Dans Etmek

Tarih: 15 Mayıs 1980
Gazete/Dergi: Quelle – Kaynak (Avusturya Lisesi Öğrenci Dergisi)

Televizyonda ‘İki Tanığı’ seyrediyordum. Baloda dans etmeyi bilmediği için sıkıntı ve utanç içindeki bir genç kızı görünce oturup düşündüm: Dans etmek toplumda neyi ifade ediyordu? Niçin bu kadar önemli? Hatta niçin insanları sıkıntılara bunalımlara boğabiliyor? Ve yine geçenlerde Zimbabwe’de seçimi kazanan Mugabe ile halkının sokaklarda nasıl neşe içinde ve büyük bir rahatlıkla dans ettiğini hatırlayınca soru daha da ilginçlik kazandı. Bir yanda büyük bir ciddiyetle ve hatta korkuyla insanlar dans ederken, diğer yanda bir lider, evet bir başbakan sokakta halkı ile birlikte dans ederek zaferini kutlayabiliyordu. Garip değil mi

‘Dans’ sözcüğünün ansiklopedik karşılığı ‘belirli bir ritme uyan, bu bakımdan da müzikle kaynaşan hareketler ve adımlar dizisi’ diye tanımlanmış. Ayrıca ansiklopedi dansı: karakter dansı, klasik dans, modern dans, salon dansı ve soylu dans gibi bölümlere ayırmış. Evet, soylu dans bile var. İnsan soylu dans diye bir şey duyunca merak ediyor Acaba soysuz dans da var mı diye. Eğer varsa insanlar soysuzca dans ederken çevreye küfürler yağdırıyor ve iğrendirici hareketler (burun karıştırmak) gibi yapıyorlardır diye düşündüm. Örneğin, yani.

Salon dansı ise toplantılarda yapılan vals veya tango gibi danslara verilen admış. Niçin bu danslar belirlenmiş, niçin böyle kesin ayrımlar konulmuş, soylu dans filan gibi adlar verilmiş?

Bütün bu verilerden vardığım nokta, uygar insanların artık dansı dans etmek için değil de; gerektiği için, bulundukları çevre onu istediği için veya toplumdaki yerini sağlamlaştırmak için yaptığı inancını verdi bana. Öyle ya, yoksa bir insan niçin evvelden belirlenmiş olan dansları beceremediğinden bu kadar sıkıntıya kapılsın.

Dans bir gösteri haline geldiğinde ve -yanlış adımları engellemek için- doğaçlamayı da dışladığından dolayı gerçek niteliğini ve amacını yitiriyor. Müziğin, ritmin içimizde uyandırdığı duygular değil, artık bizi dans etmeye iten. Bir şeyler bilmek zorundayız ki, dans edebilelim. Diskotekte gereken iyi ‘Travolta’ bilmek bir baloda ise ‘vals’ -başka ne olabilir ki?- bilmek şart.

Okulumuzun geleneksel balo ekibine katılabilmek için arkadaşlarımızın nasıl sıkıntı içinde vals çalıştıklarını ve bu ‘şova’ nasıl hazırlandıklarını biliyorum. Üstelik yüzde doksanının amacının vals yapmak olmadığı (dans etmeyi istemek manasında), daha çok bir fotoğraf, bir anı olarak!; ‘bunu biz de yaptık’ diyebilmek için yapıldığı da malum. Bir yandan da sevgili ana babalarımızı memnun etmek, oğullarını kızlarını fraklar, bembeyaz tuvaletler içinde görme mutluluğunu vermek de var.

Kısacası dans sınırlandırılıp, sınıflandırılınca ve de bir şey önceden planlı, programlı olunca, olay bütün heyecanını ve anlamını yitiriyor. Önemli olan hiçbir şeyi takmadan, istediğin gibi ve rahat bir şekilde Zimbabwelilerin hala başarabildikleri şekilde dans edebilmek.

Roll Berlin Film Festivali’ndeydi

Tarih: Mart 1999
Gazete/Dergi: Roll

İstanbul Film Festivali yaklaşırken, o maraton idmansız çekilmez dedik. Roll sayfalarında düz koşulara başladık… “Festival marazlısı” arkadaşımız Cüneyt Cebenoyan’ın uluslararası sulara açılmasının ikinci belgesi; Selanik Festivali’nden sonra, şimdi de Berlin Film Festivali… Bakalım o taraflarda neler oynamış, şimdiden bir kenara yazalım, havayı teneffüs edelim, bizim festivale merak biriktirelim.

Festivalden maraz doğar

Ablam maraz günleri derdi Sinema Günleri (yeni adıyla İstanbul Film Festivali) için. Film festivallerini izlemek hakikaten marazi bir durumdur. Sağlıklı bir insanın en fazla üç günde bir film izlemesi lazım ki, seyrettiğini iyice sindirebilsin, üzerine düşünsün, tartışsın; o filmi seyrettiği için hayatı değişecekse değişebilsin. Bu fırsatı kendisine ve filme tanıyabilsin. Ama gelin görün ki, film festivali marazlıları için festival sırasında üç günde bir film seyretmek hayatı ıskalamakla eş anlamlıdır. Normal öğün günde üç film civarındadır. Günlerce gün yüzü görmemekten çipil çipil olmuş gözlerle o sinemadan bu sinemaya koştururken kaçırdığı filmlere hayıflanır tipik bir festival marazlısı. Yeni bir filmi seyredebilmek için eskisini aklından çıkarması gerekir. Fırsat bulunca yeniden düşünebilir ama bu fırsat da kolay kolay çıkmaz. Ablam bu maraziliğin tipik bir parçası olmama rağmen beni eleştirilerinden muaf tutardı. Oysa ben şimdi işi ilerlettim. Yalnızca İstanbul Festivali’yle yetinmiyorum artık, milli de oldum. Önce Selanik derken, şimdi üç büyüklerden biriyle (diğerleri Cannes ve Venedik) ilk derbime çıkıyorum. İşte Berlin:

