetlere karşı çıkalım. Failerinin kamu vicdanını tatmin eden cezalara çarptırılmalarını isteyelim. Yoksa toplum olamayız. Yoksa insan olamayız.

KAYBEDİLMEK İSTENEN İNSANLIĞIMIZDIR…
Yeri kana, göğü feryada doymayan bu diyarda, 499 haftadır İstanbul’un en işlek yerinde Cumartesi Meydanı’nda oturuyorlar. Aslında oturmaya, bundan 1013 (bin on üç) hafta önce 27 Mayıs 1995’te başladılar. Devletin, gözaltında kaybetme politikasıyla yönetildiği günlerdi. Başlangıçta beş altı kayıp yakınıydılar. Umutsuzluklarını, yaşadıkları belirsizlikleri bir araya gelerek, paylaşarak mücadeleye dönüştürdüler. Çoğaldılar, zira çoktular. Talepleri çok netti:

1) Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın.

2) Kayıpların akıbeti açıklansın

3) Kaybedenler yargılansın.

O zamanlar oturmak da pek kolay değildi. 15 Ağustos 98’de 170. haftada devletin sabrı taşmaya başladı. 30 hafta boyunca, dağıtma, polis şiddeti ve gözaltılarla boğuştular. Nezarethane’de oturmaya dönüşen cumartesiler travmanın artarak tekrarlanmasına sebep oluyordu. Sürdürülemez durum karşısında 13 Mart 99’da, 200. haftada ara vermek zorunda kaldılar.

Devletin bir zelil yöntemi teşhir edilmiş, gözaltında kaybetme yöntemi büyük ölçüde terkedilmek zorunda kalınmıştı. Bazı aileler kayıplarının akıbetini öğrenme “şans”ına eriştiyse de çoğu için bu gerçekleşmedi. Adaletin kalan kısmı ise hak getire…

Yani kendilerinden çok bize faydaları dokundu. Gözaltında kaybolmamızı engellemiş oldular.

Ergenekon yargılamaları ile birlikte, yargılamanın 12 Eylül dönemi ve 90’lara uzanma ihtimalinin belirdiği günlerde, yeniden oturmayı ve yarım kalan adalet talebini hatırlatmayı görev bildiler. 31 Ocak 2009’da tekrar oturdular.

Sorumluluk makamındakilerse, adalet yerine gözyaşlarını, ne demekse “acı paylaşımları”nı koymaya çalıştılar. Ardından adalet gelmeyince, acılarının suistimal edildiğini düşünmemiş olabilirler mi? Helalleşme adlı hileli terazilere, adı konmamış gizli aflara karınları tok. Talep ettiklerinin tek bir adı var, sıfatsız, sanatsız tek bir adı… ADALET…

Tekrarlayalım; istenen öncelikle kayıplarının akıbeti… Akıbet dediğimiz de çoğunlukla KEMİK… Ayıp… Sonra ise suçun cezasız kalmaması. Devlet Baba’nın kendi çocuklarını adalete teslim etme, çocuklarından geri kalanı da Cumartesi Anneleri’ne teslim etme zamanı çoktan geldi de geçiyor.

Suçsuz yere ceza çekenler, kimi zaman cezalarının suçunu ararlar. Sokağa çıkıp, kırdıklarında, döktüklerinde, keşke yapmasalar diye geçiriyorsunuz ya bazen içinizden; onlara yapma diyebilecek tek ses ADALET’in sesidir. Onlar 499 haftadır hiç yakıp yıkmadılar. Adalet, Cumartesi Meydanı’na konuşarak işe başlarsa, o ses her meydandan duyulur. Hiç endişeniz olmasın.

Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları, 25 Ekim Cumartesi günü 500 haftadır oturuyor olacaklar. 500 haftadır kayıplarını arıyor, 500 haftadır adalet arıyor olacaklar. Aslında 500 haftadır bizi arıyor, bizi soruyorlar.

Elimizde bir dal kırmızı karanfille, saat 12:00’de yanlarında durabilelim hiç değilse. Seslerini çoğaltalım. Bu Cumartesi ve her Cumartesi…

Sarıgül usulü belediyecilik: Önce bir dövelim bakalım vazgeçiyor mu?

TARİH:  21 Mart 2015
GAZETE/DERGİ: Birgün

15 yıldır Beşiktaş’a bağlı Levent’te oturuyorum. Levent Kültür Merkezi evime yürüme mesafesinde. Bu merkez 2000’li yılların başında günde 4 seans vizyon filmi gösteren bir sinema olarak çalışıyordu. Ali Kader Erol’un yönetiminde mahallelinin buluşma noktası haline de gelmişti. Söylemekten hicap duyuyorum ama belediye o dönem ANAP’taydı.

Belediye sonra CHP’ye geçti ve Levent Kültür Merkezi yıllar süren bir sessizliğe gömüldü. İsmail Ünal yönetiminin ilk yıllarında neredeyse hiç faaliyet olmadı ve film gösterilmedi desem yeridir. Varsa da o kadar azdı ki dikkate almaya değmez.  Ama CHP belediyesi sinemaya Onat Kutlar Salonu adını vermeyi ihmal etmemişti; görüntü vardı ama ses yoktu. Ünal yönetimin son birkaç yılı içinde Yeni Sinema Hareketi’nin girişimiyle salonda bir canlılık başladı. Günde 2 kez film gösterimleri yapılıyordu. Her cuma akşamı bir Türk filmi vizyona giriyor ve ilk gece filmin yönetmeni ve oyuncuları da salona gelip, izleyicilerle sohbet ediyorlardı. Ayrıca her çarşamba belgesel filmler de gösteriliyordu. Fena değildi yani durum, seyirci salona geri dönmüştü. Üstelik bütün bu gösterimler bedavaydı. 2000’lerin başındaki canlılık yakalanamasa da, yarı kapasiteyle çalışsa da büyük ilerleme vardı. Sorunlar gerçi hâlâ büyüktü. Profesyonel gösterim koşulları sağlanmamıştı, DCP teknolojisi yoktu, filmler bluray’den ya da dvd’den gösteriliyordu. Ses ve görüntü kaliteli değildi. Salonda wi-fi hizmeti de yoktu vs.

Fakat artık bunları da arayacağız çünkü Levent Kültür Merkezi, Yeni Sinema Hareketi’yle anlaşmasını yenilemedi. Ne olduysa oldu, film gösterimleri durduruldu. Çarşamba akşamları belgesel gösterimleri devam ediyor, bir de engellilere yönelik film gösterimleri olacak. Ama sinemanın asıl faaliyeti sona erdi. Yani artık günde 2 seans Türk filmi gösterimi yok Levent’te. Onat Kutlar Sinema Salonu yine ilk günlerindeki sessizliğine bürünecek.

SÖZLEŞME NEDEN YENİLENMEDİ?
Belediyede özel kalemde çalışan ve sinemadan sorumlu Görkem Kızılkaya bana salonun yıkılıp yeniden yapılma ihtimalinden söz ettiğinde karanlık bir geleceğin bizi beklediğini sezmiştim. Merkezin derslik olarak hizmet vereceğini de ilk ondan duymuştum. Daha sonra Yeni Sinema Hareketi’nden belediyenin sözleşmeyi yenilemediğini öğrendim. Nedeni açıklanmamıştı. En son olarak da merkez çalışanlarından biri bu hafta itibarıyla film gösterimlerinin sona ereceğini söyledi.

