YENİ ‘REGRESİF’ TÜRK SİNEMASI

TARİH:  Eylül 2010
GAZETE/DERGİ: Altyazı

Wroclaw’daki (Vrosvav okunuyor), 10. Era Yeni Ufuklar (Era Nowe Horyzonty) Festivali kapsamlı bir Türkiye bölümüne sahipti, bu bölümün içinde Zeki Demirkubuz retrospektifi de yer alıyordu. Festivalin seçicileri bu bölümü oluştururken belli bir tarihsel dönemi ele almışlardı. Artık genel kabul gören ve Yeni Türk Sineması olarak adlandırılan bu dönemin başlangıç filmi olarak genelde Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sı (1996) gösterilir. Festivalin gösterdiği en eski Türk filmi ise Reha Erdem’in A Ay’ı idi. Zeki Demirkubuz’un C Blok’u (1993) daha öncek bir tarihe denk geliyor. Hemen hemen bütün Türk fimlerinin büyük ilgi gördüğünü söylemek mümkün. Konuklarıyla, panelleriyle, sergileriyle Yeni Türk Sineması’na belki de bir festivalde hiç bu kadar yakından bakılmamıştı. Tek olumsuzluk, kültür ateşesinin Kazım Öz’ün Fotoğraf’ını (2001) sansürlenmiş oluşuydu. Daha önce de yazdım; Lecce’de (İtalya) Nisan ayı içinde yapılan festivalde Fırtına (Bohoz, 2008) gösterilmişti. Wroclaw’daki uygulama tamamen keyfiydi. Demek ki müsteşarların mezhebine göre bir film sansürlenebiliyor ya da gösterilebiliyor. Bu utanç verici ve gayri demokratik tutumu bir kez daha kınıyorum. 

Festivalde epey bir Türk filmine sunumunu yaptım, soru-cevap bölümlerini yönetim ve panellere katıldım. Dolayısıyla Yeni Türk Sineması hakkındaki görüşlerim biraz daha gelişti. Festival hakkında yazı yazmam önerilince de bu konuyu ele almak istedim. Okuyacağınız yazı Yeni Türk Sineması hakkında kapsamlı bir inceleme değil. Bütün yönetmenler ve bütün filmleri ele almak gibi bir iddiası yok yazımın. Kendi geldiğim noktayı paylaşmak, tek iddiam.

…dedikten sonra pek de iddiasız olmayan bir kavram ortaya atacağım. Yeni Türk Sineması bir regresyon/gerileme sinemasıdır. İnsani, psikolojik, sosyal açıdan bir gerilemeyi temsil eder, kimi zaman bu gerilemeyi içselleştirir ve teorize eder. Bu gerilemede 12 Eylül çok önemli bir rol oynamıştır ama tarih 12 Eylül’le başlamadığı/bitmediği gibi, Türkiye dünyadaki gelişmelerden kopuk bir ülke de değildir. Yani dünyadaki genel gidiş de bu gerilemede pay sahibidir. Ve yine hem Türkiye’de hem de dünyada neo-liberalizmin yükselişi ve sosyal devlete yönelen saldırının etkileri ile birey giderek korumasızlaşmış ve yalnızlaşmıştır. Bu da asosyal, bazen de antisosyal davranışları yaygınlaştırılmıştır. Tabii ki güllük gülistanlık bir dünyadan gelmiyorduk. Ve tabii ki Zeki Demirkubuz’un sık sık örnek verdiği gibi Binbir Gece Masalları’ndan beri değişmeyen şeyler var insana dair. Ama içinde yaşadığı toplumsal koşullar, ilişkiler ne olursa olsun insanın hep aynı kaldığı gibi bir sava inanmıyorum. Toplumsal koşullar kimi insani özellikleri ya geliştirir ya da köreltir. Kimi sorunlar belli ortamlarda daha rahat aşılabilir, belli ortamlarda ise hastalık mertebesine ulaşır. Travma yaşamış, işkence görmüş, ihanet etmiş veya ihanete uğramış, üç maymunu oynamak zorunda kalmış insanlarla bunları yaşamamış insanlar bir değildir. 

DEMİRKUBUZ’UN ERKEKLERİ

Retrospektif öznesi Zeki Demirkubuz filmleri ile başlayalım. Demirkubuz filmlerinde iki temel erkek tipinin varlığından söz edilebileceği yeni bir fikir değil. Bu tiplerinden biri (C Blok, Masumiyet, Kader, Üçüncü Sayfa, İtiraf) tutkuyla hedefinin (bir kadın ya da aşk) peşinden koşar ama kaderini kontrol edemez ve bir girdaba kapılmış gibi felakete doğru sürüklenir. Bir de kaderin kontrol edilemeyeceğini teorize etmiş, pasifliği aktif bir biçimde benimsemiş tip vardır (Yazgı, Bekleme Odası). Bu festivalde fark ettiğim yeni bir şey oldu. Bu erkeklerin neredeyse tümü başka bir erkeğin kadınının peşinde koşuyorlardı. Ve bu diğer erkek, hep bir şekilde daha üstün oluyordu kahramandan. Aslında diğer erkeğin üstünlüğü önemli ama belirleyici değil, belirleyici olan kadının başka biriyle ilişki içinde oluşu. C-Blok‘ta kapıcının oğlu Halet, çalıştığı apartmanda oturan ve evli bir kadın olan Tülay’a aşık oluyordu. Halet ile Tülay’la eşinin hizmetçisi seviştiklerinde ise hizmetçi Aslı, ev sahibesinin (Tülay’ın) rolüne bürünüyordu. Halet hem hizmetçi Aslı’yla hem de Tülay’la bir anlamda aynı şeyi yaşıyordu. Daha güçlü bir erkeğin, hizmet ettiği ev sahibinin kadını ile sevişiyordu yani. Halet, Tülay’ın isteği doğrultusunda bir katilin peşine takıldığında ise, façasını bozan (façanın bozulması Yazgı ve Kader’de de var) bir yara alıyor ve nihayetinde akıl hastanesine düşüyordu. Kader’de (2006) Bekir mahallenin en sert erkeği Zagor’un sevgilisine aşık oluyor ve onun peşinde intihara doğru sürükleniyordu. Masumiyet’te (1997) ise Bekir’in rolünü Yusuf devralıyordu. Zagor’un sevgilisinin peşine düşmek bu kez Yusuf’un kaderine dönüşüyordu. Zagor adı üstünde bir mittir, bir çizgi roman kahramanıdır, üstündür.

Üçüncü Sayfa’nın (1998) kahramanı İsa’nın sevdiği kadın ise hem ev sahibinin, hem de ev sahibinin oğlunun sevgilisi olmanın yanı sıra başka bir adamla da evliydi. İsa’nın bütün bu adamlardan daha yoksul ve daha zayıf olduğu da açıktır. 

İtiraf’ın (2001) çiftini tanıdığımızda çift evlidir ama Nilgün başka bir adamın kadını olmuştur bile; bellidir ki eşini aldatıyordur. Fakat asıl mesele zaten Nilgün’le Harun’un ilişkisinin en başında yaşanmıştır. Nilgün Harun’la birlikte olmaya başladığında Harun’dan çok daha dürüst bir adamla, Taylan’la birliktedir. Tıpkı diğerleri gibi Harun rakibi ile yüzleşmez, mücadele etmez. Doğrudan hiç mücadeleye girmezler bu kahramanlar kadınlar için. Harun Taylan’a ihanet eder. İtiraf ve ihanet gibi kavramlar politik mahpusların 12 Eylül’de yaşadıklarını da çağrıştırır. C-Blok’un hapishaneyi çağrıştırması gibi.

Yazgı’nın (2001) kahramanı Musa, patronunun sevgilisi Sinem’le birlikte olur. O, pasif agresif kahramanlar kategorisindedir cinsel arzu dışında hiçbir yakınlık beklentisi ya da karşısındakine verebileceği bir şeyi yoktur. Gelen gelir, o kadar. Cinsel arzusunu da en kaba, en agresif biçimde gösterir. Sinem’in kendisini aldattığını öğrendiğinde, o da rakibi olan patronuyla mücadeleye girmez. Bekleme Odası’ndaki (2003) yönetmen çevresindeki diğer erkeklere göre üstün bir statüdedir ama yine de başkasının kadına, bir sevgilisi olan asistanına yönelir. Asistanının sevgilisi, yönetmen karşısında hiç de ezilmez fakat, sevgilisi için mücadele eder, yönetmeni tehdit etmediğini iddia etse de yine de bir miktar eder. Yönetmenin tavrı yine kaçak dövüşmektir. Rakibi karşısında aslında tek avantajı üstün statüsüdür.

Baş kahramanları kadınlar olduğu için Kıskanmak’ı değerlendirme dışında bırakıyorum. Aslında C Blok‘un da baş kahramanının kadın (Tülay) olduğu söylenir ama ben Halet olduğunu düşünüyorum. Asıl onun hikayesi trajik olandır. Akılda da o kalır.

Peki başkasının kadınla ayartmaya çalışan ama rakibi ile yüzleşmeyen bu erkek tipleri neye işaret ediyor? Bu tipler hep olmamış mıdır? Mesela Joseph Losey’in Kaza Gecesi (Accident, 1967) filmindeki profesör de böyle bir tiptir ve ne neo-liberalist kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşar, ne de 12 Eylül travmasına maruz kalmıştır. Ama bir kadın yalnızca başkası için çekici olduğu müddetçe ona da çekici gelir.

Demirkubuz’un ısrarla resmettiği bu tipin örneğine her zaman ve her yerde rastlanabilir. Ama şu bir gerçek ki bu tip az gelişmiş bir tiptir. Sosyal ve ruhsal açıdan geridir. Ne kendisine ne de başkalarına karşı bir sorumluluk duygusu geliştirmemiştir. Çevresiyle sağlıklı iletişim kuramadığı gibi, Yazgı’da en uç örneğinde gördüğümüz haliyle, ne düşündüğü ya da ne hissettiği sorulduğunda çoğunlukla bir cevabı yoktur ve karşı bir soruyla cevap verir. Finaldeki bilinç ve kararlılık patlaması ise filmin geneliyle tezat içindedir. Musa, patronuna annesinin ölümünü haber verdikten sonra bir çocuk gibi ‘benim suçum değil’ diyen adamdır.

Bu azgelişmişliğin 12 Eylül’ün travmasıyla ve ardından gelen anti-sosyalleşmeyle yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Sosyal ortamın geriliği bu karakterlerin birer yetişkine evrilmelerini de olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Ödipal karmaşalarını aşamamış, daha güçlü baba figürlerinin kadınlarına, yani anneyi temsil eden kadınlara yönelmişlerdir. Babayla doğru dürüst hesaplaşamadıkları ve hesaplaşacak güçleri de olmadığı için, kendi kadınları hiçbir zaman olmayacaktır, olduğunda da ona sahip çıkmayacaklardır.