Zarife Öztürk Radikal’de yazmıştı. Berlin Film FestivaIi’ni çözemediğini, nerede ne zaman neyin oynadığını anlayamadığı için bir süre sonra pes ettiğini ve festivali izlemekten vazgeçtiğini anlatmıştı. 11 Şubat sabahı basın bürosuna uğradığımda ben de aynı duyguyu yaşadım. Elime festival kimliğimi tutuşturdular, o kadar. Program bile vermediler. Bir de çok ihtiyaçları varmış gibi 50 DM aldılar. Yahu kardeşim, hangi sinemada ne oynuyor, o sinemalara ben nasıl giderim, bir yardımcı olun be! Selanikli komşularımız öyle miydi ama? Her türlü bilgi ve belgeyi dertop edip elime tutuşturmuşlardı. Burada da bilgi-belge, matbuat gani, inanılmaz bir kağıt tüketimi söz konusu ama her şeyi istemek ya da arayıp bulmak gerekiyor. Neyse ki tecrübeli arkadaşlar vardı ve zamanla duruma alıştım. Gelelim filmlere:

Çok insani bir duygu
Festivalin birincisi “İnce Kırmızı Hat” (The Thin Red Line) çoktan gösterime girdi ve üzerine çok şey de söylendi. Evet, çok uzundu, bir öykü anlatmıyordu ve belki de bütün o şiirselliğin ve felsefiliğin altında çok derin bir şey de yoktu. Ama bende filmden kalan çok insani bir duygu oldu. Bu kadar çok erkek kahramanı bu kadar aşkla anlatan bir film daha seyrettiğimi hatırlamıyorum. Filmin bir yerinde Elias Koteas’ın canlandırdığı subay, emrindeki erlere gerçekten inanarak “hepiniz benim oğullarımsınız” diyordu. Malick’te de böyle bir insancıllık var. Bir baba oğullarına nasıl sahip çıkarsa, öyle sahip çıkmış filminin kahramanlarına. Bunun az şey olmadığını, ve filmin bir ödülü hak ettiğini düşünüyorum. Ama yarışma filmleri içinde benim en sevdiğim film “Cookie’nin Hazinesi” (Cookie’s Fortune) oldu. Yaşlı usta Robert Altman “Kaybetme Zamanı”yla (Gingerbread Man) beni büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama şansa birkaç hafta içinde kendisine güven tazeleme fırsatını buldum. “Cookie…”, “Sosyeteden İnsan Manzaraları” (Short Cuts) aynı dokuda bir film. Altman son derece yumuşak bir yaklaşımla Amerika’nın güneyini, Mississippi dolaylarından küçük kent hayatını anlatıyor. Ama David Lynch’in küçük kenti ne kadar tekinsiz bir yerse, Altman’ınki de o kadar kendi halinde, basit bir yer. Kötülük, yalan, para hırsı, yobazlık var tabii… Altman bunlarla dalgasını geçerken bir yandan da küçük kentin, güneyin sıcaklığını çok keyifli bir üslupla anlatıyor. Es geçilmeyecek bir özelliği de oyuncuları filmin. Glenn Close ve Julianne Moore çok başarılı, ama daha da önemlisi Liv Tyler: Bu ne güzel bir yüzdür ya Rabbim! Bu filmin hiçbir ödüle layık görülmemesi üzücü.

Konuşulması zor konular
Berlin Film Festivali tarihinde Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ından (1964) bu yana en büyük başarıyı bize Yeşim Ustaoğlu bu yıl kazandırdı. (Festival kataloğunda Metin Erksan’ın adı Ismael Metin diye geçiyor. Böyle gariplikler ancak Türkiye’nin başına gelir.) “Güneşe Yolculuk” hem Barış Ödülü’nü hem de Avrupa Film ve Televizyon Akademisi’nin Mavi Melek adlı ödülünü kazandı. “Güneşe Yolculuk” gerçekten iyi ve cesur bir film. Gözaltında kaybolanlar, yakılan köyler gibi Türkiye’de konuşulması zor konuları gündeme getiriyor. Ama bunun ötesinde çok iyi oyunculuk, çok iyi diyaloglar ve iyi görüntüleri filmi iyi film yapıyor. Fakat bu iyiliğin filmin tümüne yayılmadığını düşünüyorum. Filmin ikinci yarısı diyebileceğimiz bir bölümü güneydoğuya yapılan bir yolcuktan oluşuyor. Bu noktadan sonra filmin kahramanı yalnızlaşıyor ve ortada ilişki kalmayınca “memleketimden insan manzaraları” başlığı altında toplayabileceğimiz “Yol”dan “At”a birçok Türk filminin ortak özelliği olan kültürel turizm görüntüleri filmin eksenini oluşturuyor. Bu fazlalığı dışında “Güneşe Yolculuk” çok iyi bir film.