Belediye’yi aradım ve ne olup bittiğini öğrenmek istediğimi söyledim. Beni Perihan Uyar diye birine bağladılar. Perihan Uyar, bunları nereden uydurduğumu, film gösterimlerinin sürdüğünü, internette araştırma yapsam zaten öğreneceğimi gayet kaba bir üslupla söyledi. Peki bu derslik hikâyesi neydi? Rotary Kulüp’le bir anlaşma yapıldığı söyleniyordu. O anlaşmayı Perihan Uyar kendisi yapmıştı ama ne ders verileceği belli değildi! Salak yerine konulmaya devam ediliyordum. Bunu kendisine söylediğimde, “Siz film gösterimleri sürecek mi diye sormuştunuz, diğer konulara cevap vermek zorunda değilim, film gösterimleri sürüyor ve sürecek, iyi günler” deyip, telefonu suratıma kapadı! Bırakın gazeteci olarak, yuttaş olarak da semtimdeki sinemada ne olup bittiğini öğrenmeye hakkım yoktu.

Perihan Uyar istiyorsam Görkem Bey’le de görüşebileceğimi söylemişti. Ben de zaten onunla konuştuğumu söyledim kendisine. Ama Uyar’dan sonra Görkem Bey’i yeniden aradım. Bildiklerim doğruydu. Film gösterimleri sona ermişti. Nedenini anlayabilmiş değilim hâlâ. Görkem Bey, Rotary Kulüp’le de bir şeyler yapılacağını ama bunu Perihan Hanım’ın bilebileceğini söyledi.

BECERİSİZLİK ÖRTBAS EDİLİYOR
Bu yazdıklarımdan Perihan Uyar’la aramızda geçen konuşmanın ruhunu anlatabildiğimden emin değilim. Tam anlamıyla olan şuydu: Kendisinin gücü/ iktidarı temsil ettiğini düşünen biri yani Perihan Uyar, haddini bilmeden soru soran vatandaşı yani beni azarlıyordu. “Sana, film gösterimleri devam ediyor dediysem, ediyordur! Kim ne demişse yalan söylemiştir ya da bilmiyordur. Ayrıca Rotary Kulüp’le ne anlaşma yapıldığı seni ilgilendirmez!” Perihan Uyar’ın tavrının ruhu bu, sözleri tamı tamına bunlar olmasa da! Maruz kaldığım davranış Sarıgül Junior’un Şişli’de adam dövdürmesinin biraz daha uygarı. Sarıgül ekolü belediyeciliğe hoş geldik! İnsan ister istemez ya birilerinin bir beceriksizliği örtbas edilmek isteniyor ya da bir çıkar çarkının açığa çıkmasındanmı korkuluyor diye düşünüyor. Bu kabalığın ve saldırganlığın başka bir açıklaması gelmiyor aklıma. Sıradan bir memur olan Perihan Uyar bu cüreti nerden buluyor? Neye güveniyor da karşısındaki gazeteciyi sindirmeye kalkıyor?

CHP eski İstanbul İl Eski Başkanı, yeni milletvekili aday adayı Oğuz Kaan Salıcı’ya da bir sorum var. Salıcı, il yönetimi olarak belediye seçimleri öncesinde anketler yaptırdıklarını, anketlerde hangi aday adayı daha fazla oy alacak görünüyorsa seçimlerde onun aday gösterileceğini söylüyordu.  Av. Murat Hazinedar bu anketlerde açık ara önde mi gidiyordu da Beşiktaş Belediyesi için CHP’nin adayı yapıldı? Eğer öyleyse Beşiktaş halkı Hazinedar beyi nereden tanıyordu da kendisini tercih etti? Hem bir Beşiktaşlı olarak merak ediyorum, hem de sinemasını kaybetmiş bir film eleştirmeni olarak bilmek istiyorum. Ben, şimdiden Hazinedar yönetiminin işbaşına gelmesinden mutsuzum çünkü. Kalıcı’nın da bir temsilcisi olduğu egemen CHP ideolojisi, CHP’yi kendisinin de sağında kadrolara teslim etti. Manav mantığıyla ne satarsa onu üste koyalım, sonra kendimiz de altından çıkarız diye bakıyorlar. Ama görünen o ki, üstteki “parlak” sandıkları ürünlerin altında yok olup gidecekler.

Madrid, Ankara, İstanbul: 10’ar yıl arayla 3 bombalama

TARİH:  12 Aralık 2015
GAZETE/DERGİ: Birgün

11 Mart 2004’te İspanya’da 4 trende 10 bomba patladı. 191 kişi öldü, 1800 kişi yaralandı. Sağcı Aznar hükümeti ABD’nin Irak işgalini desteklemişti. Aznar hükümetinin Irak’taki ABD vahşetini desteklemesine ciddi bir muhalefet vardı İspanya’da. Hem bu haksız işgale öfke duyuluyordu, hem de bu desteğin İspanya’ya bir bedeli olmasından korkuluyordu.

Bombaların El Kaide tarafından konulmuş olması, Aznar’ın Ortadoğu politikasının bedeli olarak görülecekti ki gerçek de buydu. Böyle bir bedel 3 gün sonra yapılacak seçimlerde pahalıya patlayabilirdi Aznar’a. Dolayısıyla suç hemen İspanya’nın PKK’si ayrılıkçı Bask örgütü ETA’ya yüklendi. İçişleri Bakanı Angel Acebes, “Bombalamayı ETA’nın yaptığı kesin, bu konuda hiç kuşkumuz yok” bile demişti. Yandaş İspanya medyası da hükümetten geri kalmayarak ETA’yı suçladı.

Ama yalancının mumu yatsıya kadar yandı. Bombalamaları El Kaide’yle ilişkili hücrelerin yaptığı anlaşıldı. Aznar seçimi kaybetti, Sosyalist Zapatero seçimlerden zaferle çıktı. Muhafazakârlar en çok da yalan söyledikleri için suçlandılar. Hükümetin, Ortadoğu’da bugün de içinde olduğumuz kanlı süreci başlatan Irak işgalini desteklemiş olmasından çok, gerçeği saklaması İspanyol seçmeni kızdırmıştı.

Türkiye’de ise işler farklı gelişiyor. Davutoğlu seçimi yine kazanacak, Ankara bombalamasında IŞİD’in suçu belki de hiçbir zaman net olarak açığa çıkmayacak, hükümet hâlâ PKK, DHKP-C gibi saçmasapan laflar edecek. Burada yalancıların mumu kolay kolay sönmüyor.O muma yeterince sert üfleyemiyoruz. O suçu açığa çıkaracak polis yok, savcı yok, hukuk yok.

Geçmişte bir İslamcı örgütle (İBDA-C ile) PKK’nin adının karıştığı bir bombalama daha olmuştu. 30 Aralık 1994’te İstanbul’da The Marmara Oteli’nin pastanesinde bir bomba patlamıştı. Onat Kutlar ve ablam Yasemin Cebenoyan bu bombalama sonucu ölmüştü. Bu bombalamayı İBDA-C adlı örgüt üstlenmişti. (Bu arada Ankara bombalamasını IŞİD’in üstlenmiş olmadığını da hatırlatalım.) Fakat yapılan soruşturma sonrasına bombayı PKK’nin patlattığı ortaya çıkmış, suçlu yakalanmış, suçunu itiraf etmişti. PKK reddedebilirdi ama ne o aşamada ne de sonrasında reddetmedi. Dolayısıyla aktif olarak üstlenmiş oldu. Ama ne özrünü diledi ne de bu cinayetlerin sözünü etti. Etmesi de gerekmedi çünkü kimse PKK’den hesap sormadı. Çünkü, hükümetine haklı olarak güvenmeyen aydınlara İBDA-C’nin bombayı patlatmış olması daha akla yatkın gözükmüştü. Ben yıllardır yazıp çiziyorum, PKK’nin suçlu olarak tanınması için. Artık vazgeçtim ama özür dilemesi için de yazıyordum. Bu suçun kimin tarafından işlendiğinin bilinmesi için çok çaba harcadım, harcayacağım da.