Serdar Akar’ın Gemide’sindeki (1998) tayfaların en büyük eğlencesi kaptanın cinsel maceralarını dinlemektir. Ve sonunda bir kadını pezevenklerin elinden alıp gemiye getirdiklerinde, kaptanın kendilerine anlattığı cinsel fanteziyi aynen hayata geçirmeye çalışırlar. Kaçırılan kadın, kaptanın yani babanın kadını, yani annedir sembolik olarak. Bu erkeklerin hiçbiri bir kadınla gerçek bir ilişki kurabileceklerini hayal bile edemezler.

Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’in deki İsa da böyle bir karakterdir. Ayrıldığı sevgilileri ancak başkaları için cazip olduğu zaman yeniden İsa’nın ilgisini çekmeye başlar. Ama İsa’nın kadını olamazlar Çünkü İsa zaten böyle bir şey istemez. Kadın kendisininse bir cazibesi kalmamış demektir. 

Regresyonun anneye yönelmek dışında aldığı başka biçimler de var. Tabutta Rövaşata’nın Mahsun’uyla Kosmos’un Battal/Kosmos’u arasında garip paralellikler görüyorum. Her şeyden önce İkisi de çocuksudur. Ne işleri, ne de evleri vardır. Kahvede oturup parasını ödemedikleri çayları içerler ve başkalarının mülklerine tecavüz ederler. Mahsun arabaları geçici olarak çalar, Battal/Kosmos kasalardan paraları. Mahsun, Rumeli Hisarı’nın surları arasında ordunun gölgesinde (ve mehter marşları eşliğinde) tavuskuşu kovalar. Tavuskuşu kendisinden daha üst bir sınıfa ait canki kızın ikamesi gibidir. Ne zaman kızla ilişkisi bir çıkmaza girse, Mahsun tavusa yönelir. Önce kuşu alır, arabayla gezdirir, sonra da öldürüp, kıçına bir çubuk sokarak (tecavüz ederek) pişirmeye kalkar. Mahsun’un sonu hapishanedir. Battal/Kosmos da ordunun gölgesinde yaşar. Komutanın baldızıyla ve öğretmenle (anne figürleri) sevişir ve hapse düşmekten, şehirden kaçarak kurtulur. Battal’ın gerçek aşkı Neptün’le yaşadığı ise tensel bir temas içermez. Çığlıklar atarak ve fiziğin sınırlarının ötesine geçerek ‘birleşir’. Mahsun da Battal da sosyal olarak  gelişmemiş tiplerdir. Ne kendilerine sınır koyabilirler ne de başkalarının sınırlarına saygıları vardır. Battal, insanın hayvandan farkı olmadığını iddia düzeyine taşır zaten. 

Ama iki film arasındaki fark Tabutta Rövaşata’da karşımıza bir zavallı olarak çıkan regresif karakterin Kosmos’ta yüceltilerek ideal bir varlık kimliğine kavuşmasıdır. Regresyon oturmuş, yerleşmiştir artık. 12 Eylül’le birlikte gelen ve sosyal hayatı darmadağın eden rejimin yerleşmesi gibi… Antisosyalliğe ilahi (dinsel) bir öz arama dönemine girilmiştir. 

TAŞRANIN MASUMİYETİ

Taşranın tezahür biçimi de en çok konuşulan konularından biridir Yeni Türk Sineması’nın. Kasaba, Lou Reed ve John Cale’in bir şarkılarında dedikleri gibi nefret edilesi ve kaçınması gereken bir yerden çok, kaçılacak yer olarak ortaya çıkar. Oysa Lütfi Akad’ın Gelin’inde (1973),  Yılmaz Güney’in yazıp Zeki Ökten’in yönettiği Düşman‘da (1979) kavganın verileceği yer olarak şehri görürüz. Yine Güney’in yazdığı ve Zeki Ökten’in yönettiği Sürü’de (1978) bütün kötülüğüne rağmen şehir yine de devrimci mücadelenin verildiği yerdir. Ve taşradaki ilişkiler daha iyi değildir.

Nuri Bilge Ceylan’ın taşraya nostaljik bir bakışı olduğunu söylemek doğru olmaz. Taşra sıkıcı, işsizliğin başını alıp gittiği, kapitalizmin acımasızlığının hissedildiği bir yerdir. Ama taşra insanında bir masumiyet, idealizm ve insanilik vardır şehirli kahramanlarda olmayan. Hem Mayıs Sıkıntısı’nın (1999) hem de Uzak’ın (2002) şehirli kahramanları çevrelerindeki insanları kendi başarıları için kullanırken onlara fazla değer vermezler. Yeşim Ustaoğlu’nun yönettiği Pandora’nın Kutusu’ndaysa aklı başında ki tek kişi, paradoksal olarak, Alzheimerlı köylü annedir. Anne kendinde olduğunda şehirli üç çocuğunu da mükemmel analiz eden cümleler kurar, kenar mahalle çocuklarını kedilere eziyet etmekten uzaklaştırıp, çevresinde birleştirir. Şehirli yetişkin kardeşler içinse pek umut yoktur. Güneşe Yolculuk’ta(1998) da olduğu gibi kendini bulmak, şehirden uzakta gerçekleştirilebilecek bir şey gibi gözükür. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesi ise her haliyle geriye bakan bir yapı sergiler. Kahraman taşradan yola çıkar, şehre gelir ve yeniden taşraya, anne ocağına geri döner. Bal (2009) koruyan, kollayan bir baba özlemiyle sona ererken, Yumurta (2007) koruyan kollayan bir annenin hayaletinin evinde son bulur. Arada kahramanımız işçi sınıfı saflarına katılır ama öyküsünün anlatılmayan kısmında o sınıfın ve kahramanımızın ne yaşadığını (12 Eylül) tahmin edebiliriz. 

İleriye bakamayınca, geriye dönüp bakılıyor. Daha ileri bir toplumsal yaşam hayali kalmamışsa, taşranın daha ‘masum’ ilişkilerinin çekici gelmesi doğaldır. Yeni Türk Sineması da bu çağın insanın geriye bakan, gerilemiş halinin temsillerini sunuyor. Özellikle erkek tipleri patolojik özellikler gösteriyorlar. Erkek yönetmenler çoğunlukta ve erkek öykülerini anlatmayı tercih ediyorlar ya da bunu yapabiliyorlar. Gördüğümüz erkekler ise kadınlarla ilişki kuramayan, cinselliği ya pis bir şey (Uzak) gibi ya da doğrudan tecavüz ya da tecavüze yakın bir tarzda (C-Blok, Gemide İklimler, Barda, Yazgı…) yaşayabilen erkekler. Bana rahatsız edici gelen ise, bu regresyon durumunun mutlaklaştırılma, teorize edilme eğilimi. Bu regresif durumun tarihsel, toplumsal, ekonomik ve psikolojik nedenlerinin es geçilerek, insanın kötülüğü gibi metafizik bir açıklamaya ya da tamamen nedensiz diye doğru gidilmesi. İyilik ve kötülüğün analitik kavramlar olmadıklarını düşünüyorum. Yeni Türk Sineması’nın temsil ettiği insanlardan daha gelişkin bir sosyalleşme potansiyelimiz olduğuna ve bu yönde çabalamamız gerektiğine inanıyorum. Hepimiz aynı gemideyiz.

 not:

 ‘Başka erkeğin kadını’ gibi kavramların, ataerkil, mülkiyetçi, şeyleştirici, çağrışımlar yaptığının farkındayım ama sevgilisi, karısı gibi kavramlardan daha uygun olduklarını düşünüyorum.

ACİL ARAMA (THE CALL)

Tarih: Şubat 2014
Gazete/Dergi: Altyazı KORKU YILLIĞI 2013

YÖNETMEN: Brad Anderson; OYUNCULAR: Halle Berry, Abigail Breslin, Morris Chestnut, Michael Eklund; ÜLKE: ABD   VİZYON TARİHİ: 5 Temmuz 2013; DAĞITIMCI: Pinema  KOPYA SAYISI: 30; SINIFLANDIRMA: 13+   TOPLAM SEYİRCİ: 19.577

Acil Arama’nın yönetmeni Brad Anderson’ın sıkı bir televizyon dizisi kariyeri var: The Wire, Boardwalk Empire, The Killing vb. Sinemadaysa Makinist (The Machinist, 2004) ile aklımızda yer etmişti. Acil Arama’da işini bilen bir yönetmen olduğunu gösteriyor. Film baştan sona temposunu yitirmiyor, gerilim düşmüyor. Filmin kahramanı Jordan (Halle Berry) acil arama servisinde operatör. Ama bir gün yaptığı hatayla, bir seri katilin kurbanı bulmasına (ve öldürmesine) istemeden katkı sağlıyor. Kader Jordan’la seri katili bir kez daha karşı karşıya getiriyor.Jordan katilin kaçırdığı kıza bu kez kurtarabilirse, kendi suçluluk duygusunu bir nebze olsun hafifletebilecek, kendisine saygısını geri kazanabilecek. İki kadının kurtuluş mücadelesi iç içe geçiyor; genç olanın ölümden, Jordan’ın vicdan azabından.

 Kuzuların Sessizliği’ni (Silence of the Lambs, 1991) çokça andıran finale kadar her şey düşük bütçeli korku filmi standartlarında oldukça iyi işliyor. Fakat finalin yargısız infazı olumlayan, ‘kendi yasanı kendin uygula’ vijilantizmine sempati ile bakan duruşu çok rahatsız edici. Yönetmenin ‘onların da katilden bir farkları kalmadı’ demek istediğini düşünmek istiyorum. 

49. BERLINALE

Tarih: Nisan 1999
Gazete/Dergi: akrep

Ablam maraz günleri derdi Sinema Günleri (yeni adıyla İstanbul Film Festivali) için. Film festivallerini izlemek hakikaten marazi bir durumdur. Sağlıklı bir insanın en fazla üç günde bir, bir film izlemesi lazım ki seyrettiğini iyice sindirebilsin üzerine düşünsün, tartışsın; o filmi seyrettiği için hayatı değişecekse değişebilsin. Bu fırsatı kendisine ve filme tanıyabilsin. Ama gelin görün ki benim gibi film festivali marazlıları için festival sırasında üç günde bir film seyretmek hayatı ıskalamakla eşanlamlıdır. Normal öğün günde üç film civarındadır. Günlerce gün yüzü görmemekten çipil çipil olmuş gözlerle o sinemadan bu sinema koştururken kaçırdığı filmlere hayıflanır tipik bir festival marazlısı. Yeni bir film seyredebilmek için eskisini aklından çıkarması gerekir. Fırsat bulunca yeniden düşünebilir ama bu fırsat da kolay kolay çıkmaz. Ablam bu maraziliğin tipik bir parçası olmama rağmen beni eleştirilerinden muaf tutardı. Oysa ben şimdi işi ilerlettim. Yalnızca İstanbul Festivali ile yetinmiyorum artık milli de oldum. Önce Selanik derken şimdi üç büyüklerden biriyle diğerleri (Cannes ve Venedik) tanıştım. İşte Berlin:

Berlin Film Festivallerinin ilki 1951’de yapılmış. Yani bu yılki festival tam 49. suydu. Festivalin oluşturulmasındaki amaç o dönemde Doğu Almanya içinde bir adacık olan Batı Berlin’den doğuya yönelik propaganda yapmak ‘hür dünyanın değerlerini doya tanıtmakmış. Bugün artık coğrafi ya da politik bir ayrım yok. Bölünmüşlük kafalarda bir ölçüde sürüyor olsa da, Berlin kendi kendine yeni hedefler belirlemiş durumda. Avrupa’nın başkenti olmak. Berlin hep değişen bir kenti olmuştur. Savaş sonrasının yeniden inşasından sonra bu günlerde de birleşme sonrasının yeniden yapılanması sürmektedir. Yeniden yapılanmanın en iddialı projesi ise Potsdam Meydanı’nda yürütüleni. Potsdamer Platz bölünmüşlük döneminde iki kesimin arasında kalmış sahipsiz bir bölgeyeyken şimdi giderek kentin en gözde meydanına dönüşüyor. Berlin film Festivali’nin ellincisi de işte bu meydanda yapılacak olan yeni sinema kompleksinde gerçekleştirilecek. Bu yıl böylece meşhur Zoo Palast ve çevresindeki sinemalarda gerçekleştirilen son festivale tanıklık etme fırsatını bulduk.