İlk günlerdeki oryantasyon sorunumuzdan kaçırdığımız bir başka ödüllü Türk yönetmen filmi ise Thomas Arslan’ın “Dealer”ıydı. “Dealer” Forum bölümünün jüri ödülünü aldı. Arslan’ın bu üçüncü filmiymiş. Umarız birileri bu filmleri Türkiye’ye getirir. Yankı yapan diğer bir Türk filmi de “Lola ve Bilidikid”di. Kutluğ Ataman “Karanlık Sular”daki üslupçuluğunu bir kenara bırakmış, Berlin’deki Türk eşcinsel ve travestilerin günlük hayatını konu edinen, içeriğinin “queer”liğine karşın anlatım olarak görece “straight” bir film yapmış. Yaşlı Alman oyuncu Inge Keller’in büyük bir oyunculuk sergilediği filmin ardından yapılan basın toplantısında Türkiye’de eşcinselliğin olduğundan çok daha büyük bir tabu zannedildiğini müşahade ettik. Bu, Türkiye’yi olduğundan daha vahşi bir ülke belleme alışkanlığı Avrupalının ruhuna işlemiş, onun için kafayı takmamak en iyisi. Yine de keşke dedim kendi kendime, Kutluğ Ataman bu salaklara Zeki Müren gibi bir travestinin, Bülent Ersoy gibi bir transseksüelin dönemlerinin en büyük yıldızları olduklarını, böyle bir durumun muhtemelen başka bir ülkede yaşanmadığını anlatsaydı. “Lola ve Bilidikid” Panorama bölümünün açılış filmiydi, ki bu da bir nevi ödül sayılıyor. Yeri gelmişken, festivalin üç resmi ana bölümü var: Yarışma, Panorama ve çocuk filmleri. Bu bölümler içinde bir de kısa film yarışması var. Ama yalnızca bunlar değil. Forum diye oldukça büyük bir başka bölüm ve retrospektifler de var.

Gerçekle oyun arasında
Gümüş Ayı’yı yani ikinciliği “Milfune’nin Son Şarkısı”yla Soren Kragh-Jacobsen aldı. Jacobsen; Lars von Trier’in öncülüğünü ettiği Dogma 95 grubunun bir üyesi. Bu grubun bir bağlılık yemini var. 10 maddeden oluşuyor bu yemin. Kamera elde tutulacak, stüdyoda çekim yapılmayacak, doğal ışık, doğal ses ve renkli film kullanılacak, filtre kullanılmayacak, cinayet sahneleri ve silah olmayacak, film şimdi ve burada geçecek, janr filmleri yapılmayacak, filmin formatı 35 mm olacak ve yönetmenin adı jenerikte geçmeyecek. Bu grup şu ana kadar üç film yaptı. Von Trier’in “Geri Zekalılar”ı, Thomas Vinterberg’in “Kutlama”sı ve şimdi de “Mifune”. “Kutlama” festival dışı normal gösterimdeydi. Almanca dublajlı olarak izleyebildim (Almanya’da bütün filmler dublajlı oynuyor) Von Trier’in “Dalgaları Aşmak”ına üslup olarak benzeyen bir aile içi hesaplaşma öyküsüydü ve oldukça etkileyiciydi. “Mifune” başka bahara kaldı. En iyi yönetmen ödülü “Hi-Lo Country”yle Stephen Frears’e gitti. Garip bir filmdi “Hi-Lo Country”. 1945’lerde geçen western olur mu, İngiliz yönetmen Amerika’da western çeker mi? Oluyor, çekiyor ama pek de iyi olmuyor. Oyunculuk da çok garipti. Epik mi desem ne desem bilemiyorum. Patricia Arquette sanki hâlâ “Kayıp Otoban”dan çıkamamış gibi; diğerleri göstere göstere oynuyorlar. Film bu garipliğiyle akılda kalıyor ama buna ihtiyacımız olduğunu çok sanmıyorum. David Cronenberg de “eXistenZ”le Özel Başarı Ödülü aldı. “eXistenZ” sanal oyunların çok geliştiği, insanların oyuna sırtlarında açılan bir delikle biyolojik olarak bağlandığı bir gelecekte geçiyor. Bu gelecekte gerçekle oyun iyice bulanıyor ve “Gerçeği” savunan gerilla örgütleri oyunların üreticileriyle mücadele ediyor. Filmi izlerken de gerçekle, oyun arasında gidip geliyor ve oyunun nerede bitip gerçeğin nerde başladığını bilemiyoruz. Cronenberg her zamanki gibi etkileyici bir film yapmış. Tabii ki mide kaldıran sahneleri var. Festivalin bence en iyi filmlerinden biri de Lukas Moodysson’ın yönettiği ve en iyi eşcinsel film ödülünü kazanan “Fucking Amal”dı (Amal filmin geçtiği küçük kentin adı). 14-15 yaşlarındaki iki genç kızın aşkı ve (eş)cinselliklerini keşfedişini anlatıyordu “Fucking Amal”. Son yıllarda gördüğüm en iyi aşk filmlerinden biriydi.