Bunu anlatmam şundan: Evet, PKK insanlık suçları işlemiş ve işleyebilecek bir örgüttür. Benim, ablamı öldürmüş olan bu örgüte sempati duymam söz konusu olamaz. Bunun tartışılacak bir yanı yok.

Ankara bombalamasında PKK’nin suçlu olmadığına eminim ama. Görünen köy kılavuz istemiyor çünkü. AKP hükümetinin IŞİD’le yıllardır süren flörtünün bedelini ödüyoruz. Suruç’u, Diyarbakır’ı bombalayanlarla türdeş bu katiller. Adana’da Sarin gazıyla yakalanan katillerin serbest bırakılmasını unutmadık. O sarin gazının bedelini Suriyeliler hayatlarıyla öderken, bizimkiler Obama’yla birlikte savaş tamtamları çalıyorlardı Esad’a karşı.

Tabii, şu da var: IŞİD ve PKK başka güçler tarafından kullanılıyor olamaz mı? Evet, elbette olabilir. Bu örgütlerin ne yapıp yapmadıklarına odaklanmaktansa, arkalarındaki güçlere odaklanmak kimilerine daha makul gelebilir. Haklı olabilirler ama bu, bana biraz ormana bakmaktan ağaçları görmemek gibi geliyor. Ormanı görelim tamam ama ağaçları da teşhiş edelim.

Bu bombalama, vatandaşının güvenliğini sağlayamayan devletin meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Devletin meşruiyeti sorgulanınca, akla darbe senaryoları gelmeye başladı. O zaman çare ne? Geniş tabanlı koalisyon! AKP’nin bütün gericiliği ve gayrımeşru işlerinin sineye çekilerek düzenin bekasının sağlanması. Zaten CHP’nin hesap sormaya niyeti olmadı hiç. Evet, büyük hesap bu olabilir. Buna karşı yapabileceğimiz çok az şey var maalesef. Ama buna bakarak, AKP-IŞİD suç ortaklığını görmezden gelmek yapılacak iyi şeylerden biri değil. Yalancıların mumunu söndürmek herkesin görevi.

Ülke kurtuldu: Eren Aysan görevinden alındı!

TARİH:  10 Aralık 2016
GAZETE/DERGİ: Birgün

Eren Aysan’ın Devlet Tiyatroları’ndaki görevine son vermişler. İşte bu! Yapılması gereken sonunda yapıldı, Aysan’dan kurtulundu. Aysan’ın görevden alınmasına dayanak olan KHK’de şu yazıyormuş: “Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara mensubiyeti veya iltisakı, yahut bunlarla irtibatı olabileceği yolunda yapılan değerlendirme.”

Kafamı karıştıran bazı şeyler yok değil bu KHK’de. Mesela devletin milli güvenliği kavramını anlamakta güçlük çekiyorum. Devletin bir milli güvenliği bir de milli olmayan güvenliği mi var? Milli maç, lig maçı gibi devletin milli güvenliği, devletin yerli güvenliği gibi ayrı kavramlar mı var? Neyse, büyüklerim biliyordur. Bir önceki başarılı darbede beni de içeri almalarında ve 15 ay yatırmalarındaki gerekçe, (cuntaya cunta dediğim için) devletin manevi şahsiyetine hakaret etmem olarak tanımlanmıştı. Devletin manevi şahsiyetini de kavrayamamıştım bir türlü. Devlet ve maneviyat kavramlarını bir türlü yanyana getiremedim. Hem niye cuntaya cunta demek, cuntaya hakaret olmuştu? Ama bunları anlamamak benim kusurum.

Bir anlamadığım şey de darbe başarılı olsa da olmasa da içeri alınanlar ve işten atılanlar arasında bizlerin de olması. 12 Eylül Darbesi başarılı oldu, temelde ben ve benim gibiler içeri alındı. Bazıları da zihniyetleri iktidarda olduğu halde içeri alındı. 15 Temmuz darbesi başarısız oldu, yine benim gibiler de içeri alınıyor, işten atılıyor. Benim gibiler derken, Eren Aysan’la ben aynı yapının parçasıyız, Toplumsal Bellek Platformu’nun. TBP, öldürülen aydınların ailelerinin kurduğu bir platform. Benim ablamı da, Onat Kutlar’la birlikte PKK öldürmüştü, ben de o vesileyle oradayım.

Neyse, Eren’e dönelim. Arkadaşım diye ona kıyak geçecek değilim. Devletimden iyi bilecek değilim ya. Ben, dersimi 12 Eylülde aldım. Devletimin maneviyatı hassastır, o konuda da dikkatliyim artık.


Şimdi Eren, herhalde ‘Fethullahçı Terör Örgütüne’ (FETÖ) üyedir, üye değilse de destekçisidir. Bu nedenle işten alınmıştır. Değil mi ki Eren’in babası Behçet Aysan Sivas’ta şeriatçı bir kalkışmanın parçası olmuştu! Behçet Aysan, o kalkışmada, çıkan yangının dumanında boğularak ölmek suretiyle, devletin güvenlik güçlerini acz içinde göstermek istememiş miydi?! İstemişti! Kızı da muhakkak babasının izinde, devleti zayıflatmanın peşindedir. Şeriatçı bir darbe hazırlığına destek olmaktadır.

Ama belki de daha “milli” bir meselenin parçasıdır Eren. FETÖ de enternasyonal bir örgüt ama kökleri burada. Eren belki de IŞİD ya da DAEŞ ya da kendi tabirleriyle İslam Devleti’ne destek oluyordur. Devletin milli güvenliğine bu şekilde kastediyordur ve devletimizin DAEŞ’le mücadelesini zayıflatmak istiyordur?

Kaybettiği babasının yerine koyacak birinin peşinde de olabilir Eren. Psikolojiden biraz anlarım. Fethullah Gülen ya da IŞİD’in halife ilan ettiği El-Bağdadi, Eren’in aradığı bu baba figürüdür belki de!? Olamaz mı? Her halükarda Eren Aysan’ın, şeriatçı/darbeci bir örgüte meyletmesi çok mümkündür.

Ama mesele orada bitmiyor! Eren Aysan bölücü terör örgütüne de destek vermiş olabilir! Ben onun, üzerinde “Güneşimizi Karartamazsınız” yazan Apo’nun posteri altında toplanmış bir topluluğa tepki gösterdiğini hatırlıyorum. Orada, o resmi çektirenlere çok kızmıştı. Ama şimdi daha derin bir psikolojik analiz yaptığımda şunu görüyorum. “Neden ben de o resimde yokum?” demek istemiş olamaz mı Eren? Olabilir. Hem Apo’dan da iyi baba figürü olur. Sırrı Süreyya Önder, Apo’ya “siz benim babamsınız” dememiş miydi? Demişti. Yalnız Sırrı’nın kardeş kıskançlığından korkmak lazım Eren, dikkatli ol! Sırrı, babasını paylaşmak istemeyebilir.

Bu ülke o kadar kafasız adam dolu ki, yukarda yazdıklarımı harfiyen algılayacaklar da çıkacaktır. İroni yaptım, ironi!