 Amerikan sineması nereden bakarsak bakalım dünyanın en önemli sineması. Sinemaya dair en iyinin de en kötünün de beşiği Hollywood. Bunun Avrupa festivalleri içinde kendini en çok belli ettiği yerlerin başında da sanırım Berlin geliyor. Berlin’de altın ayı en çok kazanan ülke Amerika. Bu yıl da iyisi ve kötüsüyle yarışmada en çok temsil edilen ülke Amerika’ydı. Bu durum sonuçta da kendini gösterdi. Birinciliği bir Amerikan filmi olan İnce Kırmızı Hat kazandı. İnce Kırmızı Hat’ta Hollywood ünlüleri neredeyse resmi geçit yapıyordu: Sean Penn, John Travolta, George Clooney,Nick Nolte, Woody Harrelson, John Cusack vb. Ve bu kadar ünlüye karşın Hollywood’un yaptığı belki de en sıradışı filmlerden biriydi İnce Kırmızı Hat. Bir Tarkovski filmi ne kadar ticariyse Kırmızı Hat da o kadar ticari. Evet çok uzundu, bir öykü anlatmıyordu ve belki de bütün o şiirselliğin ve felsefiliğin altında çok derin bir şey de yoktu. Ama bende filmden kalan çok insani bir duygu oldu. Bu kadar çok erkek kahramanı bu kadar aşkla anlatan bir film daha seyrettiğimi hatırlamıyorum. Bu kadar ünlünün bu filmi oynamasında; ticari olmayan böyle bir filme bu kadar para yatırılmasının ardında, eleştirmenlerin çok beğendiği ama ticari açıdan başarısız iki filmin (Badlands ve Days Of Heaven) ardından 20 yıl sessiz kalan ve efsaneleşen yönetmen Terrence Malick’in adı var. Kırmızı Hat’tın birinci olması sürpriz değildi.

En iyi yönetmen ödülünü alan Stephen Frears gerçi İngiliz, ama filmi The Hi-Lo Country Amerikan yapımıydı ve Amerika’da geçiyordu. Görsel açıdan oldukça başarılı bu film gerek konusu (1945’te geçen bir Western) gerek oyuncularının performansıyla tek kelimeyle tuhaftı. İngilizlerin kotardığı ama Amerikan yapımı bir filmi olan Aşık Shakespeare’in senaristleri Mark Norman ve Tom Stoppard da bu başarılarından ötürü Gümüş Ayı ile şereflendirildiler.

Jüri Özel Ödülü Dogma 95 grubunun üyesi Soren Cragh-Jacobsen’in Mifune’sine gitti. Dogma 95 Danimarkalı beş yönetmenin imzaladığı bir ilkeler bildirgesi. Bu ilkelerin ortak noktası sinemayı mümkün olduğunca teknolojiden arındırmak, daha doğal bir hale getirmeye çalışmak. Yani bir anlamda Hollywood’un simgelediği ne varsa ondan uzaklaşmak. Bu açıdan birincilik ve ikincilik ödüllerinin Hollywood ve 95 filmleri arasında paylaşılması festivalin ilginç bir yönüydü. Doğuyla batının, sosyalizmle kapitalizmin tarihsel çatışma ve kaynaşma merkezi Berlin bir kez daha iki karşıt dünya görüşünün gövde gösterisine tanıklık etmiş oldu. Özel bir sanatsal başarı ödülü verilen bir başka yönetmen de Kanadalı David Cronenberg’di. Cronenberg her zaman olduğu gibi yine insan bedeniyle, onun deformasyonuyla uğraşıyor, oyunla gerçeğin, bedenle eşyanın (oyuncağın) içeriyle dışarının içice-dışdışa geçtiği bir gelecekten haberler getiriyordu. En iyi eşcinsel film ödülünü bir İsveç filmi, Fucking Amal kazandı. Lukas Moodysson’ın yönettiği film küçük bir İsveç kenti olan Amal’da birbirleriyle ilk aşklarını yaşayan iki yeni yetme genç kızın öyküsünü anlatıyordu. Film çok beğenildi; kapısında kuyruklar oluşan insanların biletleri olmasa da ‘olur a gireriz’ diye sinemanın önünde bekleştiği ender filmlerden biri oldu. Hiç ödül kazanmasa da seyircinin en çok alkışladığı filmlerden biri de yaşlı Usta Altman’ın yine küçük kent yaşamını konu alan Cookie’nin Hazinesi adlı filmiydi.

Bir ülke sineması olarak olmasa da Türkiyeli ya da Türkiye kökenliler de Berlin’de önemli bir yere sahipti. Öncelikle Yeşim Ustaoğlu’nun yönettiği Güneşe Yolculuk kazandığı Barış ve 

Mavi Melek ödülleri ile festivalde sivrilen birkaç filmden biri oldu. Kürti sorununu gündeme cesaretle getiren Ustaoğlu’nun filminin gösterildiği gün Apo’nun yakalanması garip Bir tesadüftü. Güneşe Yolculuk gerçekten iyi ve cesur bir filmdi: Gözaltında kaybolanlar, yakılan köyler gibi Türkiye’de konuşulması zor konuları gündeme getiriyordu. Ama bunun ötesinde çok iyi bir oyunculuk, çok iyi diyaloglar ve iyi görüntüleri, filmi iyi film yapıyor. Film büyük güvenlik önlemleri altında gösterildi. Kutluğ Ataman’ın Lola ve Bilikid’i Panorama bölümünün açılış filmiydi ki bu da en az bir ödül kazanmak kadar önemli bir olaydı. Lola Almanya’nın zencileri Türklerin kendi içindeki zincirlerini yani eşcinsel ve travestileri anlatıyordu. Lola ve Bilikid İstanbul Film Festivali’nde de Türkiye’yi temsilen yarışacak. Bir Alman ve Türk melezi olan Thomas Arslan’ın Dealer adlı filmi de festivalin resmi olmayan ama genç sinemacılara açtığı kapıyla en az diğerleri kadar önemli olan bölümü Forum’un Jüri Ödülü’nü kazandı. Kısaca Türkiye bir şekilde Berlin 99’a damgasını vuran bir ülke oldu. Almanya’da yetişen ikinci kuşak Türklerin gelecekte Alman sinemasında adlarından çok daha fazla söz ettireceklerini tahmin ediyorum. Ama Almanya’yla bu kadar yakın olmamıza rağmen birçok açıdan hala çok uzak olduğumuzu görmek üzücüydü. Etnik sorunlardan cinselliğe kafalardaki Türkiye imajı hala bizim gerçeğimizden çok uzak. Hoş bizim kafamızdaki Türkiye imajı yaşadığımız gerçeğe ne kadar yakın ki? 

TANITIMSIZLIK KURBANLARI GÜME GİDEN KASETLER

Tarih: 15 Ekim 1994
Gazete/Dergi: Express

Evet, İMÇ Çok sayıda kaset piyasaya çıkarıyor. Fakat bu kasetlerin çoğu tanıtımsızlık kurbanı olup gidiyor. İşte böyle güme giden kimi ilginç kasetlerden bazıları:

THE SMITHS
Dolaylı Politika

Smiths’i ilk kez dinleyenlerin tepkisi genellikle ‘Bu rock değil yahu!’ biçiminde. Çünkü ilk dikkat çeken şey Morissey’in şarkı söyleme üslubunun rock dışı olması. Smiths’in genel sound’u 60’lı yılların başındaki pop gruplarını andırıyor. Johnny Marr’ın gitarından distorsiyon sesleri gelmiyor örneğin. ‘Best…I’ albümünün insanı kesinlikle sıkmayan kusursuz bir çalışma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Morrissey, İngiltere’nin en iyi şarkı sözü yazarlarından sayılıyor. Kendisi bir edebiyat ve sinema tutkunu aynı zamanda. Smiths’deyken (yani daha solo kariyerine başlamadan önce) kırılgan, içine kapalı ama aynı zamanda öfkeli, cinsel açıdan belirsiz bir imajı vardı. Morrissey’in şarkı sözlerinin güzelliği sanki günlük bir konuşmadan alınmış gibi olmalarında ve içinde barındırdığı çelişkilerde ‘This Charming Man’de (Bu çekici adam) ‘Doğa benden bir erkek yaratacak mı?’ diye soruyor. Karamsarlık Morrissey’in belki de en tipik yanlarından biri. ‘How Soon Is Now?’da bir sevgili bulma umuduyla gidilen bardan yapayalnız geri dönüşü. ‘Hand in Glove’da biteceği bilinen ama yine de heyecanla yaşanan bir aşkı anlatıyor. The Smiths’in şarkılarında politika da var ama dolaylı olarak. ‘Shoplifters of the World, Unite’da dükkan farelerine birleşip, yönetimi devralma çağrısı yapıyor. ‘Panic’de ‘DJ’i asın, çaldığı şarkılar hayatıma dair hiçbir şey söylemiyor’ diyor.

Morrissey’in Smiths sonrası solo çalışmalarından ‘Viva Hate’, ‘Your Arsenal’ ve ‘Vauxhall and I’ da yayımlandı. Birincisini bulmak artık mümkün değil.