Mutluluğun filmini yapabilir misin?
Gördüğüm en kötü filmler ne yazık ki rock’çılar üzerine yapılmış filmlerdi. Biri Alman veteran punk’çı Nina Hagen’i anlatan ”Nina Hagen= Punk+Glory”, diğeri de Finlandiyalı rock’çı Hanoi Rocks topluluğunun üyesi Andy McCoy’u anlatan “The Real McCoy”du. İkisini de sonuna kadar izleyemedim. Ama Wim Wenders’in Buena Vista Social Club”ü ivi bir müzisyen ve müzik filmiydi. Küba’nın yaşlı müzisyenleri Ry Cooder’in öncülüğünde 1996’da biraraya gelmiş ve “Buena Vista Social Club” adlı bir album yapmışlardı. Bu albüm çok başarılı oldu. Grammy’ler aldı. İki yıl sonra Cooder ve Wenders tekrar Küba’ya gidiyor. Ekip bir araya geliyor ve ihtiyarlar sonunda hayallerini gerçekleştirip New York’ta Carnegie Hall’da konser veriyorlar. Ekip ama ne ekip. Solist ve gitarist Compay Segundo 91 yaşında. 85 yıldır puro içiyor ve altıncı çocuğuna sahip olmak için çalışmalarını sürdürüyor. İbrahim Ferrer 72 yaşında, Ruben Gonzales on yıldır piyano çalmıyormuş, artirid hastasıymış vb. Ne yaş, ne hastalıklar, sahnede zımba gibiler. Nâzım Hikmet zavallı Abidin Dino’nun kafasına kakıp dururdu: “Mutluluğun resmini yapabilir misin? Öyle kolayına kaçmadan. 1961’deki Küba’nın resmini.” diye. Wenders mutluluğun filmini çekmiş. Mutluluk 1998’de (daha önce de olabilir) Küba’da müzisyen olmak galiba.

Mūzik ve sinemanın gelişkin bir işbirliği de Aki Kaurismaki’nin filmi “Juha”nın gösteriminde yaşandı. “Juha” sessiz bir filmdi ve canlı orkestra eşliğinde gösterildi. İzdiham yaşandı. Çoğu kişi kapıdan döndü. Kuyrukta olaylar oldu. Kavgalar yaşandı. Gazeteciler filmi bırakıp kuyruğu yazmaya karar verdi vb. Biz Ortadoğulu uyanıklığı ve sebatıyla filme girmeyi başaran mutlu azınlık arasındaydık. “Juha” çok bildik bir kötü yola düşme öyküsünü, melodramla komedi arasında gidip gelerek anlatan tatlı bir filmdi, ama o kadar da önemli bir film değildi. Ama asıl şov film den sonra Aki’nin sahneye çağrılmasıyla başladı. Aki körkütük sarhoştu; bir elinde bira şişesi, diğer elinde sigarasıyla geldi sahneye. Festival yöneticilerinden birinin kendisine sorduğu sorulara ciddi cevaplar verecek hali yoktu ve yere bağdaş kurup dalgasını geçti. İddiasına göre, filmin oyuncuları filmin sessiz olduğunu Berlin’de öğrenmişlerdi. Film sesli çekilmiş, sesler sonradan silinmişti.

Ticari olmayan filmi satmak
Festivalde gördüğüm diğer iyi filmler arasında geçen yılın birincisi Walter Salles’ın Daniela Thomas’la birlikte yaptığı 31 Aralık 1999’la 1 Ocak 2000’de geçen “İlk Gece”, görmediği bir filmin eleştirisini yazdıktan sonra hayatı tepetaklak giden bir gazeteciyi anlatan Pascal Bonitzer’in “Rien sur Robert”i ve bu yıl Sundance’i kazanan Tony Bui’nin “Üç Mevsim”i de vardı. Mike Figgis’in “Cinsel Masumiyetin Yitirilişi” son derece etkileyici sahneler içeren, düz bir anlatımı olmayan ilginç bir filmdi. Filmin dünya premiyeriydi ve Figgis filmden önce çok sevimli bir konuşma yaptı. Filme önce “Kısa Öyküler” adını vermeyi düşündüğünü, ama zaten ticari olmayan filminin şansını iyice azaltacağını düşünerek bu addan vazgeçtiğini söyledi. Sonuçta Soderbergh’in “Sex, Lies and Videotape”i sırf adından dolayı en çok kiralanan video kasetler arasına girmişti ve filmi satmak da gerekiyordu, ki isim de filmin konusuyla alakasız değildi. Her festival gibi çok kötü filmler de vardı. Mesela Brezilya filmi “Bir Bardak Suda Fırtına” (Um Copo de Colera) soft porno bir girişten sonra iki kişinin bitmek bilmez bir tartışmasına dönüşüyordu. Alan Rudolph’un “Şampiyonların Kahvaltısı” da Barbara Hershey, Nick Nolte ve Bruce Willis gibi oyuncularına rağmen çuvallayan bir başka filmdi. Ki bu ikincisi, yarışma filmleri arasındaydı. Bir sürü iyi film de ister istemez kaçtı.

Ama sonuç olarak güzel bir 12 gün yaşadık. Berlin kendini hele kışın kolay ele vermeyen bir kent. Havası soğuk, görüntüsü soğuk. Kocaman caddeler, soğuk taş binalar insanı itiyor ilk başta, ama canlı bir hayat var. Festival dışında da çok iyi filmler gösteriliyor. Dile kolay, 208 sinema varmış. (Festivalle aynı sıralarda “Nico: Icon” ve “The Performance” gibi filmler gösterimdeydi) Gelecek yıl bu sinemalara yenileri eklenecek ve festival Potsdam’daki bu yeni salonlarda olacak. O zamana kadar bize düşen hastalığımızı canlı tutmak.