Bu yazdıklarım ise ciddidir: 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne destek oldukları, Fethullahçıları korudukları için Batı’ya çok kızgınım. AKP ile FETÖ, birlikte ülkeyi bu hale getirirken, Avrupa da alkışlıyordu. Onu da unutmadım. Ama darbenin başarılı olmamasına duyduğum sevinç benim için bir süre herşeyi bastırdı. Yurtdışına çok gidiyorum. Ve Batılılarla da çok tartışıyorum. Her şeyden önce FETÖ tehlikesinin ciddiyetini, haksız yere geldikleri devlet memuriyetlerinden temizlenmeleri gereğine inandığımı da anlatmaya çalışıyorum. Batı basınının, özellikle Batı kamu kurumlarının temsilcilerinin Fethullah’ı barışçı bir din adamı olarak göstermelerinin gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu dile getiriyorum. Bana, “Erdoğan’ın ajanı bu herhalde”, diye bakıyorlar. Daha da öfkeleniyorum. Başlıyorum, “Siz değil miydiniz 2013’e kadar Türkiye’yi göklere çıkaran, AKP ve Erdoğan’a açık çek veren?”, diye. Ülkem bu noktaya tek başına gelmedi. Sizin alkışlarınızla geldi! Darbe girişimi de sizin alkışlarınız eşliğinde yaşandı. Şimdi gelinen noktayı ıslıklamanız pek anlamsız. Kısaca ben de Erdoğan gibi “Ey Batı!” diyen cümleler kuruyorum.

Ama AKP’nin yaptıkları, bütün sözcükleri ağzımdan alıyor. Geriye iktidara söyleyecek tek bir cümlem kalıyor: Bu gidişle, sizi, ben bile kurtaramayacağım (ciddiyet bitti, ironiye geri döndüm).

Not: Eren Aysan dramaturgluğunun yanı sıra, yazar. “Lalzaman” adlı şiir dosyasıyla 2007 yılında Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü, “Gece Uyurken” adlı romanıyla da 2015 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almıştı.

Guardian gazetesine açık mektup: Standartlarınız nelerdir?

TARİH:  21 Temmuz 2018
GAZETE/DERGİ: Birgün

Guardian diye bir İngiliz ya da Birleşik Krallık (BK) gazetesi var. İyi bir gazete diyebilirim. Ben okuyorum, uygulaması cep telefonumda yüklü. Batı’nın ana-akım standartlarında solda yer alıyor. Mesela BK’nin Yemen’de işlediği insan hakları suçlarını Guardian’dan öğrendim. Temmuz’un 17’sinde Çıralı hakkında bir gezi yazısı yayımlandı Guardian’da. Yazının altındaki okur yorumlarına baktığımda ise, Türkiye’yi boykot etmeye çağıran birçok yazı gördüm. Çünkü Türkiye’de insan hakları ihlalleri vardı ve Türkiye’ye gitmek diktatöre destek olmak anlamına gelecekti. Bunlara cevap olarak “ama bundan zarar görecek olanlar masum halk” diyenlere karşı, “Onlar bunu hak ediyor, Erdoğan’ı seçmeselerdi” yanıtı geliyordu. Bir okur ise daha da ileri gidiyor ve “ben Yunanlıyım, ülkemin egemenliği Türkiye’nin tehditi altında, Türk çocuklarının açlıktan kırılması umurumda değil” diyebiliyordu. Tabii, asıl söylemek istediği, “paranızı, gelin Yunanistan’da harcayın”dı.

“Onlar” diye söz edilenler arasında ben de varım. Hepimiz varız. Erdoğanı hak ediyorlar denilenler arasında AKP’nin cezalarla sindirmeye çalıştığı benim gazetem Birgün de var, hepimiz varız. Açlıktan kırılsınlar denilenler arasında benim çocuğum da var, sizinkiler de var. Bütün bunlar, Guardian gazetesinin community standartına yani cemaat koşullarına uygun yorumlar. Çocuklarımızın ölmesini umursamamak bile buna dahil. Çocuk katli bile cemaatın hoşgörü sınırları içinde kendisine yer bulabiliyor.


Ama benim okur yorumum bu cemaatin yüksek standartları arasında kendisine yer bulamadı ve sansürlendi. Ne yazmıştım? Aşağı yukarı şunu: “Türkiye’yi boykot etmekle yetinmeyin Irak’ı , Libya’yı, Suriye’yi, Suudiler üzerinden Yemen’i bombaladığınız gibi bombalayın. Sizin gibi uygar ülke insanlarının bize vereceği derslere ihtiyacımız var. Yalnız bana bir şeyi anlatın. Biz Türkiye’deki rejimi değiştirmeye çalışırken siz 2013’e kadar neden desteklediniz?” Bu söylediklerim, Guardian’ın cemaat standartlarına uygun bulunmadığı için silinmiş yani sansürlenmiş. Olması gereken yerde Cuneyt başlığı altında “moderatörümüz tarafından silindi” bilgisi var.

Tabii ki yazdıklarım ironikti. Türkiye’yi bombalamalarını asla istemem. Kimsenin buna hakkı olduğunu da düşünmem. Ama Erdoğan’ın şeytanlaştırılması, Saddamlaştırlması, Batılının gözünde her şeyi mümkün kılıyor. Saddam’ı devirmek o kadar meşru gösterildi ki, bugün bile Avrupa’da birçok entelektüel Irak’ın işgalini meşru görüyor. Yalan “kitle imha silahı” iddialarının filan gerekçe yapıldığını hatırlayan bile yok. Libya için de aynısı geçerli. “Kaddafi deliydi, sarayında kürtaj masaları vardı” filan diye Libya’nın imha edilmesini ve yüzbine yakın sivilin öldürülmesini sorgulamıyor Avrupa aydını. Cannes’da pırıltılı film festivalleri düzenlenirken, karşı kıyıda Fransız jetlerinin Libya’yı bombalıyor oluşu, o çok duyarlı yönetmenlerin ve oyuncuların umurunda olmuyordu. Hâlâ da olmuyor.

ABD’nin sadık destekçisi BK, Ortadoğu’daki her saldırıda yer aldı. En son, Suriye’yi, kimyasal silah saldırısı yaptı diye bombaladılar ama ortada herhangi bir delil de yoktu Suriye hükümetinin bunu yapması için mantıklı bir gerekçe de. Şimdi sen, insan hakları konusunda bu kadar suçlu ol (kolonyalist geçmişini gündeme getirmiyorum bile) ve ondan sonra ona buna ders ver. Amerikalıların dediği gibi “give me a break.” Ya da “bırakın Allah aşkına.” İnsanların yaşama hakkına saygı duymayan ülkelerin başkalarına insan hakkı dersi vermesini kabul edemiyorum. Ve ayrıca son cümlemde dediğim gibi, biz Erdoğan’la mücadele ederken siz onu kayıtsız şartsız destekliyordunuz. Ta ki 2013’e kadar. Bugün de AKP’nin eski ortağı, darbeci FETÖ Batı tarafından korunuyor ve destekleniyor. Kim oluyorsunuz da, “onlar bunu hak ediyor, çocukları açlıktan kırılsın” diyebiliyorsunuz?

Peki benim ironik metnimi neden sansürlediniz? Hangi gerekçeyle? Demokratlığınız, eleştiri kendi ülkenize yöneltiğinde bitti mi? Çocuklarınız açlıktan kırılsın gibi alçakça bir şey mi söyledim? Cemaatinizin hangi yüksek standartını ihlal ettim? Lütfen beni bilgilendirin. Yoksa despotça davranan siz olacaksınız.

Orhan Koçak vakası

TARİH:  6 Temmuz 2019
GAZETE/DERGİ: Birgün

Orhan Koçak, Ağustos 2017’de “Milli Anlar (I)”* başlıklı bir yazı yazmıştı Birikim’in web sitesinde. Bu yazı uzunca bir girizgahtan sonra Koçak’ın muğlak ifadesiyle hem olan hem de olmayan “asıl tartışma”ya, yani “Cüneyt Cebenoyan adlı Birgün yazarı”nın ifade ettiği varsayılan görüşlerine gelmişti. Bu yazıyı yayımlandığı sırada okumuştum.