SISTERS OF MERCY
Bir kitsch duygusu ama…

Sisters of Mercy’nin Greatest Hits’i topluluğun Türkiye’de yayınlanan tek kaseti. 1984’te kurulan bu gothic-rocktopluluğunun adı Leonard Cohen’in bir şarkısından alınmış. Kasetin altbaşlığı ‘Hafif bir bombardman vakası’: A Slight Case of Overbombing. Ağır bir kaset gerçekten de Greatest Hits. Topluluğun beyni Andrew Eldritch hamasi ve abartılı bir üslupla söylüyor şarkılarını. ‘Temple of Love’da bir Conan filmi, ‘Detonation Boulevard’da ise bir Mad Max filmi atmosferi var. Şarkı sözlerinde zaman zaman ilginç dizelerle karşılaşılıyor ama bütününde Eldritch’in ne anlatmak istediğine vakıf olmak güç. Daha çok bir kitsch duygusu var sözlerde: ‘Aşk için mi yaşıyorsun? / Yol çok sarplaştığında aşkın dayanacak gücü bulabilecek mi?’ ya da ‘Aşk tapınağında / Gökgürültüsü gibi patla /Yağmur gibi ağla’… Şarkı sözlerine ve Eldritch’in vokal üslubuna ısınmak güç. Ama müzik açısından oldukça iyi. Hem rock dinleyip hem de dans edebileceğiniz bir müzik yapıyor Sisters of Mercy. Melodiler akılda kalıcı ve iyi işlenmiş. Her zaman bu nitelikte bir albümle karşılaşılmıyor.

PETER GABRIEL
Duvar çiçeği

Gabriel’in müzikal açıdan en önemli dönemi 1977-1982 arası. Yani kendi adını taşıyan ilk dört solo plağını yaptığı dönem. Bunlardan 3 ve 4 no’lular yayımlandı ama pek ilgi görmedi. 1982’den kalma bir albümün satmaması doğal. PG 4, ‘Rhythm of the heat’le açılıyor. Bu ve sonraki ‘San facinto’ yiten Kızılderili dünyasına bir ağıt. ‘Rhythm of the heat’te Peter Gabriel ‘ritm ruhumun sahibi’ derken, ruhunun da ağzından çıkıp gittiğini zannediyor insan. Şarkının finalindeki cinnet halindeki perküsyon solo tek kelimeyle mükemmel. ‘The Family and the Fishing Net’ Gabriel’in belki de bugüne kadar yazdığı en iyi şarkı. Aile kurumuna, evliliğe rock müzğin yaptığı en sert saldırı. ‘Wallflower’ ise işkencedeki siyasi tutukluya yazılmış eşsiz bir şarkı. ‘Wallflower’ şebboy demekmiş, ama doğrudan ‘duvarçiçeği’ diye çevirmek daha doğru olacak:

Duvardan duvara 6×6 / Pencereler örtülü / Hiç ışık sızmıyor./ Yerler nem içinde. / Sen yatağında terliyorsun. / Delirtmek istiyorlar seni / Savunma duvarlarını yıkmak için / Yalanlar söylüyorlar / Dışarı çıkarıyorlar seni / Işık gözlerini yakıyor / İfade odasına gidiyorsunuz / Şaşıracak bir şey yok / Temiz beyaz önlüklüler / Tuzaklı sorular soruyor /Gözleri Hipokrat yemini gibi görünmüyor / Nasıl davranman gerektiğini söylüyorlar. / Onların misafiri olarak / Direnmek istiyorsun / Elinden geleni yapıyorsun / Sınırlarını zorluyorlar / Ötesine götürüyorlar / Bütün yaptıklarına karşı / Yapabileceğin bir şey yok / Dayan / Kaybolsan bile / Unutulmayacaksın / Ve ben yapabileceğim her şeyi yapacağıma / Söz veriyorum sana…

Ekleyecek fazla bir şey yok. ‘Wallflower 1982’de de günceldi, bugün de.

Solun Seçimi

Tarih: 28 Ocak 1995
Gazete/Dergi: Express

Haber şöyle olabilirdi: ‘30 Aralık Akşamı The Marmara Oteli’nin kafesinde patlayan bomba sonucunda otelde kalmakta olan iki Hollandalı turist hayatını kaybetti. Polis bombanın PKK’nın kullandığı türden olduğunu söyledi.’

Olay böyle olsaydı 30 Aralık’taki bombalamanın PKK tarafından yapıldığına inanacaktı herkes. Beş yıldızlı turistik bir otelin kafesinin bombalanması PKK’nın eylem tarzına aykırı değildi çünkü.

Ama olayda ölenler iki Hollandalı turist değildi. Yasemin Cebenoyan ve Onat Kutlar’dı. Eylemi İBDA-C üstlenmişti. Gayri-resmi yayın organları Taraf’ta bombalama öncesinde Eylem çağrısında bulunmuşlardı zaten. Adresler vermişler, okurlarına kafeleri, otelleri ve barları bombalamaları için ‘İstersen yapabilirsin. İste ve yap’ demişlerdi. Bombalama sonrasında da Taraf dergisi İBDA-C’nin eylemcilerini selamlamış, kurbanlara hakaret yağdırmıştı.

Ölenlerin aydın, laik, demokrat kimlikleri de eylemin İBDA-C tarafından yapıldığını doğrular gibiydi. Ama bir bombanın kimi öldüreceği bilinmez. Bombalamayı yapanların birçok kişi gibi, o kafeye aydınların gittiğini bildiğini de sanmıyorum. Bomba turistleri de, garsonları da öldürebilirdi. Dindar bir kişi de olabilirdi, bir ateist de, bir Kürt de olabilirdi bir Türk de.

Eğer bombalamayı İBDA-C yapmışsa burayı yılbaşı kutlamaları yapan bir mekan olarak gördüğü için yapmıştır. Eğer polisin şüpheleri doğruysa ve PKK yapmışsa, burayı turistik bir merkez olduğu için ve/veya doğudaki yangını batıya da taşımak mantığıyla yapmıştır. Kan davası güttüğü için yani. İBDA-C’nin eylemi üstlenmesi, gerçekten yaptığını kanıtlamıyor. İBDA-C’nin yapmadıkları eylemleri üstlenmek gibi bir geleneği olduğu da biliniyor.

Sonuçta, şimdilik iki seçenek var: PKK veya İBDA- C. Bu arada bu iki seçeneğin birbirlerine zıt karakterler taşımadığını da belirtmek gerek. Taraf dergisindeki yazılarda PKK’dan kardeş örgüt yaklaşımıyla  söz ediliyor. Bu iki örgüt işbirliği yapıyor da olabilirler.

Medyada çıkan yazılarda ise net bir seçim var. Yazarlar dünya görüşlerine göre, cinayetleri kimin işlediğine karar vermişler. Solun seçimi İBDA-C oldu. Bu seçimi belirleyen de eylemin yapılış tarzı, polis açıklamaları, hatta Taraf dergisinde çıkan yazılar değil, ölenlerin kimliğiydi.  Mantık ya da olayın analizi değil duygular ve tesadüftü bu seçimde belirleyici olan.

Ne çıkan yazılarda ne de cenazede atılan sloganlarda PKK’ya toz kondurulmadı. Sol bu eylemi PKK’nın yapmış olabileceği gerçeğini gözönüne almak bile istemedi. PKK’yı kınamak için bu eylemin PKK tarafından yapılmış olması da gerekmiyordu. PKK bu elemi yapmamış olsa da, bu tür eylemler yapıyor. PKK’nın işi bu çünkü: Terör.

Sol PKK konusunda kendi değerlendirmesini yapacağına, işin kolayına kaçıyor. Kolayı da şu: Resmi söylemin karşısında olmak. Bunu yapınca, sol politikada da doğmuş oluyor. PKK bugüne kadar çok cinayet işledi. Otobüs durup durup yolcu taradı. Sonra da televizyona çıkıp ‘Eee, kurunun yanında yaş da yanar’ dedi. Alışveriş merkezlerini yaktı. Köyleri basıp bütün halkı öldürdü.

Sol kurbanlara sahip çıkmadı. Ateş düştüğü yeri yaktı. Marmara Oteli’nin kafesinde iki garson ölseydi, yine aynı şey olacaktı. Kimse yürüyüş yapmayacaktı. Ateş düştüğü yeri yakacaktı. Sol halka, ‘halkımıza’ biraz daha yabancılaşacaktı. Yalçın Küçük ve Bilgesu Erenus dağda gerillacılık oynayıp komedyenlik yaparken halk acı çekecekti.

Haklı davalar, haksız yöntemleri meşrulaştırmaz. Üstelik PKK’nın davasının ne olduğunu kim biliyor? Bu kadar nefret, bu kadar şiddet ekerek, ‘barış içinde birlikte yaşama’ gibi bir amaca ulaşılabilir mi?

Hiçbir şey, ne devlet terörü, ne de başka bir şey terör estirmenin, alçaklığın gerekçesi, özrü olamaz. Bombalama eylemleri, savunmasız insanların taranması alçaklıktır. Kimse Tanrı rolü oynama hakkına sahip değildir. Kimse kendini tarihin, ilahi adaletin memuru olarak göremez.

Kimse başkalarının hayatı söz konusuyken ‘Ne yapalım, kurunun yanında yaş da yanar’ diyemez. Bir kişinin hayatına değer vermeyen, insani olan hiçbir şeye değer veremez.

Bir Münekkidin Sayıklamaları

Tarih: Mart 1996
Gazete/Dergi: Müzük

‘Münekkitlerin heykelini dikmezler.’ Babama sinema eleştiri yazdığımı söylediğimde bana bunu söylemişti. Münekkid, tenkid eden yani eleştirmen demek. Eleştirmen ne demek? Eleştiren adam??? Eleştir-men…men…meni…Masturbatif bir uğraş olduğunun ipuçları mı gizli acaba bu adda?

‘Ben sinema eleştirmeni değilim’. Asıl olarak başka bir işle uğraşan biri sinema üzerine bir yazı yazınca genellikle böyle bir cümle kullanır. Haddimi biliyorum, bunlar naçizane benim fikirlerim, demek ister. Had… Sınır mı demek? Herhalde. Ben biliyor muyum haddimi?

‘Bir insan nasıl sinema eleştirmeni olur? Sinema eleştirisi yazarsa olur. Sinema eleştirmenleriyle, eleştirmemenleri arasındaki bütün fark bu. Bence. Ben yalnızca bir sinema eleştirmeniyim, olayın bilimsel yönlerini bilemeyeceğim… Bildiğim heykelimi dikmeyecekleri. Babam öyle diyo… Zaten sinemacıların bile heykelini dikmiyorlar. Hem heykelimi dikseler ne yazar? 

İşte yine bir sinemanın önündeyim. Bir filme yetişmeye çalışırken kopardığım aşil tendonum iki aydır beni koltuk değneklerine mahkum ettiği için artık gideceğim filmleri seçerken yeni bir kıstas geliştirmiş bulunuyorum. Sinemanın çok fazla basamağı olmamalı. Ama sağlıksızlığımın yalnızca fiziksel olduğundan şüpheliyim. Cuma gecesi yapacak daha iyi bir şey niye bulamıyorum? Ben manyak mıyım? Ne gerek var şimdi Stalinizmin ne kadar boktan bir şey olduğunu bir kez daha teyid etmeye? Git ‘Dokuza Ay’a, sinemaya gitmekten başka yapacak bir şey bulamadıysan. Küçük bir ihtimal ama belki de eğlenirsin! Ama hayır, Şeytan azapta gerek! Yılların deneyimiyle, sıkılacağımdan emin olduğum bir filme gideceğim! ‘Güneş Yanığı’, geliyorum işte! Nikita Mikhalkof, geçen yıl ‘Urga’ ile beni yıldıracağını sarmıştı ama başaramadı. Express’ten ona kan kusmuştum. Ama anlaşılan yeterince etkili olamamışım. Mikhalkof’un bu kez daha iyi hazırlanmış olarak çıkacağından eminim. Netekim yanılmamışım. Bu kez uyumamak için kendimi zor tutuyorum. Allah’tan Ayşegül (sevgili eşim) yanımda o filmi her zamanki gibi benden daha dikkatli izliyor.