Beck Roll 6

Tarih: Nisan 1997
Gazete/Dergi: Roll
Spin Dergisinden Çeviri

Beck taş çatlasa 50 kilo çeken tıfıl bir çocuk, üç yıl evvel, bütün Amerikan müziğini altüst etti. Kulağına gelen bütün tarzları hamarat bir ev hanımı gibi (Tricky onun yanında “mektepli” kalır) bir araya getirerek birdenbire ortalık yere püskürttü. ”Ben mağlubum yavrum/Neden beni öldürmüyorsun” diye akıp giden şarkısıyla 90’ların derbeder gençliğini şöyle bir salladı. İkinci (küçük-bağımsız şirketlerden çıkanları da sayarsak altıncı) albümü “Odelay” sayesinde sallantı devam ediyor. Folk, hip-hop, endüstriyel, blues, şu, bu, o… Yalnız Beck’in altından kalkabileceği bir bulamaç… Beck, Spin dergisine, müziği hakkında bazı ipuçları veriyor…

Killi bir göğsüm var, 26 yaşındayım

Dün geceki konserde Jackie Chan filmlerinde hep gördüğüm, şu yerde sırtüstü yatarken ellerinden destek almadan ayağa fırlama hareketini yaptın.
Beck: Ben sahnedeki hareketlerimin tümünü Hong Kong filmleri ile Meksika ve Arap TV’lerinde gördüklerimden alırım. Arap TV’sinde, özellikle de pop müzik şovlarında gerçekten çok sıkı atraksiyonlar var.

Kolunun her eklemini böyle oynattığın (göstererek) hareketi biliyor musun?
Vay be, çok iyisin, hakkaten çok iyisin. Tam da bu bok işte. Seni misafir sanatçı olarak sahneye çıkarmamız lazım. Bu hareketi dün gece yapmıştım, değil mi? Bunu tamamen spastik bir şekilde yapmalısın. İnsanlar şunu bilmez: Ne kadar tutuk ve sarsaksan o kadar funky’sindir. Ters-funk denilen acaip şey bu. En funky dansçılara bakarsan, vücutlarının üst kısmı kaskatı dururken, vücutlarının diğer kısımlarının bambaşka bir şey yaptığını görürsün.

Garip, çünkü insanlar rahatlamaları ve ritmi hissetmeleri gerektiğini sanır.
Evet, ama bu hiç de funky değildir. Vücudunu böyle kaskatı yapacaksın ve sonra (göğsünden aşağı bir dalga göndererek) spastik olması için böyle yapacaksın. En funky’si budur.

Bu turnende hiçbir soul vokal grubu ve nefesli çalgılar eşliği kullanmayı düşündün mü?
Evet ama çok fazla parodiye dönüşmesinden korktum. Zaten halihazırda böyle düşünenler olduğundan eminim. Ama bence hiç de öyle değil. Müziğim gayet samimi. Mizahi bir yanı var. Ama iyi olan her müziğin mizahi bir yanı vardır.

Adam Yauch’ın (Beastie Boys’dan) düzenlediği Tibet’e Özgürük Konseri’nden sonra hayranlarına imza ya da fotoğraf verirken, elinden geldiğince yaratıcı ve esprili bir şeyler yapmaya çalışıyordun.
Evet, aksi halde belirli davranış kalıplarını tekrarladığımı düşünürüm. Bu benim içgüdüm: Klişeden kaçınmak. Ya da klişeyi alıp kullanmak ve sonunda mümkün olan en şiddetli patlamayla onu yok etmek. Ama bu insanı, parodi ve klişenin alanına sokabilir. Bunu yapmak gerçekten kolay. Kişiliği olan, dürüstlüğü olan, samimi ve dolaysız bir şey yapmak, işte mesele bu.

Bu yaş grubunun ya da kuşağın çoğu üyesi, ki ben bile geçmişte bu suçu işledim, 70’lerden bir şeyi alıp, evirip çeviriyor, ya dalgasını geçiyor ya da yüceltiyor. Dolaysız, esin dolu pek bir şeye rastlayamıyorsun. Elbette müzik her zaman kendisinden ve kendi geçmişinden beslenir ama kendini adama duygusunu pek görmüyorum. Hep aynı kaçamak: “Biz aslında bunu söylemiyoruz, biz dalga geçiyoruz.” Ana babalarımızın yaptıkları ya da bizim on yıl önce yaptıklarımızla sürekli bir dalga geçme ihtiyacı. Bu tavırdan gerçekten uzak durmak istiyorum. Önce folk müziğe ve sonra da hip-hop’a gönlümü kaptırmamın nedeni de bu. O kadar yetkin ki! Bir sürü olanağa sahip.

Bir dönem, Ice Cube’u konserlerinde cover’lamıyor muydun?
1991’de, “Loser”, yaptığım sıralardaydı. Hip-hop’la folk’un birbirine uyum sağlayacağını düşünmeye başlamıştım. Eski folk şarkılarını söylemeyi seviyordum ama rock kulüplerindeki atmosfere uymuyordu. Diğer gruplar noise, deneysel, caz ya da hip-hop takılıyorlardı. Hepsi bir şekilde süzülüp yapmakta olduğum şeyi oluşturdular.

Bir drum machine’le bir odaya kapatılsan sıkılmadan ne kadar süre kalabilirsin?
Bilmem; bu iyi bir soru. “Odelay”i kaydederken 18 saat süreyle kaldım. Albümü dinlersen, bazı şarkıların çok geleneksel gibi gözüktüğünü ama arka planda bütün bu müziklerin yer aldığını göreceksin. Sonsuza kadar bunlarla vakit geçirebilirim. Bir sound hakkında kafamda bir fikir oluşmuşsa ve bir enstrümanla bu sound’u yaratamıyorsam kendi sesimle yaratmaya çalışırım. Doğru sesi bulabilmek için uç noktalara giderim.