Karanlığa baktığınızda karanlık da size bakıyor. Koçak’ın yazısını o dönemde unutmayı tercih ettim. Bir de eski kuşak olmak herhalde, basılı olmayan metinlere, basılı metinler kadar önem vermiyorum. Yoksa Birikim’i önemsemediğimden değil. Marksizm alanındaki ilk eğitimimi 70’li yılların sonlarında Birikimcilerden almıştım. İstanbul Erkek Lisesi ile okuduğum Avusturya Lisesi arasında bir köprü kurulmuştu ve ben de o köprüden geçmiştim.

Ama Koçak’ın yazısı artık bir kitabın parçası. Yazarın, Metis’ten çıkan Polemikler adlı kitabında, Birikim’in web sitesinde yayımlanan makalesi de yer alıyor. “İncitmemek önemlidir, asgari bir zarafet gerektirir”, diyen Orhan Koçak’ın yazısı zerre kadar zarif değil. Ve doğrudan incitmek amaçlı. Hatta mümkünse sosyal anlamda öldürmek.

Ben safça bir umutla bu kaba ve inanılmaz derecede saldırgan yazının orada kalacağını ummuştum ama olmadı. Metis Yayınları önemlidir. Kurucuları arkadaşımdır, aynı üniversitede aynı dönemlerde okuduk. Metis hayatımızda önemli bir rol oynamıştır. Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” ve John Berger’in “Görme Biçimleri” kitapları, 80 sonrasının kültürel çölünde ufkumuzu genişletmişti.

Orhan Koçak, doğrudan benimle ilgili paragrafta, “Aslında “asıl tartışma” filan yok, durum son derece basit: bir sinema eleştirmeni, Cüneyt Cebenoyan adlı BirGün yazarı, Fatih Akın isimli Türk/Alman yönetmeni tipik bir Hint milliyetçisi tarzında “yumuşak casuslukla” suçladı: Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle sunuyordu Akın. Ne yapmıştı Alman/Türk yönetmen? Bence fazla şekerli bir soykırım filmi yapmıştı. Ama Cebenoyan’ın burada sakarinden ziyade filmin kendisine itirazı olacağını tahmin ediyorum, hakkında hiçbir şey söylemediğini bildiğimize göre. İşte o gazete de öyledir: hem Enver Aysever en sık yazan köşecidir, hem de kendi kendini 1970’lerde hissetmek ister”, diyor.

Koçak’ın yazısının eleştirisine başlamadan önce olayların nasıl geliştiğini anlatayım. Bu bölüm, “Milli Anlar” başlığına da cevabım olacak.

Ablam Yasemin Cebenoyan, 30 Aralık 1994’te PKK tarafından öldürüldü. Daha spesifik olmak gerekirse, eylem Mesut Ünsal’ın direktifi üzerine Deniz Demir tarafından organize edildi. Bomba, Hamit Şen’in evinde hazırlandı. Daha sonra Gülşen Özdemir’le Deniz Demir bombayı The Marmara Oteli’nin cafe’sine (o dönemde Opera Pastanesi) yerleştirdiler. Bombanın patlamasıyla ablam Yasemin olay anında öldü, Onat Kutlar ise ağır yaralandı ve daha sonra hayatını kaybetti. Onat beyle de tanışmanın ötesinde birlikte çalışmışlığımız vardı. Eylemcilerin bir kısmı yakalandı, Deniz Demir itirafçı oldu, topu topu 9 yıl sonra dava sona ermeden serbest bırakıldı. Yatacağı 2-3 yılı daha vardı, yattı mı bilmiyorum. Hamit Şen de emniyet sorgusunda eylemcilere yataklık yaptığını kabul etti. Başka bir sürü somut delil de vardı ayrıca. PKK, hiçbir aşamada ne eylemi ne de eylemcileri inkar etti.

Yıllarca PKK’den özür dilemesini bekledim ve talep ettim. Toplumsal Bellek Platformu olarak 30 Aralık 2010’da bir basın açıklaması yaptık. Bu açıklamaya Radikal gazetesinin sitesindeki Özgür Mumcu’nun 03/01/2011 tarihli “Bomba” başlıklı yazısından ulaşılabilir**. Bunun dışında da defalarca bu talebimi, olabildiğince alt perdeden, dile getirdim; sadece ve sadece küfürlerle, tehditlerle karşılaştım. Sonra yavaş yavaş bir şey kafama dank etti. Kimse, daha doğrusu PKK’nin önemseyeceği kimse PKK’yi Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan ve daha başka birçok masum kişiyi öldürmekle suçlamıyordu. Beni de önemsemiyordu örgüt, tek başıma ne bir iktidarım ne de bir ağırlığım var. Ortada onları zorlayacak bir talep olmayınca, PKK de bildiğini okumaya devam ediyor, “terör eylemi” dışında hiçbir tanıma sığmayacak eylemlerini sürdürüyordu.

Biz üç kardeştik ama birlikte büyüdüğüm, hemen hemen her gün iletişim halinde olduğum tek kardeşim Yasemin’di. Abim Sinan, Amerika’da yaşıyor ve yaşça aramızdaki fark daha büyük. Yasemin, benim en iyi ve en kötü yanlarımı bilen, bana sonsuz bir hoşgörüyle yaklaşan, birlikte ortak bir dil, ortak bir espri anlayışı geliştirdiğim tek kişiydi. Bana “lan oğlum Lümbül” diye hitap eden tek kişi (babam bana çok küçükken Lumumba dermiş, sonra bu Lümbül’e evrildi). Onun ölümü benim ve annem-babam için korkunç bir yıkımdı. Kuşkusuz abim için de… Mümkün olduğunca çok duygusal olmayan bir dil kullanıyorum ama yine de duygusal geliyorsa öyle olduğu için.

Orhan Koçak çok okuyan biri, muhakkak ki evlat ya da kardeş kaybının aileler üzerindeki yıkıcı etkilerini bilir. Bu konuda çok kitap yazılmış, çok film çekilmiştir. Çoğu evlilik, bu büyüklükteki bir depreme dayanamaz. (Belki benim annem ve babam da dayanamayacaktı. Onları da, sanki ablamın yerine gelmişçesine, onun öldüğü günde, 30 Aralık’ta doğan oğlum Ali’yle birlikte 17 Ağustos 1999 depreminde kaybedecektim.)

Orhan Koçak yine bilecektir ki kişi saldırıya, tecavüze, haksızlığa uğramışsa onun sağaltılmasında toplumun tavrı kilit rol oynar. Eğer saldırgan suçlanmak bir yana, saygı görüyorsa, saldırıya uğrayanın ruh sağlığına kavuşması, yasını tamamlayıp hayatına devam etmesi neredeyse imkansızlaşır. İşte benim yaşadığım tam da budur. Koçak’ın görmeyi tercih ettiği gibi “milli bir an” değil, son derece kişisel anlardır yaşadığım. Hoş, PKK hakkındaki negatif görüşlerim, kişisel tarihimle sınırlı olmanın ötesindedir ama şu anda bu olay bağlamında konuşuyoruz. PKK hakkındaki görüşümü, kişisel tarihim belirlemedi. Ama verdiğim tepkilerin dozunu, öfkeli çıkışlarımı elbette ki yaşadığım bu trajedi belirliyor.
Benim ailemin katili PKK, sol ve liberal çevrelerin hatırı sayılır bir bölümünce suçlanmamaktadır. Örnekler çok. Bir tanesi: 10 Ocak 2019 tarihinde Ayşe Emel Mesci, Cumhuriyet gazetesinde “Sanırım Dönmeyeceğim” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda Onat Kutlar’ın öldürülmesi şöyle anlatıldı: “… Sonra çıktı, o daha yoldayken önce Yasemin Cebenoyan’ı, 11 gün sonra da Onat Kutlar’ı sevdiklerinden, hepimizden koparan kalleş, insanlık düşmanı bomba patladı.”  Yazıda failin belirtilmemesi ne tekil bir olay ne de bir ihmal sonucudur. Bu hep böyle ifade edilir ya da hiç edilmez. Kalleş bomba gitmiş, patlamış, öldürmüştür. Suçlu? Suçlu bomba, işte!