‘Urga’ Venedik’ten Altın Aslan almıştı galiba. Bu kez yabancı film Oscar’ı var. Heykelini diktiremese de, heykelcik toplamayı başarıyor adam. Ama duyduğuma göre Mikhalkof milletvekili de olmuş. Artık onun her şeyini dikebilirler. Aslında bildiğiniz gibi büyük nefretler, büyük aşklardan doğar. Tersi de doğrudur. İtiraf ediyorum. Ben Nikita’yı çok sevmiştim. O zamanlar daha sosyalizme inancım tamdı. Niki de, Çernomirdin’in iktidardaki partisinden milletvekili değildi. SSCB diye bir ülke vardı. Mikhalkof’un ‘Aşk Kölesi’ diye bir filmini görmüştüm Sinema Günleri’nde. Sonra bir daha görmüştüm. Ekim devrimini yapanlara selam çakıyordu Mikhalkof o filminde. Aslında Niki’nin devrimcilere olan sempatisi hala sürüyor denebilir. ‘Güneş Yanığı’nın kahramanı ne öyle? Yakışıklılık desen onda, yürek desen onda, iyi kalplilik desen onda, yok yok adamda. 4/4’lük. Ama biraz saf. Tek kusuru, ölümcül kusuru bu. Filmin kahramanları ikiye ayrılıyor İyi güzel ve sempatik olanlar bir grupta. Kahvesini höpürdeterek içen kötü ve çirkinler diğer tarafta. Bir de iki dünyada da bulunmuş bir siyasi polis. Kötü ama intihar edecek kadar da insan. Filmde ne oluyor efendim? Niki, Ettore Scola’nın kötü bir kopyası olmuş. Bir sürü izlenimci sahneyle insanlar tanıyoruz. Hayat pek hoş. İnsanlar pek komik. Sonra kötü adam geliyor. Bu güzelliğe bir son veriyor. Ruslar bu filmde Fransızca konuşuyor. Bari Türkçe dublaj yapılsaymış. Türkçe altyazılar da son derece ekonomik kullanılmış. On dakika konuşmaya bir cümle gibi bir oranda. Film bitiyor. Gerçek bir mazohist olarak filmde çektiğim sıkıntı yetmemiş gibi, bile bile niye bu filme gittim diye kendime hesap sormaya devam ediyorum. Stalin’in kötü olduğunu bir daha müşahede etmeye ne gerek vardı? Şimdi gerçek bir eleştirmen cümlesi kurmaya çalışayım. Bu filmi hala görmediyseniz, kaçırma şansınız hala var demektir. Ama bundan bana ne? Benim derdim bana yeter. Daha bir kızım olur da 13 yaşına gelince bir Yukarı Voltalı’ya* aşık olursa ne yapacağıma karar verememişken, ya bir oğlum olur ve beni örnek alıp eleştirmen olursa ne yapacağım sorusu kafamı kurcalamaya başladı. Mesela müstakbel oğluma kız istemeye gitmişiz ve kızın babası soruyor:

‘Oğlunuz ne iş yapar?’
Ben: ‘Eleştirir.’
O: ‘Ne gibi yani?’
Ben: ‘Yani başkalarının yaptığı filmleri eleştirir. Mesela Mikhalkof’tan nefret eder. Tıpkı babasına çekmiş. Oğlum Mikhalkof’u bir eleştir de görsünler.’
Oğlum: ‘Ama baba!’
Ben: ‘Hadi hadi utanma.’
Oğlum: ‘Peki. Ama sadece birkaç cümle. Mikhalkof sineması karşıtlıklar üzerine kuruludur. Köylülük-kentlilik, iyilik-kötülük gibi. İncelikli bir sinema gibi göstermeyi her nasılsa başarsa da, aslında Mikhalkof’un sinemasının temelinde böyle…’

Üff, ne korkunç değil mi? Oğlum olursa kulağını küçükken bükücem. Şimdi gelelim Yukarı Voltalı sorunsalını nasıl halledeceğime…

* Dramatik etki uğruna ülkelerinin eski adını kullanmadığım için Burkino Fassolulardan özür dilerim. Yine de kızımı vermeme hakkımı saklı tutuyorum.

Söyleşi: Deniz İncedayı

Tarih: Güz 2013
Gazete/Dergi: mimar.ist

Bu sayımızda Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi tarafından bu yıl yedincisi düzenlenen İstanbul Uluslararası Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nde de Seçici Kurul üyeliği yapan değerli sinema eleştirmeni, gazeteci/yazar Cüneyt Cebenoyan ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Yayın Kurulu olarak farklı sanat ve tasarım alanlarından bakış ve görüşlere yer ayırırken mimarlık, kentsel planlama ve tasarım konuları ile sanat ve kültür dünyasının ilişkilerini vurgulamayı, ortak odaklar üzerine düşündürmeyi ve deneyimli bakışların katkılarını okuyucularımızla paylaşabilmeyi amaçlıyoruz. Bu anlayışla dergimizin 48. sayısında sinema, mekan, kültür, kent ve bellek üzerine gerçekleşen söyleşimizi sunuyoruz.

Deniz İncedayı: Sevgili Cüneyt Cebenoyan, söyleşimize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim öncelikle. Bugün sizinle kentsel sorunların böylesine yoğun olduğu bir dönemde özellikle sinemanın mekan ilişkisi, mimarlık ilişkisi, taşıdığı bellek değeri ve kesişen dilleri ve özellikleri üzerine konuşmayı düşündük. İstediğiniz noktadan başlayabiliriz, belki öncelikle sinema ve mimarlıkta mekan kavramından başlayabiliriz.
Cüneyt Cebenoyan: Teşekkürler. Ben ilk yapılan filmden başlayayım. ilk film, mekanı gösteren bir filmdi, Lumiere Kardeşlerin ‘Bir Trenin Gara Girişi’ adlı filmiydi. Mekan sinemanın temelini oluşturuyor. Hem filmi şekillendiriyor, bir filmde ana belirleyici olabiliyor mekan, hem de arka planı da oluşturuyor. Tabii aynı zamanda, zamanla da ilişki kuruyor. Tarkovski’nin ünlü bir sözü var: ‘Geçmişe dönülemez denilir, ama aslında biz geçmişe sinema sayesinde dönebiliriz. Çünkü belirli bir zamanı filmi alıp onu tekrar izlediğimizde o zamana geri dönmüş oluruz’ diyor. İşte bu tam da sinemanın yaptığı şey hakikaten. Geçmişte çekilmiş filmleri seyrettiğimizde, örneğin eski Türk filmlerini seyrettiğimizde, İstanbul Boğazı nasılmış, Taksim Meydanı nasılmış nasılmış ya da sadece şehirler dünya nasılmış görüyoruz. Sinema bunu bize gösteren mekanı hatırlamamızı sağlayan toplumsal belleği canlı tutan çok önemli bir araç. Alain Robbe-Grillet’nin ‘Ölümsüz’ (‘L’immortelle’, 1963), Maurice Pialat’nın 1964’te çektiği ‘Bosphore’, ‘Byzance’ ve ‘Corne d’Or’ gibi kısa filmleri İstanbul’un geçmişini çok güzel yansıtır. Tabii sayısız Türk filmi var İstanbul’da geçen, Halit Refiğ’in ‘Gurbet Kuşları’ gibi. Rus yönetmenler Sergei Yutkeviç ve Lev Oskaroviç Arnstam’ın yönettiği 1934 tarihli ‘Ankara – Türkiye’nin Kalbi’ (‘Ankara – Serdse Turtsii’) filmi gibi başka kentleri anlatan filmler de var ama sayıları daha az.

Bu açıdan bakıldığında, sinema mimarlık için de önemli bir belgeleme, arşivleme kaynağı, giderek koruma ve dönüşüm alanlarında önemli bir araç oluyor.
Sinema kendi mekanlarını da yaratıyor. Stüdyolarda çekilen filmler kendi mekanlarını, kendi ortamlarını yaratırlar. Ancak sinemanın mekanı farklı tabii, sinema mekanı bir bütün olarak gösteremiyor. Parçaları kurguda birleştirerek bir anlamda aslında tam da kendi mekanını kuruyor. Gerçek mekanı, mimariyi sinemadan tam olarak algılamak kolay değil, sinemadan görmek aslında orada olmak gibi bir şey değil, çünkü sinema kendi kısıtlı çerçevesi içinden parça parça gösterebiliyor. Kendi kurgu mekanı içinde de gerçek mekan içinde de bu böyle. Sinema, hem kendi mekanını yaratabiliyor, hem de gerçek bir mekandayken de o mekanı bir şekilde kendi mekanı haline getirebiliyor.

Örneğin tarihi uygunluğu sağlıyor, çevreyi kendi dönemine ait hale görsel olarak getirebiliyor. Cepheleri, donanımları, kostümleri, iklimi vb. her şeyi değiştirebiliyor…
Mümkün olduğunca bunu yapıyor. Tabii kentin değişimi buna elverdiği ölçüde. Birçok film konunun asıl geçtiği mekanda değil tarihi dokusunu korumuş benzer mekanlarda çekilebiliyor. Çekim açısıyla, çekmeyi seçtiği yerle bütünü göstermesi mümkün olmadığı için veya böyle bir amacı olmadığı için mekanı biraz kendi mekanında dönüştürüyor. Kentler üzerine çok sayıda film var, Roma, Paris kentlerinin adlarını birçok filmde görmek mümkün.

İstanbul’da var.
İstanbul’da var tabii. ‘Ah Güzel İstanbul’ (Atıf Yılmaz, 1966’da Ömer Kavur 1981’de) ‘Anlat İstanbul’ (2005; Ümit Ünal projesi) ve ‘Unutma Beni İstanbul’ (2011; Hüseyin Karabey projesi) gibi adında İstanbul geçen filmler var. Bir de belgeseller var tabii. Belgeseller başka bir kategori, onlar doğrudan doğruya şehri anlatabilirler. İmre Azem’in ‘Ekümenopolis’ örneği gibi, İstanbul’daki dönüşümü, İstanbul’un nereye doğru gittiğini, neo-liberal politikaların İstanbul’u nasıl tasarladığını, nasıl planladığını ve canlandırdığını anlatan çok özel ve güzel bir örnek açıkçası. Onun dışında da birçok başka belgesellerde kentsel dönüşümü, soylulaştırmayı, kamusal mekanı anlatıyorlar.