Tibet konserinin sahne arkasında, bana kaydettiğin yeni şarkıları arabanda test ettiğini söylemiştin.
Evet, çünkü stüdyolar öyle izole yerler ki! Şarkıyı dışarı çıkarıp akıp giden hayata nasıl bir fon müziği oluşturduğunu görmek gerekiyor. Kayıt yaparken görsel bir yaklaşımla hareket ederim… Live çalabilmek için gerçekten sıkı çalışmamız gerekiyor. Çünkü, örneğin “High 5” tam anlamıyla stüdyo deneyleriyle yaratılmış, dekonstrükte bir şarkı. Konserde bir akış elde etmek gerçekten zor. Ama benim genelde hedeflediğim de bu: Farklı öğeleri bir araya getirip akmasını sağlamak. İnsanlar benim yaptıklarımı televizyonda kanaldan kanala zaplamaya benzetiyor. Ama ben hiç de böyle düşünmüyorum: Akışı ve kaosu bir araya getirip, bundan özlü bir şey oluşturmak olarak görüyorum. Rastlantısallık değil ama o rastlantısallığı alıp ona bir vücut vermek. Zapçılık değil gerçekten. Daha çok ayrıksı otlarını büyümeye bırakmak. Sanki doğa daha yeni biçimleniyor, düzenleniyor ve kalıba dökülüyor gibi… Beni hep sabırsız ve yıldız olmak isteyen biri olarak algıladılar. Belki benim hatam. Yaptığım şeyi geliştirmeyi kesinlikle sürdürüyorum. Sağımı solumu yokluyorum, o sulak araziyi arıyorum. Bir sürü insan ilerleyebilmek için mantığa ve düzene ihtiyaç duyar. Benimse çıkış yolunu bulabilmek için cangılda olmam gerekiyor.

Bir sonraki albümünün nasıl bir olacağı hakkında bir fikrin var m?
Daha fazla enstrümantasyon içeren bir şeyler yapmak istiyorum galiba; bunu biraz daha geliştirmek. Bilmiyorum. Her şey içeri girip, bir ritm tutturup gerisinin gelmesini beklemekten ibaret. Kesinlikle hip-hop unsuru büyümeye devam ediyor. Sadece “Loser” ve “Beercan”le sınırlı kalacağını sanıyordum. O ilk albümdeki şarkılar yalnızca deneylerden ibaretti. Önceden üzerlerinde düşünülmemişti. Bu albümdeyse şarkının hip-hop tarzında olacağını biliyordum. Benim için en zorlayıcı olan dolayısıyla da elbette en ilginç olan bu. Ve içine daldıkça daha fazla müptelası oluyorum. Bu üslup gerçekten insanı deneyselliğe yöneltiyor. Bir country ya da hard rock şarkısıyla yapabileceklerinin sınırları bellidir. Yani sanırım başka olanakların peşinde koşacağım.

Şöyle bir şey hoş olurdu: Hip-hopla iyi aranje edilmiş bir şeyi karştıracaksın ve ortaya…
…Sert ve iğrenç bir şey çıkacak. Bu günlerde biz de bunun peşindeyiz.

Houston’da aldığım bir gazetede konserinle ilgili bir yazı vardı. Seni betimlemek için hangi sözcüğü seçtiklerini tahmin edebilecek misin?
Oh, hayır. Herhalde Elvis’in figürlerinin ne kadar kötü bir taklitçisi olduğum hakkında bir şeyler demişlerdir. Hakkaten Elvis’i taklit ettiğimi sanıyorlar ama hiç de değil.

Bundan söz etmemişler.
“Eksantrik” miydi?

Hayır ama bunu söylemiş olabilirlerdi.
“Aylak”?

Hayır, hemen hemen yalnızca seni betimlemek için kullanılan bir sözcük. Sana bir ipucu vereyim. New York konserinde, “Asshole”un nakaratını bu sözcükle değiştirmiş ve aynı derecede tacizkar olduğunu söylemiştin.
Ah, evet. ‘Çocuk-adam’ (manchild). Elbette. Bu değişikliği yapmamın nedeni, hakkımda yazılan hangi yazıya baksam ‘çocuk-adam Beck’ lafıyla karşılaşmamdı. Ne yapmalıyım? Kıllı bir göğsüm var. 26 yaşındayım. Tamam, genç gösteriyorum. Bu lafta hep biraz saygısızlık görüyorum. Sanki ciddiye alınacak biri değilmişim gibi.

Seni nasıl görmelerini istersin?
İnsan tabiatı der ki, alnına BECK damgası vurulmuş ve balmumuyla mühürlenmiş biri olarak kategorize edilmek istemezsin. Ben yalnızca bazılarının beğendiği bir müzisyenim. Bütün bu etiketlerden hoşlanmıyorum: Bu aylaklık hikayesine ihtiyacım yok, kesinlikle retro ya da kitsch kültürü meraklısı hikayesine de ihtiyacım yok. Olmadığınız bir insan olarak algılanmak sürekli bir huzursuzluk nedeni. Belki azıcık daha fazla ciddiye alınmak isterdim. Albümlerim aptalca saçmalıklarla ya da eksantrikliklerle dolu değil.