Tabii bitmeyen bir tartışma da failin gerçekten PKK olup olmadığıdır. Bu konuda çok yazdım, daha fazla yazmayacağım. Süleyman Demirel “bana, ‘sağcılar adam öldürüyor’, dedirtemezsiniz!” derdi. Demirel’in kastettiği sağcılar, MHP’nin vurucu timi ülkücülerdi. Yeni kuşaklar için böyle bir açıklama yapmakta yarar olabilir: Ülkücüler, Cuaron’un “Roma” filminde bizzat CIA ajanları tarafından eğitildikleri gösterilen “los Halcones” (Şahinler) adlı sağcı milisler gibiydiler. Emperyalizmin, komünizme karşı bizzat örgütlediği vahşi çeteler…

Ya da başka bir benzetme yapmak gerekirse bir holokost inkarcısına Yahudi soykırımının gerçekten olduğunu söyletemezsiniz. Benzer bir şekilde kimilerine PKK adam öldürüyor, Onat Kutlar’ı da PKK öldürdü dedirtemezsiniz. Hatta size entelektüel argümanlarla karşı çıkarlar.  Barthes’ı yardıma çağırırlar: “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir”. Birincisi, ben kimseyi bir şey söylemeye mecbur tutacak bir güce sahip değilim. İkincisi, bu argüman her koşulda doğru değildir. İktidar, sizi bazen konuşmaya, bazen de susmaya mecbur edebilir. Benim herhangi bir iktidarım yok.

Ve bazen susmak suça ortak olmaktır. Süleyman Demirel’in susması bu türdendir, suçun ortağıdır. Sloganlarla, her an her yerde geçerli olduğunu iddia edilen savsözlerle bir yere varılmaz. Ben de bir sürü karşı slogan söyleyebilirim: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!”, “Katilleri, koruyan cinayete ortaktır!” vb. Ya da Brecht’e atfedilen ama aslında Martin Niemöller’e ait sözleri hatırlatabilirim: Komünistleri, sosyal demokratları ve sendikacıları alırlarken susanlar, sıra kendilerine geldiğinde protesto edebilecek kimseyi bulamazlar çevrelerinde.

Katile katil dememenin mağdur üzerindeki yıkıcı etkisi, inkarcıların umurlarında değildir. Bunları anlatmasaydım, Fatih Akın’ın yeni film projesini, YPG’nin bir propaganda afişini paylaşarak ilan ettiğini gördüğümde duyduğum öfkeyi de anlatamazdım.

YPG’nin PKK’den farklı bir şey olduğunu iddia edenler var, ciddiye almıyorum. YPG’nin yani PKK’nin propaganda afişini paylaşarak yeni film projesinin haberini verdi Fatih Akın. Ben ailemin katilinin, katil olarak nitelendirilmesini beklerken belli ki onu yüceltecek bir film yapacaktı Akın. Bunun böyle olmayabileceği iddiasını da ciddiye almam mümkün değil. Paylaşılan bir propaganda afişiydi! Akın, örgütle arasına bir mesafe koymamıştı.

Akın’ın bu paylaşımını çeşitli internet siteleri haber yaptı. Ben ABC sitesinde gördüm. Ortada olan bir şey üzerine yorumumu yaptım, tepkimi gösterdim. Öfkelenmek dışında ne hissedebilirdim?

Fatih Akın, Almanya doğumlu, Almanya’da büyümüş ve yaşayan, kendisini en iyi Almanca ifade eden, Alman pasaportu sahibi, Alman bir yönetmen. Eğer casusluk yapacaksa Almanya aleyhine yapabilir. Almanya vatandaşı olmasına rağmen başka bir ülkeye mesela Türkiye’ye bilgi aktarabilir. Tersini yapması mantığa aykırı.

Gerçi bütün bunlar da alakasız çünkü ben hiçbir yerde Fatih Akın’ın casusluk yaptığını iddia etmedim. Ne yumuşak ne de sert. Bunu söylediğine göre iddiasını desteklemesi gerekir Koçak’ın.

Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmini oryantalist bulduğumu söyledim ama bu Koçak’ın iddiasından çok farklı bir şey. “Mustang”, “Sibel” ve “Dar Elbise” filmlerini de oryantalist bulduğumu söyledim başka yazılarımda. Bu filmlere oryantalist diyen sadece ben değilim. Açık Radyo’daki Erguvani İstimbot adlı programımda sanatçı/akademisyen Filiz Çiçek’le yaptığım programda “Duvara Karşı”yı ayrıntılı biçimde tartıştık.
Ne demek istediğim, bu program dinlenirse daha iyi anlaşılır.***

Oryantalizmin ne olduğunu Koçak’a anlatacak değilim. Bir eseri oryantalist görmenin, yaratıcısını casuslukla suçlamaktan farklı bir şey olduğunu bilmesi gerekir. Ama zaten Koçak benim o sırada sözünü ettiğim “Duvara Karşı”yla ilgili bir şey söylemiyor. O sıralarda, sosyal medyada hakkında hiçbir şey söylemediğim ama daha önce gazetede hakkında eleştiri yazdığım Fatih Akın’ın “Kesik” filmi hakkındaki fikirlerimin ne olduğunu “tahmin ederek” konuşuyor! Koçak, her şeyi “gördüğünü” zannettiği için bir araştırma yapma gereği duymamış ve “Kesik” hakkında hiçbir şey söylemediğimi iddia etmiş! Oysa bir araştırma yapsaydı, “Kesik” hakkındaki yazımı net’te bulabilirdi****. Ama yazımın olmadığını varsayıp, kendisinin bana yakıştırdığı bütünüyle saçma ve yanlış düşüncelerle kavga etmeyi seçmiş Koçak.

Yazıyı okursanız görebileceğiniz gibi film hakkındaki fikirlerimle, Koçak’ın bana yakıştırdığı düşünceler taban tabana zıtlar. Yazımda “Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle” sunduğum varsayımı tamamen uydurmadır, ezberden konuşan Koçak’ın hayal ürünüdür.

Ama bunlar onun için önemli değil çünkü Koçak, Birgün yazarlarının birini tanımanın hepsini tanımak olduğu konusunda sabit bir fikre sahip. Bu birisi de Enver Aysever’den başkası değil. Koçak’a göre bütün Birgün yazarları birer Enver Aysever’dir, Enver Aysever de Koçak’a göre Birgün’de en çok yazısı çıkan yazardır. Bu sabit fikrin de yanlış olduğunu, bir istatistiğe filan elbette dayanmadığını söylemek gereksiz. Aysever Birgün’de iki dönem yazdı. İlk dönemi gazete yönetimi tarafından sonlandırıldı. Hepimizin tepkisini çeken bir yazı yazmıştı Aysever. Sonra geri döndü ve uzun gezi yazıları başta olmak üzere çeşitli konularda yazdı. Yaklaşık 2 senedir yazmıyor ama Koçak’a göre Birgün’de halâ en çok yazan köşeci odur. Aysever, Birgün’de yazmayı sürdürüyor olsaydı da Koçak’a şunu söylemek isterim: Bizler, Birgün yazarları tornadan çıkmadık, tek tip insanlar değiliz. Ne ben Aysever’i ne de Aysever beni temsil eder. Bu diğer Birgün yazarları için de geçerli. Bunları söylemek bile abes ama insan yazmak zorunda kalıyor.