Siz de Seçici Kurul üyeliği yaptınız, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nin bu yıl yedincisi gerçekleşiyor. Uluslararası katılımlarla da son yıllarda önemli bir festival çalışmasına dönüştü sinema alanında. Festival katılımcıları arasında gerçekten kenti, dönüşümü, modernleşmeyi anlatan ve eleştirel bakan birçok ilginç film izledik. Başarılı gençlerin filmleri vardı dünyanın çeşitli ülkelerinden değil mi?
Evet son derece ilginç ve başarılı çalışmalar geldi. Uluslararası alanda özellikle Çin örneği, son derece ilginç. Çünkü Çin’de çok büyük, hızlı değişimler yaşanıyor. Örneğin Hubei eyaletinde ‘Üç Boğaz Barajı’ (Three Gorges Dam)  için milyonlarca insan yerinden yurdundan oluyor. Yerleşim yerleri baraj altında kalıyor ve orada çok büyük bir hızda kentleşme gerçekleşiyor. Buna dair birçok film yapıldı, çok sayıda belgesel var. Çin bu konuda en önde geliyor, ancak tabii İngiltere’den de ‘Hırsız’ (‘Breaking and Enetring’, 2006) adlı film var örneğin, o da yine kentsel dönüşümden, eskinin çok mutena olmayan bir semtinde yeni yerlilerle eskilerin bir anlamda ‘çatışma’sından söz ediyordu. Dönüşüm teması, kentsel dönüşüme dair filmler hakikaten çok sayıda. Amerikan sinemasından da geçenlerde böyle bir gerilim filmi çıktı. O da arsa spekülasyonu, bir binanın boşaltılıp yıkılması ve bundan kar eden kamusal yöneticiler, özel sektör üzerine bir filmdi, Richard Gere oynadı başrolünde.

Sanırım sinemanın bir özelliği de mekansal dönüşümü sosyal, kültürel boyutuyla birlikte göstermesi. İnsanın, toplumun yaşadıklarını mekanın içine katarak aktarabiliyor. Sadece kentsel, mimari tasarım olarak bakıldığında, süreç insandan ve kültüründen soyutlanarak algılanabiliyor. Oysa sinema örneğin, kentsel dönüşümü kentin sosyopolitik, ekonomi- politik bağlamı içinden anlatabiliyor kolaylıkla. Bu konuda çok sayıda film vardır, işçi hareketleri, direnişler, yoksulluğun ve göçün yarattığı dramlar vb. gibi. Kent dışına ötelenmeler, yabancılaşma duygusu ve politikası ya da kimlik sorunları… Sinema insan-mekan ilişkisini tüm boyutlarıyla, sosyal arka planıyla kolaylıkla aktarabiliyor izleyiciye. Sinemanın müthiş bir dil zenginliği var tabii. Bu zenginlik mimarlıkta ve kentsel planlamada da çok önemli kuşkusuz. Ama yalnızca sadece kentsel planlamadan, mimari tasarımdan söz edilince herkesin aklına gelmiyor bunlar. Sosyal boyut, insan ve dönüşüm politikaları çok önemli ve bunu sinema sanatı çok başarılı anlatabiliyor. Sizin de değindiğiniz ‘Ekümenopolis’ filminde olduğu gibi.
Hem kurgusal sinemada, hem belgesel sinemada bunun epey bir örneği var. Örneğin Aki Kaurismaki’nin yeni bir filmi var, o da bir kentin adını taşıyan bir film. Filmin adı ‘Le Havre’. Le Havre Fransa’da bir liman kenti. Film de oraya kaçak gelen göçmen bir çocuk ve orada yaşayan insanlar üzerineydi. Yine Dardenne Kardeşlerin benzer bir konuya, göçmenlerin sorunlarına eğilen filmleri var, onların trajedisine eğilen filmleri var. Konu göçmenlik olunca, Inarritu’nun ‘Biutiful’ adlı filmi var. Geçen yıl ülkemizde de gösterildi. O film çok farklı bir Barselona gösteriyor bize. Hep aklımızda olan Barselona ‘La Sagrada Familia’, ‘Park Güell’ veya Gaudi’nin baş mimari eserleridir. Ama ‘Biutiful’ filminde çok farklı, bambaşka bir Barselona’nın da olduğunu gördük. Göçmenlerin yaşadıkları sefalet mahalleleri, içinde yaşanılan korkunç koşullar ve diğer yandan da ultra modern yapılar, binalar, uçurumlar. Tam da, göçmenlik ve kent üzerine, bir şehirde tutunmaya çalışmak üzerine ilginç bir filmdi. Bu tür filmlerin çok sayıda örneği var. Sinemanın sadece mimarlıkla değil, mekanla ilişkisi son zamanlarda, özellikle Türk sinemasında biraz daha ön planda. Örneğin taşrayı anlatan filmler çoğaldı. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ve ‘Kasaba’ filmi, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Süt’, ‘Yumurta’, ‘Bal’ üçlemesi ya da Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın ‘Vavien’ filmi gibi filmlerde taşraya dair bir bakıştan söz edilebilir. Bunlarda farklı bir mekansal ortam söz konusu.

Bana göre, içe kapalı klostrofobik filmler ile taşrayı anlatan filmler arttı özellikle 12 Eylül döneminden sonra. Bunun, içine kapanmakla veya geçmişe özlemle ilişkisi olabileceğini düşünüyorum. Örneğin Ümit Ünal’ın tek mekanda geçen filmleri var, ‘Nar’ ya da ‘Ara’ gibi. Zeki Demirkubuz’un filmleri de klostrofobik olabiliyorlar. Bir tarafta bu var, bir tarafta da taşranın mekanları, kırsal mekanların kullanılması var. Bunlar ilerleme perspektifinin daralmasıyla ya da bir tür gerileme ile ilgili diye düşünüyorum.

Taşrayı, kırsalı anlatırken sanırım biraz da insanı ve insan ilişkilerini anlatmak sanki ağırlık kazanıyor.
Evet toplumsallığa yönelmektense, belki bireysel olana yönelmek ve bireyin kendi kendisiyle uğraşması veya geçmişe özlem duymasıyla ilgili sanırım.

Insanın kendi dünyasına aidiyeti, sahiplenişi ama diğer taraftan da ‘dışarıdan’ bir gözle toplumun eleştirisini yapıyor belki bu filmler. Örneğin, Atalay Taşdiken’in ‘Kız Kardeşim Mommo’ (2009) filminde olduğu gibi, filmin kahramanları iç dünyalarında ve mekanlarında dışa olan özlemle birlikte yaşıyorlardı. İnsan ilişkileri, kardeşlik, aile ilişkileri, gelenekler, yaşanan trajediler ve farklı dünyalar bir arada vardı ve ülkenin gerçekleri… Çok güzel bir anlatım, aynı zamanda da çok çarpıcı ve sarsıcıydı.
Yönetmeni Atalay Taşdiken şimdi yeni bir gün çekiyormuş ya da bitirmiş olabilir. ‘Mommo’ çok sayıda ödül de aldı. Sinema çok bilinmeyen yerlere de, bir şekilde görülmeyen bakılmayan yerlere de bakmamızı sağlayabiliyor.

Bu anlamda da belki mimarlıkla ilişkisi güçleniyor. Birçok alana katkısı olabileceği gibi, mimarlık ve tasarım bakışına da bu güçlü anlatımın katacağı çok şey var. Mimarlar için sinema çok özel.
Evet. Az önce Barselona’nın bambaşka bir yüzünü anlattığını söylediğim ‘Biutiful’ filmi buna bir örnek. Onun dışında tabii hiç gidilmeyen, görülmeyen, kenarda köşede, taşradaki mekanların anlatımları var. Abbas Kiyarüstemi öyle filmler yapmıştır hep, İran’ın kuzeyindeki küçük köylere gitmiştir. O mekana Batılının nasıl baktığını, şehirli bakışıyla köylü, yaban arasındaki çelişkiyi anlatmıştır. ‘Köker Üçlemesi’ örneğin, aynı mekanda, İran’ın kuzeyindeki Köker köyünde çekilmiştir. Üç filmi de aynı uzak mekana ve yaşama aittir. 

Mekan bazen çok daha kapsamlı olabiliyor. ‘Yol’ (1981) filminde örneğin, ülkenin bir ucundan bir ucuna gidilebilir. Aklıma ‘Ölüm Noktası’ (‘Vanishing Point’, 1971)ı filmi geliyor. Bir anlamda Amerika’nın tablosunu çıkartmaya çalışır, bir yandan da mekansızlığa dönüşür. Ya da ‘Paris, Texas’ (1984) adlı bir yolculuk filmi vardır. Sanki belirli bir mekan değil de, bir mekansızlık hiçbir yere ait olmama, yersizlik, kopuş, yani bir tür kopma hali anlatılır.

Aslında bütün bunlar, bu anlattıklarınız mimarlığa da önemli soru işaretleri ve de mimarlığa bakışa önemli katkılar getiriyor; insan-mekan ilişkisine dair anlamlı sorular, sorgulamalar getiriyor.
Tabii ki bir filmde çok belirleyici olan mekanlardan da söz edebiliriz. ‘Anayurt Oteli’ndeki (1986) otel önemlidir ya da ‘Hababam Sınıfı’nın’ (1975) çekildiği Adile Sultan Kasrı o filme bir anlamda belirliyor da.

O dönemin yaşantılarını kültürünü de yansıtıyor.
Kahramanların ruh halini, ne yaşadıklarını içinde bulundukları mekanla da anlatıyor sinema. ‘The Shining’ (1980)  filmi geliyor aklıma. Bu filmin, ‘The Overlook Hotel’ adlı bir otelde geçmesi ve ıssız bir yerde ve mevsim dışında olması çok önemlidir o kahramanın ruh hali açısından.

Sinemacılar arasında birçok mimar var. Bu bir rastlantı değil tabii, mekanla ilişki kurma,  kurgulama becerileri, tasarım ve aktarma biçimleri her ikisinde de mesleğin bir zenginliği mi?
Sinemacılar, yönetmenler ve sinema eleştirmenleri arasında da çok Mimar var. Örneğin Uğur Vardar ve Atilla Dorsay da mimarlar.

Filmler dönüşümü anlatıyor, bir taraftan da dönüşüm insanın ve toplumun zihniyetin dönüşümü. Sinema sanırım bunu başarıyor. Mekanda, boşlukta dahi dönüşümü hissettirebiliyor. Boşluğa sizin de söylediğiniz gibi, ruh halini katarak mekanı başka bir mekan yapabiliyor. Mimarlıkta da böyle, mekan diline, anlattıklarına, öykülerine bağlı olarak değişiyor ve farklı şeyler anlatabiliyor.
Mesela Christopher Nolan’ın ‘Başlangıç’ (‘Inception’, 2010) filmini seyretmiş miydiniz? Orada bir mimar karakteri vardı, bir rüya mekanı tasarlıyor gibiydi, ben ona dair bir şey söylemekte güçlük çekiyorum, ama mimarların da kahraman olduğu filmler var.