Kendini Beck Hansen yerine yalnızca Beck olarak lanse ederek, bir parça mitleştirilme keyfini yaşadığını düşünmüyor musun? Sanki aslın da olduğundan farklı bir persona yaratmaya çalışıyor gibisin.
Bundan hiç hoşlanmıyorum. Nefret ediyorum. Bu albümde adımın Beck Hansen olarak yazılmasını istedim. Albümün ön kapağına koymak istemediler ama arka kapağın sağ alt köşesinde son derece küçük harflerle ‘Hansen’ yazıyor. Artık değiştirmek için çok geç.

Başlangıçta “Beck’ olarak lanse edilmek senin seçimin değil miydi?
Aslında açık mikrofon gecelerinde ve küçük konserlerde çaldığım sıralarda başladı. Afişi hazırlarken sadece adımı hatırlıyorlardı ve soyadımı öğrenmekle uğraşmıyorlardı. Beck, Beck Hansen’dan daha kolay akılda kalıyor. Ama “Mellow Gold”u çıkarmak üzereyken, adımın Beck Hansen olması gerekmez mi diye düşündüm. Çok önemli olmadığını, kimsenin umurunda olmayacağını düşündüm. Bileydim…

Bir tür nevi şahsına münhasır seks sembolü haline de geldin. Ama senin hakkında böyle hislere sahip kişilerle konuştuğumda, seninle birlikte bir trip yaşamayı, seninle yatmayı aynı derecede istediklerini gördüm.
Ah, evet kesinlikle. Aptalca. İnsanlar uyuşturucuların kimliğimin önemli bir parçası olduğunu sanıyor ama gerçek böyle değil. Yaratıcı olmak için uyuşturuculara ihtiyacım yok. Müziğimin uyuşturucularla ilgisi yok. Uyuşturucular yalnızca yaratıcı bir destek. Müziğimde bir yönünü kaybetme duygusu var ama bu daha çok modern hayata ve kültürümüze dair bir şey.

Bunu anlıyorum. Çünkü “Odelay”deki “Ramshackle”, “Derelict”, “Readymade” ve “Jackass” gibi şarkılar kayıp, toplumun dışındaki yalnız karakterleri konu alıyor. Sürekli turnede olmanın ve birdenbire gelen başarının buna katkısını merak ediyorum.
Doğrusu epey katkısı var. Ama “Odelay”in, ‘şöhretin şeytanları’ ve benzeri bir sürü zırvayla ilgili bir albüm olmaması konusunda kararlıydım. Şöhret ağır, çok ağır bir şey ama atlatıyorsun. Bir daha gitarı eline almak istememene neden olan o kadar çok insan var ki! Ne tarafa dönsen, “Ne yaptığını çaktım” diyen birilerine tosluyorsun; sonra arkanı dönüyorsun ve birileri yaşamaya hakkın olmadığını söylüyor. Bu albümde asıl yapmak istediğim müziğe dair sevdiğim her şeyi kutlamaktı. “Mellow Gold”u kaydederken her şey benim için hâlâ çok yeniydi ve o iki haftalık süre içinde yaşadığım duygu buydu. İkinci albümde şöhretin zorluklarından söz etmek çok klişe.

“Hotwax” adlı şarkında hastalığı ülke sathına yay maktan söz ediyorsun. Konu ne?
Funk’i yaymak gibi. Konserlerimizi izlersen hastalığa yakalanırsın.

Yaşlı müzisyenler bu analojiyi çok kullanmıştı ama gençler AIDS’e dair çağrışımlar yaptığı için hiç kullanmıyor.
Evet, evet, biliyorum, biliyorum. Ama yeniden başlamak lazım. Eski tip argoyu, modası geçmiş deyimleri seviyorum. Şarkılarıma hep birer ikişer koymaya çalışıyorum. Japonların, İngilizceyi tercüme edişlerinden etkilendiğini söylemiştin. Herhangi bir yabancı dili. Ben çoğunluğun İspanyolca konuştuğu, İngilizcenin ikinci dil olduğu bir yerde yetiştim. Dilin bu yeniden yorumlanışını hep sevmişimdir. İskandinavya’da 13 heceli, bir sürü sessiz harfin, t’lerin ve x’lerin çifter çifter yan yana geldiği en korkunç kelimeleri seçip bir araya getirdim ve tercüme ettirdim. Benim yazabileceklerim den çok daha iyi bir şey çıktı ortaya… John Cage’in, içgüdülerin bir kenara bırakıldığı, kişiliğin müziğe etkisi olmadığı ve böylece müziğin gerçek bir dışavurum haline geldiği şans operasyonu tekniğini kesinlikle denemek isterdim. Yalnızca yapmak için bunu yapmam, bir lezzeti olmalı yaparsam. Bir planınız ya da sisteminiz olabilir ama sonuçta amaçlanmamış olanın, bütün makineler kırıldığında ortaya çıkanın, hataların ilginç olduğunu düşünüyorum.

Şarkı sözlerinde böyle kavramsal yaklaşımlar var mı?
Hayır, yok. Şarkı sözlerime bakıp bunların bir yığın rastgele bir araya getirilmiş zırvalar olduğunu, hepsini kıçımdan uydurduğumu düşünebilirsin. Ama hiç de öyle değil. Benim için bir anlam ifade etmeselerdi, yaşadıklarımla ya da bir arkadaşımla paylaştığım bir şakayla ilgili olmasalardı onları söyleyemezdim. Başkaları anlamasa da bir gerçeklik duygusu var şarkı sözlerimde.