Şöyle bir cümle dahi kurmuş Koçak: “Üzücü olan, o yaşa kadar hiç zihnimizi ve ahlakımızı zorlamamış, hep BirGün gazetesi yazarları gibi ezberle idare etmiş olmaktır.” Saygısızlığın, kabalığın, önyargının bu kadarına pes doğrusu. Bu net bir biçimde nefret söylemidir. Öyle bir gazete ki Birgün, yazarlarının bir tanesi bile zihnini hiç zorlamıyor, tek bir tanesi bile hayatında hiç ahlaki problemler yaşamıyor, ömrü boyunca bir zamanlar ezberlediği (düşünüp tartışarak vardığı bazı çıkarımlarla değil!) kalıplarla, şemalarla idare ediyor! Bir alt-insan türüyüz biz Birgün yazarları, Koçak’a göre. Düşünmeyiz, ezberleriz! Kesin ve değişmez doğru ve yanlışlarımız vardır ve hayat karşımıza ne çıkarırsa çıkarsın, en ufak bir tereddüt yaşamayız! Sadece yaşlanırız, değişimimiz sadece zamanla ölçülür. Ne faşizan bir düşünce yapısı, ne tepeden bakan ve dışlayıcı
bir üsluptur bu! Koçak üzücü bulmuş halimizi ama gerçekte üzücü durumda olan o. Hoş, onun üzüldüğü filan yok. Benim de ona üzülecek halim yok bu yazdıklarından sonra.

Bütün yazı bir noktada bana geldiği için Koçak’ın benimle Orhan Pamuk arasında bir uçurum olduğunu, benim (yazara göre Ahmet Ümit gibi) Pamuk’u bir casus olarak gördüğümü düşünmek için nedenim var. Nüket Esen “Kara Kitap Üzerine Yazılar” adında bir kitap derlemişti. Kara Kitap’ı okuduğumda, sözü edilen mekanları ve insanların da bazılarını çok iyi tanıdığımı fark etmiş ve fotoğraflamıştım. Benim hayatımın geçtiği mekanlardı buralar çünkü. Esen, Pamuk’un kendisinden talebi üzerine, benim Pamukbank Genç Dergisinde Nisan 1991’de yayımlanan fotoğraflarımı da kitaba dahil etti. Bu kitap önce Can, sonra da İletişim
yayınlarından çıktı ve defalarca basıldı (1992-2017 arasında). Kaderin cilvesi mi diyelim, Orhan Koçak’ın da “Kara Kitap Üzerine Yazılar”da bir makalesi var. Birkaç yıl önce Pamuk’la tanışma fırsatı da buldum. Henüz bu kadar ünlü olmadığı o yıllarda bu fotoğrafları görmekten ne kadar mutlu olduğunu söyledi. Daha sonra Pamuk’la az da olsa bir yazışmamız oldu. Kısacası Koçak yine boş konuşmuş. Ben, söylemeye gerek yok ya, Pamuk’u casus olarak görmüyorum; o da beni muhbir olarak görmüyor.

Orhan Koçak yabancı dil bilmeyen bir “bilinçsiz” olduğumu da düşünüyor olmalı ki asıl tartışmaya girmeden önce “bilinçsiz beşinci kol olmak” falan gibi lafları da araya sıkıştırdığı yabancı dil bilmek üzerine bir paragraf yazmış. Yine yanlış ve saçma varsayımlar…

Kitabın başına dönecek olursak, bana nasıl bağlandığını anlamak zor ama, Koçak, Hintli “milliyetçi” yazarlar üzerine de bir şeyler söylemiş. Hintli yazarların, anadilleri olan “Bengali ya da Marathi lisanında” yazıp, bir de bunların çevrilmesini bekleyecek kadar küstah olmalarını eleştirmiş. Sanırım Salman Rushdie gibi İngilizce yazmalarının gerektiğini söylüyor Koçak. Tagore, eserlerini Bengali dilinde yazmış, bir kısmını kendisi İngilizceye çevirmiş, Nobel ödülü kazanmıştı.  W.B. Yeats, ise Tagore’un eserlerini İngilizceye kendisinin çevirmesine çok sinirlenmiş ve Sir William Rothenstein’a yazdığı mektupta (1935) “Allahın belası Tagore… İngilizce bilmeyi, büyük bir şair olmaktan daha mühim sanıyor… Tagore, İngilizce bilmiyor, hiçbir Hintli İngilizce bilmez”, demişti. Koçak da İngilizce bilmeyi, büyük yazar olmaktan daha mühim sanıyor. Anadili Bengali olanların sayısı üç yüz milyon civarında (en çok konuşulan 6. dil), anadili Marathi olanların sayısı ise 90 milyon civarında (en çok konuşulan 19. dil). Koçak’a göre kayda değer bir yazar olmak için yine de bu dillerde yazmaya kalkmamalı kimse. Yoksa Koçak’ın ağzından şunu demiş olur: “Ben bu dilde, Marathi veya Bengali lisanında güzel şeyler yazıyorum, nokta. Artık eşek değiller ya, biri de gelip beni tercüme etsin.” Oysa Koçak’a göre onları bekleyen hazin son Ahmet Ümit gibi “bırakın İngilizceyi, Slovenceye, ya da daha Batıya doğru Portekizceye bile tercüme edilme fırsatı” bulmamaktır. “Portekizceye bile…”! Anadili Portekizce olan 250 milyona yakın kişiyle dünyanın en çok konuşulan 7. dilinden söz ediyor Koçak ve küçümseyici, elitist tonunu koruyor. Elitizm kavramı, aslına bakarsanız bu tutumu açıklamakta çok kibar kalıyor.

Asıl tartışmaya dönecek olursak: Bir insanı muhbirlikle suçlamak onu sosyal anlamda öldürmeye teşebbüs etmektir. Aytekin Yılmaz, İletişim’den çıkan “Yoldaşını Öldürmek” adlı kitabında PKK, DHKP-C ve TİKKO’nun muhbir diye yaftaladıkları yoldaşlarını önce tecrit ettiklerini, sonra da soğukkanlılıkla boğduklarını anlatır. Bu cinayetler baklava yenilerek ve halay çekilerek kutlanır. Fatih Akın’ı casuslukla suçlamak, onu devlete ihbar etmektir. Koçak’ın yaptığı beni muhbirlikle suçlamaktır. Bu “yumuşak katilliktir”. Sosyal anlamda beni tecrit etme ve öldürme girişimidir. Daha azı değil.

Tanıl Bora ve Akif Kurtuluş bu yazıda anılmak istemezlerdi diye düşünüyorum. Kendilerine selam ve sevgilerimi iletiyorum.

Koçak, internetteki yazısında Celal hocaya selam etmiş. Aynı kişiden mi söz ediyoruz bilemem ama Sakallı Celal’in şu sözlerinin tam yeri: “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” ve de “Bu ülkede ilgililer bilgisiz,
bilgililer de ilgisizdir.”

*Orhan Koçak’ın yazısı: http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8475/milli-anlar-i#.XQ5Fy-gzbIU Buradaki yazıyla, “Polemikler”
arasında bazı ufak farklar var.