Çok sayıda belgesel de var mimarlar hakkında.
‘Mimarın Göbeği’ (‘The Belly of an Architecture’, 1987) var Peter Greenaway’in. O da mimariyle ilişkili bir filmdi, ama kahramanın uğraşı ya da derdi biraz da başkaydı. Mimarlıktan çok, bir mimarın hayatına dair bir sergi açma hazırlığı içinde olan bir kahramandı.

Mimarlar Odası tarafından düzenlenen film festivaline de çok sayıda kent ve mimarlık filmleri gönderiliyor, belgeseller ve kurgular da var.
Zaman ve mekan bir anlamda sinemanın en temel unsurları denilebilir. Zamanı kullanması, mekanı kullanması, mekanın içinde de bireyi anlatması.

Bir de zamanımızın sonunda sinemanın eğitiminden söz edelim istiyorum. Türkiye’de sinema okullarını nasıl değerlendiriyorsunuz, yeterli sayıda ve nitelikteler mi? Eğitimi nasıl gidiyor sinemanın? Yurtdışıyla karşılaştırıldığında ya da çağdaş sinema sanatı açısından bakıldığında nasıl görünüyor?
Ben sinema okumadığım için çok iyi bilemiyorum ama duyduklarım genellikle çok da olumlu şeyler değil. Pratik yapma olanaklarının son derece kısıtlı olduğunu duyuyorum, öğrencilerin seviyesinin düşük olduğunu duyuyorum. Ama yine de çok sayıda olmasalar da birçok kurumdan nitelikli sinemacılar da çıkıyor.

Son dönemde çok başarılı genç sinemacılar, yönetmenler çıktı. Benim son yıllarda çok beğendiğim yerli filmler oldu. Eğitimleri nereden bilemiyorum.
Bugüne kadar bizde daha çok okullu değil de alaylı yönetmenler vardı. Eski Yeşilçam kuşağı vardı, onun sonrasında da yeni kuşaktan alaylılar oldu. Örneğin Zeki Demirkubuz da alaylıdır. Kendi kendisini yetiştiren bir kuşak vardı, ama şimdi yeni bir kuşak var. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nden, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden gelen mezunlar var ve onlardan yeni şeyler çıkacak, çıkmaya başladı. Öncelikle belki daha teknik konularda uzmanlar yetişiyor, görüntü yönetmenleri vb gibi. Ama Hüseyin Karabey var, yeni bir genç yönetmen, Deniz Akçay Katıksız var. Onlar benim bildiğim kadarıyla sinema eğitiminden geliyorlar. ‘Köksüz’ adlı yeni bir filmi var Deniz Akçay’ın. Venedik Film Festivali’nde ana bölümlerde değil ama yan bölümde ‘Venice Days’e kabul edildi. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde de en iyi ilk film seçilen ‘Köksüz’ oldukça başarılı bir film. Deniz Akçay, bildiğim kadarıyla sinema eğitimi almış ve senaristlikten yönetmenliğe geçmiş bir isim. Maalesef bir de geçen yıl kaybettiğimiz Seyfi Teoman var, o da Polonya’da Lodz kentinde sinema okulunda eğitim aldı. ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ (2011) ve ‘Tatil Kitabı’ (2008) diye iki film yaptı. ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ Berlin’de ana bölümde yarıştı, Tatil Kitabı’ İstanbul Film Festivali’nde en iyi film ödülüne değer bulunmuştu. Bir de en son yapımcılığını yaptığı ‘Tepenin Ardı’ filmi var. O film de büyük başarı kazandı, onlarca ödül aldı. Maalesef Seyfi Teoman’ın kaybettik.

Sevgili Cüneyt, size bu güzel sinema söyleşisi ve dergimize ayırdığınız değerli vaktiniz için çok teşekkür ederim.
Cüneyt Cebenoyan, 1960’ta Ankara’da doğdu. İstanbul Avusturya Lisesi’ni 1980’de BÜ Ekonomi Bölümü’nü 1986’da bitirdi. Aynı bölümde yüksek lisans derslerini 1987’de tamamladı. İFA (İstanbul Film Ajansı) Onat Kutlar’la birlikte çeşitli projelerde çalıştı. Açık Radyo’da ‘Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll’ ile ‘Ahtapotun Bahçesi’ programlarını yaptı. Toplumsal Bellek Platformu’nun üyesidir. Antrakt, Roll, Express, Sinerama, Sinema, Empire, Altyazı, Milliyet Sanat dergilerinde yazıları yayımlandı. SİYAD, FIPRESCI ve NETPAC’in üyesidir ve birçok festivalde jüri üyeliği yapmıştır. Sinemada kadın erkek temsilleri ve cinsiyetçilik konularında duyarlılık yaratmaya çalışan Altın Bamya Ödülleri’nde de kuruluşundan beri faaldir. Halen Birgün gazetesinde yazıyor.

Frank Zappa

“İstemek yetmez, olmak gerekir…”

Tarih: 3 Aralık 1994
Gazete/Dergi: Express

Frank Zappa: bir garip adem… Dünyaya bakışıyla, yaptığı müzikle, söylediği ‘farklı’ sözlerle anlaşılması zor bir dahi. Hakkında çıkarılan rivayetler ve dedikodular bir araya getirilse kuşkusuz yaşamı boyunca yayımladığı altmış küsür albümdeki notalardan daha çok yer tutar. Fakat Zappa, kendisi hakkında söylenenlere hiç aldırmayacak kadar başına buyruk ve kararlıydı. Hangi akla hizmet kızına Moon Unit, oğluna Ahmet adını vermişti, ya da atonal müziği popüler kılmaya çalışmıştı bilinmez… 52 yıllık ömründe, rock dünyasında eşine az rastlanır bir kişilik sergiledi: Uyuşturuculara karşı tavır aldı, bir ‘star’ gibi değil, bir sanatçı gibi yaşadı, mutlu bir evliliği 25 yıl sürdürmeyi başardı.

Birlikte çalıştığınız müzisyenler gerçekten ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. İlginçtir, solo atarken bile kafalarına göre takılmıyorlar.
Evet.

Nasıl çalacaklarını da daha önceden söylüyor musunuz? Yoksa yalnızca müziğin onları zorladığı bir biçimde mi çalıyorlar?
Nedeni çalışmalarından önce onlarla konuşmam ve canlı kaydedilen her şeyi benim mikser masasının başında son haline getirmem. Her müzisyenin yapabildiğinin en iyisini arıyorum. Her melodinin çalınışını bir biçimde mükemmelleştiriyorum. Yani yalnızca yazdıklarımın değil onların doğaçlamalarının da en iyisini buluyorum.

Konserlerde, grubumun elemanları hangi notadan gireceklerini nasıl bir solo olmasının beklendiğini ve yaklaşık ne kadar uzun bir süre çalacaklarını bilirler. Bundan sonra sahnede onlar vardır, ben değil.

Müzisyenleriniz, fusion’cuların  sık sık yaptıkları gibi sıkıcı bir tarzda notalar arasında yukarı aşağı gezinmiyorlar.
Eh diğerlerinin dinlediğini biliyorlar. İyi bir iş yapmaları için güçlü bir motivasyonları var. Koltuklarda oturanlar bir yana, topluluktaki diğer elemanlar oldukça eleştirel bir dinleyici kitlesi oluşturuyor. Eğer boktan çalıyorsanız sahnedeki diğer elemanlar bunu size fark ettireceklerdir.

İnsanlar müziğinizi oldukça kafa karıştırıcı buluyor…
Neden?

Bir tavsiyeniz var mı?
Evren böyle. Evrenin durumu bu.

Notaların yazılmasının yapıtlarınızdaki rolü nedir? Yalnızca amacınızı gerçekleştirmede bir araç işlevi mi görüyorlar? Başka bir deyişle, sanat notalarda mı, yoksa son haline getirilmiş master bantta mı?
Eğer müzisyenlerden istediğim onlara mırıldanarak aktaramayacağım kadar karmaşık olmasaydı notalara gerek bile olmazdı. Rock’n Roll’da çoğu zaman en iyi sonucu müzisyenlerin nota okumak yerine ezbere çaldıkları zaman alıyorum. Eğer parça ezberlenmişse, o zaman onu yönetebilir. Notadan okunduğu zaman elde edilemeyecek sonuçlara ulaşabiliriz. Yani nihai sanatsal sonuç master banttır.

Sanatı yaşamla ilişkisi konusunda sizi yönlendiren bir formülünüz var mı?
Sanatın yaşamla ilişkisi mi? Size daha önce söylemiştim. Ben eğlendirmeye çalışıyorum. Eğlendirici bir yaşamla diğer tür “sanat” yaşamı arasında bir seçim yapın. Cevap aşikar.

“Freak Out” albümünüzeki adlar listesinde James Joyce neden yer alıyor?
Joyce’un yazdıklarının hiçbirini sonuna kadar okuduğumu söyleyemem. Ama okuduğum birkaç sayfa sonunda işte gerçek bir adam dedim. Beni etkilemesi için fazla okumam gerekmedi.

Velvet Underground’un “Venus in Furs”ü herkesin bildiği sado-mazoşist klişelerden ibaretken, ‘Penguin in Bondage’ gerçekten garip bir şey.
Hah. Ha ha. Evet öyle.

Başkalarından daha deneyimli olduğunuz için mi yoksa hakkında şarkı yazmayı kimsenin düşünmediği deneyimler hakkında yazmaya çaba harcadınız için mi farklısınız?
‘Penguin in Bondage’dakine Benzer deneyimler yaşayan insanların sayısını bilmiyorum ama yalnızca müzik yazarlarının daha önce ele almadıkları- diş ipi ya da benzeri- konularda yazıyorum.

Ünlü müzisyenlerin kadınlara cazip gelmesi bu müzisyenlerin tavırlarını etkiliyor mu? Genç insanlara seks hakkında verilen bunca enformasyonun ayrıcalıklı konumdaki erkeklerden gelmesi garip değil mi?
Evet öyle. Her zaman bir didaktik blues sanatçıları geleneği olmuştur. – Kadınınıza nasıl davranmanız gerektiği, size kötü davranırsa ne yapacağınız, nasıl bir kadını elde edebileceğiniz- bunlar yaygın blues konularıdır.

Hımmm. Bu dinleyicilerin erkek olduğunu varsayıyor.
Blues Için genelde doğru olduğunu sanıyorum. Çok fazla kadın blues meraklısı yok.

Hiç ‘Jeder Mann sein eigener Fussball’ deyimini duydunuz mu?
Hayır.

‘Herkese kendi futbolu’ demek. Bir Dada Dergisinin adıydı. 1. Dünya Savaşı’nda Berlin’deki işçi sınıfı ayaklanmalarında yaygın bir slogan olmuştu.
Biliyor musunuz ‘20’lere dair en güzel şey buydu işçi sınıfı kavramıyla Dada’yı birleştirmek. Tanrım o günlerde neyi kaçırdıklarını bilmiyorlardı.