Mükemmeliyetçi misin?
Hijyenik saplantı anlamında değil. Mükemmeliyetçilik denilince aklıma bu geliyor, her şeyin yerli yerinde olmasını istemek. Şeyler olması gereken yerlerde olmamalıdır.

9 Kızgın Adam

Tarih: Mayıs 2005
Gazete/Dergi: Esquire

Ablasını bombalı saldırıda; annesini, babasını ve oğlunu depremde kaybetti.

Adaletin işlememesi ile ilgili pek çok şey yaşadım. İlki ablamın ve Onat Kutlar’ın öldüğü The Marmara Oteli’nin bombalanması. Bu olay, 1994’ün 30 Aralık’ında olmuştu. Aradan geçen 11 yıla rağmen hala dava sonuçlanmış değil. Son olarak usulden bozulmuştu. Gerçi ben de gazeteden takip ediyorum ama yeniden yargılanacaklar. Bir olayın üzerinden 11 yıl geçerse ve hala sonuçlanmadıysa ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ama sadece davanın sonuçlanması ile kalmıyor. Soruşturma aşamasının doğru dürüst yürütülmediğine dair ciddi bir inancım da var. Bunun en temel nedeni de, o zaman The Marmara Oteli’nin güvenlik kamerasının çektiği görüntülerin polis tarafından kontrol edilmemesi. Kontrol etmek akıllarına geldiğindeyse, The Marmara ‘Biz bunları sildik’ diyor. Bir olay olduğunda herhalde ilk bakılacak şey oradaki güvenlik kameralarının çektikleridir. Yine de tüm bunlara rağmen doğru sonuca ulaşmış olabilirler, bilemiyorum. Ama iyi bir soruşturma yapılmamış olması, güven sorunu teşkil ediyor. Benzer bir şey depremde yaşadıklarım için söylenebilir. Depremde annem, babam ve oğlumu kaybettim. Orada da hala bir sonuç alınmış değil. Günah keçisi olarak Veli Göçer gibi bir adam bulundu, ona biraz ceza verildi ama orada binlerce insan öldü, yüzlerce bina yıkıldı. Bizimkilerin bulunduğu bina, Türkiye’nin en büyük inşaat şirketlerinden Yüksel İnşaat’ın yaptığı bir binaydı. Teorik olarak en güvenli olması gereken yerdi. Hemen yanında başka bir site vardı ona bir şey olmadı. Bizimki tuzla buz oldu. yine oradan bir sonuç çıkacağına dair güçlü bir inancım olmadığı gibi, bir sonuç çıksa bile bir-iki teknisyenin başına patlayacak. Ciddi olarak sorumluların başına bir şey gelmeyecek. Bu dava da altı seneye varmak üzere. Bir kitap olayı var ayrıca ve onda hemen ceza verildi. Akademik bir çalışma olan ‘Seks İsyanları: Toplumsal Cinsiyet, Başkaldırı ve Rock’n Roll’ kitabı müstehcen bulunduğu için hemen toplatıldı. Bu kitabın piyasada olmaması herkes için büyük kayıp. Harvard Üniversitesi Yayınevi’nin yayınladığı bir kitap sonuçta ve emeğe, paraya yazık. Benzeri bir şey; ben üniversite öğrencisiydim ve ‘cunta’ kelimesini kullanmaktan dolayı anında adalet denen şey çalıştı. Mahkum oldum ve 14 ay hapis yattım; 1982-84 arasında. Ben bir suç işlediğime inanmıyorum, ‘cunta’ demek suç değil. Aksine beni hapse atmaları bir suç diye düşünüyorum. Alıyorsun adamı üniversiteden, tecavüzcülerle, katillerle birlikte 14 ay geçirmesini sağlıyorsun. Bunun ne manası ne anlamı var? Ve bu insanlar hakkında da herhangi bir şey yapılmadı. 12 Eylül’ü yapanlar yargılanmadı ya da 12 Eylül’ü yargılamak mümkün değil. Çünkü anayasal koruma altına aldılar kendilerini. Orada bir sürü insan haksızlığa uğradı. Ve bu haksızlıklar ne tazmin edildi, ne özür dilendi, ne de bir şey yapıldı. Başlık olarak adaletle ilgili olan sorunlarım bunlar. Ne zaman adalet beni karşısında gördüğünde anında işliyor ve cezasını kesiyor, fakat diğer tarafta ben olduğum zaman gerçekleşmesi yıllar alıyor. Gerçekleşeceği bile son derece şüpheli. Biz 12 Eylül’ü hala yaşamaya devam ediyoruz. Çünkü onu yapanların işlediği suçlar ortaya dökülmediği müddetçe, o aslında sürmeye devam ediyor demektir. Devlet tarafından bana suç işlendiğini düşünüyorum. Ama onlar hala saygın kişiler. Hiçbir bedel ödemediler. Ve benim gibi bir sürü insan var. Türkiye’de adalet, güven duyamadığım bir kurum. En yakınım olan 4 insanı kaybettim ve bu kadar sene sonra somut olarak bir sonuç alamamak çok kötü bir duygu. Yaşadığımız ülkede suçların cezasız kalmayacağına yönelik ciddi bir güvensizlik yaratıyor. Ve bir şeylerin değişeceğine yönelik inancım yok.

© 2020 -CuneytCebenoyan.com