** Özgür Mumcu’nun yazısı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ozgur-mumcu/bomba-1034920/

*** Duvara Karşı’ya dair Filiz Çiçek’le Açık Radyo’da yaptığım söyleşi:
https://player.fm/series/erguvani-istimbot/erguvani-stimbot-7-temmuz-2014

**** Kesik hakkındaki yazım: https://www.birgun.net/haber-detay/sesime-gel-silahlara-veda-79183.html

Tahran, Mon Amour*

TARİH:  11 Mayıs 2018
GAZETE/DERGİ: Birgün

Bu hafta giren iki filmi de yazasım yok. “Adaletsiz” aslında hiç de fena bir film değil. İki polisin “parasızlık” nedeniyle yoldan çıkışı, bir soyguna karışıp başlarını belaya sokuşuyla ilgili film, gayet iyi yapılmış, iyi de oynanmış. Keza “Temizlikçi” de uzun süre iyi yazılmış bir dram gibi seyrediyor, ta ki korku filmi olmaya karar verinceye kadar. Ondan sonra saçmalıyor. İki filmin de ortak sorunu aynı: Bir iz bırakmadan hafızamızdan çıkıp gitmeleri.

Haftanın filmlerine dair bu kadar. Asıl yazmak istediğim, asıl aklımdan çıkmayan, asıl canımı yakan şey Amerika’nın İran’ın boğazını sıkma konusunda attığı adımlar ve savaşın ayak sesleri.

Nisan ayının 17’si ile 26’sı arasında Tahran’daydım. Fecr (Fajr) Film Festivali’nin 37.’sinde Uluslararası Eleştirmenler Jürisi’nde görev aldım. Jürimiz festivalin, 15 filmden oluşan Eastern Vista (Doğu Manzarası denilebilir) bölümünü değerlendirdi ve Mahmut Fazıl Coşkun’un “Anons” adlı filmini birinciliğe layık gördü. Jüride benden başka Fransız/Alman eleştirmen Barbara Lorey Delacharier ve Ermeni asıllı İranlı eleştirmen Robert Safarian görev aldı. Anons’u oybirliğiyle en iyi film seçtik.

Anons hakkında daha önce yazdığım için bu konuda da yazmayacağım.

Tahran, kanıma işledi, onu yazmaya çalışacağım. “Türkiye İran Olmayacak” sloganını unutun, Türkiye zaten İran, İran zaten Türkiye. Festivalin açılış töreninde folklor gösterileri var. Bizim Bitlis veya civarı kentlerin halk danslarına çok benziyor davul-zurna eşliğinde yapılan danslar. Dansçılardan biriyle tanışıyorum. Kürt ve çok iyi Türkçe biliyor. Türkçe konuşmayı çok seviyorum diyor. Televizyon dizilerinden öğrenmiş Türkçeyi. Oteldeki görevliler arasında çok sayıda Azeri var. Onlarla anlaşmak zaten doğal. Dillerimiz çok yakın, neredeyse aynı. Pervane Pazarı’nda dolaşırken rehberimiz bir halıcının sattığı ürünlerin Türkmen işi olduğunu söylüyor. Halıcıya Türkçe seslendiğimde, sevinci anlatılır gibi değil. Sanki 40 yıldır görmediği bir akrabasıyla karşılaşmış gibi! Öyle bir sevinç!

Festival boyunca jürimizin koordinatörlüğünü yapan Tina bizi evine davet ediyor, arkadaşlarıyla tanışıyoruz. Böyle şeyler her festivalde yaşanmaz. Festival bitiminde jüri üyelerine birer kilim hediye ediliyor! Eskiden, yani Amerika İran’ın ekonomisini bozmadan önce bu ipek bir halı olurmuş, artık değil ama yine de çok güzel ve çok cömert.

Evet, ekonomi çok kötü. Enflasyon yüzde 300 olmuş. Hoş bizde de gıda maddelerinin bazılarında Amerikan yaptırımları olmadan bu oranlar yakalandı ama… İran parasının (Riyal/Toman) değeri hızlı bir düşüş içinde. Vatandaşların alım gücü de aynı hızla olmasa da düşüyor. Beyin göçü, Türkiye’ye benzer. Olanağını bulan başta Kanada olmak üzere Batı ülkelerine göç ediyor.

Ekonomi bir yere kadar sorun. Asıl bela Amerikan bombardımanının ayak sesleri. Kimse inanmak istemese de görünen köy kılavuz istemez. Mesele Trump ya da muhafazakârlar (neo-con’lar) ya da şahinler değil. Amerikan ekonomisi bunu istiyor, Amerika’nın kanla beslenen büyük şirketleri bunu istiyor. İran pazarını açmaları lazım. İsrail’ rahatlatmaları lazım. Başta Hillary Clinton olsa belki de İran’a saldırı çoktan başlamış olacaktı. Clinton’ın “İran’ı haritadan silme” tehditleri kayıtlarda. Demokrat ya da Cumhuriyetçi fark etmiyor Amerika’nın dış politikası söz konusu olduğunda. İçerde liberalliğin görece pozitif bir anlamı var ama dışarda aynılar.

İçim acıyor, olacakları düşündükçe. Irak işgaline, Libya’nın yıkımına içim nasıl acıdıysa, İran’a da öyle. Mesele rejimi sevmek ya da sevmemek değil. Bununla hiç alakası yok. Amerika’nın derdi de bu ülkelerdeki rejimlerin demokratlığıyla hiç alakası yok. Suudi’lerle iyi geçinen bir ülkenin demokrasiyle ne derdi olabilir ki? Sadece Amerika değil tabii, Amerika ne derse eninde sonunda onun çizgisine gelen Batı bloğunun tümünün derdi demokrasi değil.

Amerika bir komşumuzun daha canına okumak istiyor. Dünya sessizce izliyor. Irak işgali öncesindeki direnç de kırıldı. Kimse yürüyüş düzenlemiyor, kimse insan kalkanı oluşturma planları içinde değil. Bir faydası olmadı zaten bütün bunların. Bizim televizyon kanallarımız da cahilce yayınlar yapıyor. Alternatif kanallardan biri (Tele 1) İran’ın uranyum zenginleştirme kararını, nükleer anlaşmaların ihlali olarak nitelendirdi, oysa bu karar anlaşmayı ihlal etmiyor. Zaten Amerika çekildikten sonra anlaşma mı kaldı? “İran’dan petrol almayı sürdüreceğim, Amerikan ambargosuna itaat etmeyeceğim” diyen Türkiye, birkaç gün önce çark etti. Tüpraş, İran’dan petrol alımını durdurdu. Bir koyup üç almasak da, daha beter olmamak için Trump’ın emirlerine itaat ediliyor.

Amerika başlatacağı savaşa yine afili bir ad verecektir. Zaten savaşların adı operasyon oldu artık, sanki tümör alınacak, hasta sağlığına kavuşacak bu operasyon sonrasında. Öyle olmuyor, bütün ülke acı çekiyor, bütün ülke yıkıma uğruyor; yüzbinler, milyonlar ölüyor.

Bir etkimiz olur mu bilmem ama İran Savaşı’na elimizden geldiği kadar karşı çıkalım. Ayrıca sıranın Türkiye’ye geldiğini düşünmek için de çok neden var. Amerika Ortadoğu’yu baştan aşağı yeniden düzenliyor. YPG’ye, Stinger ve Javelin füzeleri, tankı ve uçağı olmayan IŞİD için verilmiştir diye düşünmek için saf olmak gerekiyor.

*Yazının başlığı “Hiroshima, Mon Amour” filmine bir göndermedir.

© 2020 -CuneytCebenoyan.com