Dadacılar işçi sınıfı mahallelerinde anti-militarist yürüyüşler düzenlerlerdi ve herkes tarafından alkışlanırlardı.
Dadayı her zaman takdir ettim. Oğlum Ahmet’in de bu konuda okuması için çaba harcıyorum. Stravinsky’nin  dediği gibi “istemek yetmez, olmak gerekir.” Dada olmak isteyen ama hiçbir zaman olamayacak insanlar vardır. Dadacılık Ahmet’in ruhunda var, ne olduğunu daha bilmesine karşın.

Anti-Nazi birliğe katılmayı düşünür müydünüz?
Hayır hiçbir şeye katılmam. Nazileri sevdiğimden değil, gerçekten nefret ederim onlardan. Boka katılmam. Katılmanın bir etkisi olacağına inansam, herhalde bir kez daha düşünürdüm. Ama olmayacağından eminim. Çünkü her şeyden önce bu heriflerin neden var olduklarını hatırlamak lazım. Her şeyden önce bu bir protesto oyu, ikinci olarak kimse kime ya da ne için oy verdiğini bilmiyor. Bu yüzden her yerde her zaman olabilirler.

Sorularla hiçbir zaman uzlaşmıyorsunuz, sorunun çıktığı yeri unutturan bir şeyler söylüyorsunuz.
Bir rock söyleşisi yapmanın sorunlu yanı her şeyden önce sizinle konuşmaya gelen kimsenin; a)  ne yaptığınızdan haberi olmaması b)  genelde müziği bilmemesi c)  size gelmeden önce değerli küçük sorusuna nasıl bir cevap verilmesi gerektiği konusunda kararını vermiş olmasıdır. Uzlaşmak için bir neden yok. Hayatını çekilmez hale getirmek istemem ama eğer istediğiniz olgularsa, bunu size veririm. Başka bir şey istiyorsanız başka yere gidin. “Rock  gazeteciliği yazmayı beceremeyen insanların, okumayı beceremeyen insanlara materyal sağlamak için, konuşmayı beceremeyen insanlarla söyleşi yapmalarıdır.” Hâlâ bunun söylediğim en akıllı laflardan biri olduğunu düşünüyorum.

Mojo’dan çeviren CÜNEYT CEBENOYAN

Erykah Badu

Mama’s Gun
(Universal)

Tarih: Haziran 2001
Gazete/Dergi: Roll

Güzel, yetenekli ve kendine güvenli; Baduist olması için neden çok. Ama yine de fazla iddialı bir sıfat. Erykah kendisine başka sıfatlar da yakıştırıyor: “Başka bir güneşten gelen savaşçı prenses” gibi. Bunları bıyık altından gülümseyerek de yapmıyor. Ciddi mi ciddi. Ama Erykah Badu sırf havadan ibaret değil. Gerçek mi gerçek, etten kemikten, acı çeken bir insan olarak kendini göstermeyi de biliyor. OutKast’ın Dre’si Andre Benjamin’le biten ilişkisini anlattığı on dakikalık ve üç bölümlük “Green Eyes” bir itirafçı şaheseri.

Badu, müziğini sağlam temellere dayandırıyor: 70’lerin soul, funk ve cazına. Üzerine de çağdaş hiphop ritmleri bindiriyor. Badu’yu Kellis ya da Macy Gray’den ayıran, bu soul ve caz öğesinin, hiphop ve funk’ın önüne daha çok geçmesi. Bu özellikleri, Badu’yu sadece kendi kendine bakışıyla değil, müziğiyle de diğerlerinden daha ağır, daha oturaklı bir yere yerleştiriyor. Bu hem iyi hem de kötü. Öyle işte.

Badu sadece kendisine bakmıyor. Bruce babanın “American Skin (41 Shots)”da hikayesini anlattığı, polisin 41 kurşunla katlettiği Amadou Diallo’yu da “A.D. 2000” adlı şarkısında konuşturuyor: “Hayır, hiçbir binaya benim adımı vermeyecekler.”

“Mama’s Gun”, anında sevilen albümlerden değil. Ama defalarca dinlemeyi ödüllendiren bir albüm. Biraz daha “pop” olsa belki daha iyi olurdu, ama bir prensesten bunu beklemek yanlış herhalde.

Eksantrikler daha uzun yaşıyor daha sağlıklı ve daha yaratıcılar

Tarih: 3 Mart 1995 Cuma
Gazete dergi: Tanin

‘Çatlaklar kutsaldır, çünkü ışığın içeri girmesine izin verirler.’ Bu aydınlatıcı fikrin sahibi klinik psikolog David Weeks’in incelediği bin küsur eksantrik arasında yer alan, kafasını kedilere ve dans etmeye takmış Ella adlı yaşlı bir ‘çatlak’.

Kısacası Ella teyze, Weeks’in uzun araştırmaları sonucunda vardığı sonucu zaten içgüdüsel olarak biliyormuş.

Weeks’in araştırmasının sonuçlarına göre eksantriklerin (bu kavram için Türkçede ‘lodosçu’ karşılığını öneriyoruz) oranı toplam nüfus içinde yalnızca on binde bir. Ama yaratıcılıkları, zekaları, sağlıkları, saadetleri ve hatta yaşama süreleri toplum standartlarının çok üstünde. Bu olgunun nedenlerini anlamak herkes için daha iyi bir hayatın kapısını aralayabilir.

Weeks’in ‘Eksantrikler-Kahve Masası Kitabı’ adlı yapıtı Şubat ayı içinde yayımlandı. Weeks’e göre ‘Lodosçular ifade özgürlüğünün olduğu ortamlarda kendilerini bulabiliyorlar. Baskıcı rejimlerde onlara hoşgörü gösterilmiyor.

Amerikalı lodosçularla İngiliz lodosçular arasında da farklar var. ‘Amerikalılar daha nazikken, İngilizler daha alaycı. Amerika’da daha çok kadın lodosçu var ve daha iddiacılar. İngiltere’de lodosçuların üçte ikisi erkek, Amerika’da ise üçte ikisi kadın. Bunun nedeni muhtemelen Amerikan kadınlarının daha uzun süredir özgür düşünüyor olmaları.’ diyor Weeks. 

Refah düzeyinin de lodosçulukta önemli payı var. Varlıklı insanlar alışılmadık biçimde davranmada daha özgürler.

Bilim laboratuvarları ve akademilerin fildişi kuleleri de lodosçuların çiçek açabildiği verimli topraklar arasında.

Buraları 18. yüzyıl  giysileri giyen ve Yunan şiirinin Altın Çağı üzerine araştırmalar yapan profesör  Jonathan Barnes gibileri için ideal ortamlar. Sanat ve moda dünyası da öyle. Bir rockçı için ise lodosçu olmamak düşünülemez.

Weeks’in  gözde lodosçusu ise Dr. Patch Adams. Gerçek bir doktor olan Adams hastalarını muayene ederken kırmızı bir burun takıyor ve bir palyaço gibi davranıyor.

Ama en önemlisi hastalarından ücret almıyor. ‘Patch lodosçuluğun en iyi yanlarını kendinde barındırıyor‘ diyor Weeks.

Weeks  espri anlayışının insanların uzun yaşamasındaki en önemli etken olduğunu düşünüyor: Lodosçulardan öğrendiklerimi depresyon tedavisi için gelen hastalarıma uyguluyorum ve eskisinden çok daha iyi sonuçlar alıyorum.

Gevşemelerine, hayal güçlerini ve mizah yeteneklerini kullanmalarına yardımcı oluyorum. Nevrotikler genellikle aşırı ciddi oluyorlar. Onlara, lodosçuların yaptığı gibi kendilerine ve dünyaya gülebilmeyi öğretmeye çalışıyorum. ‘Lodosçu düşünme terapisi’ dediğim bir yöntem geliştirdim.

‘Nevrotikler, toplumun kendilerinden beklediğinden de fazla, aşırı uyumlu olma eğilimindeler. Bu da endişeye ya da kronik depresyona yol açabiliyor.

Lodosçular çok nadir olarak depresyona giriyorlar. Nevrotikler herkes kadar iyi olmadıklarını düşündüklerinden kendilerini perişan hissediyorlar ama ‘lodosçular farklı olduklarını biliyorlar ve bundan keyif alıyorlar.’

Sabahtan akşama kadar, çoğu insanın çöplük diyebileceği bir kulübede yaşayan ya da sadece patatesle beslenen lodosçular sağlıklarını mizah duygularına mı borçlular? En azından kendileri böyle düşünüyor. Neredeyse yalnızca  patatesle beslenen Alan Fairweather ‘Başkalarının hiç fark etmedikleri şeylere gülüyorum’ diyor.

İnsanın KF’si – tıkırdama faktörü- olmalı diye ekliyor sütyen ısıtıcısı adlı meme koruyucu bir araç icat eden John Ward.

Weeks’in  lodosçu olarak kabul edilebileceğini düşündüğü ünlüler arasında Samuel Johnson, Albert Einstein, Charlie Chaplin, Emily Dickinson ve Alexander Graham Bell gibi adlar var.

Gayriresmi çağdaş lodosçular listesinde ise Michael Jackson, Katherine Hepburn, Bob Dylan, Brigitte Bardot ve David Ballamy bulunuyor.

Lodosçuluğun yaşla da ilgisi var. Özellikle kadınların lodosçuluk özellikleri yaşlandıkça gün ışığına çıkıyor.

Weeks  bunun menopozla alakasının olmadığını, kadınların çocuk yetiştirme gibi görevlerinin sona ermesini beklediklerini ileri sürüyor.

Farklı olmanın 10 ilkesi

David Weeks lodosçuların bazı özelliklerini sıralıyor (önem sırasına göre)

Hepsi bu özelliklerin tümüne sahip değiller elbette. Ama en azından 10’una sahipseniz büyük bir  ihtimalle bir lodosçusunuz ( Bu durumda ‘normal’ dostlarınızdan -tabii hala kaldıysa- büyük bir ihtimalle daha uzun daha sağlıklı bir hayat süreceksiniz.)

  • uyumsuz
  •  yaratıcı
  •  çok meraklı
  •  idealist (dünyanın daha iyi bir yer ve insanların daha mutlu olmasını isteyen)
  •  bir ya da daha fazla hobiyle saplantılı biçimde uğraşan
  •  çocukluğunda farklı biri olduğunun farkında olan
  •  zeki, fikir sahibi, açık sözlü
  •  haklılığına ve dünyanın yanlış yolda olduğuna inanan
  •  yarışmacı olmayan (onaylanmaya ya da desteklenmeye ihtiyacı olmayan)
  • sıradışı beslenme alışkanlıkları ve yaşama düzeni olan
  • başka insanların fikrine ve eşliğine pek meraklı olmayan (kendi -doğru- fikrine ikna etmek dışında)
  •  sıradışı bir mizah duygusuna sahip
  • bekar
  • genellikle ailenin tek ya da en büyük çocuğu
  • kelimeleri deforme ederek kullanan

Eccentrics- The Coffe Table Book, David Weeks and Jamie James, Weidenfeld and Nicolson Yayınevi

© 2020 -CuneytCebenoyan.com