TARİH: 6 Temmuz 2019
GAZETE/DERGİ: Birgün
Orhan Koçak, Ağustos 2017’de “Milli Anlar (I)”* başlıklı bir yazı yazmıştı Birikim’in web sitesinde. Bu yazı uzunca bir girizgahtan sonra Koçak’ın muğlak ifadesiyle hem olan hem de olmayan “asıl tartışma”ya, yani “Cüneyt Cebenoyan adlı Birgün yazarı”nın ifade ettiği varsayılan görüşlerine gelmişti. Bu yazıyı yayımlandığı sırada okumuştum.
Karanlığa baktığınızda karanlık da size bakıyor. Koçak’ın yazısını o dönemde unutmayı tercih ettim. Bir de eski kuşak olmak herhalde, basılı olmayan metinlere, basılı metinler kadar önem vermiyorum. Yoksa Birikim’i önemsemediğimden değil. Marksizm alanındaki ilk eğitimimi 70’li yılların sonlarında Birikimcilerden almıştım. İstanbul Erkek Lisesi ile okuduğum Avusturya Lisesi arasında bir köprü kurulmuştu ve ben de o köprüden geçmiştim.
Ama Koçak’ın yazısı artık bir kitabın parçası. Yazarın, Metis’ten çıkan Polemikler adlı kitabında, Birikim’in web sitesinde yayımlanan makalesi de yer alıyor. “İncitmemek önemlidir, asgari bir zarafet gerektirir”, diyen Orhan Koçak’ın yazısı zerre kadar zarif değil. Ve doğrudan incitmek amaçlı. Hatta mümkünse sosyal anlamda öldürmek.
Ben safça bir umutla bu kaba ve inanılmaz derecede saldırgan yazının orada kalacağını ummuştum ama olmadı. Metis Yayınları önemlidir. Kurucuları arkadaşımdır, aynı üniversitede aynı dönemlerde okuduk. Metis hayatımızda önemli bir rol oynamıştır. Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” ve John Berger’in “Görme Biçimleri” kitapları, 80 sonrasının kültürel çölünde ufkumuzu genişletmişti.
Orhan Koçak, doğrudan benimle ilgili paragrafta, “Aslında “asıl tartışma” filan yok, durum son derece basit: bir sinema eleştirmeni, Cüneyt Cebenoyan adlı BirGün yazarı, Fatih Akın isimli Türk/Alman yönetmeni tipik bir Hint milliyetçisi tarzında “yumuşak casuslukla” suçladı: Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle sunuyordu Akın. Ne yapmıştı Alman/Türk yönetmen? Bence fazla şekerli bir soykırım filmi yapmıştı. Ama Cebenoyan’ın burada sakarinden ziyade filmin kendisine itirazı olacağını tahmin ediyorum, hakkında hiçbir şey söylemediğini bildiğimize göre. İşte o gazete de öyledir: hem Enver Aysever en sık yazan köşecidir, hem de kendi kendini 1970’lerde hissetmek ister”, diyor.
Koçak’ın yazısının eleştirisine başlamadan önce olayların nasıl geliştiğini anlatayım. Bu bölüm, “Milli Anlar” başlığına da cevabım olacak.
Ablam Yasemin Cebenoyan, 30 Aralık 1994’te PKK tarafından öldürüldü. Daha spesifik olmak gerekirse, eylem Mesut Ünsal’ın direktifi üzerine Deniz Demir tarafından organize edildi. Bomba, Hamit Şen’in evinde hazırlandı. Daha sonra Gülşen Özdemir’le Deniz Demir bombayı The Marmara Oteli’nin cafe’sine (o dönemde Opera Pastanesi) yerleştirdiler. Bombanın patlamasıyla ablam Yasemin olay anında öldü, Onat Kutlar ise ağır yaralandı ve daha sonra hayatını kaybetti. Onat beyle de tanışmanın ötesinde birlikte çalışmışlığımız vardı. Eylemcilerin bir kısmı yakalandı, Deniz Demir itirafçı oldu, topu topu 9 yıl sonra dava sona ermeden serbest bırakıldı. Yatacağı 2-3 yılı daha vardı, yattı mı bilmiyorum. Hamit Şen de emniyet sorgusunda eylemcilere yataklık yaptığını kabul etti. Başka bir sürü somut delil de vardı ayrıca. PKK, hiçbir aşamada ne eylemi ne de eylemcileri inkar etti.
Yıllarca PKK’den özür dilemesini bekledim ve talep ettim. Toplumsal Bellek Platformu olarak 30 Aralık 2010’da bir basın açıklaması yaptık. Bu açıklamaya Radikal gazetesinin sitesindeki Özgür Mumcu’nun 03/01/2011 tarihli “Bomba” başlıklı yazısından ulaşılabilir**. Bunun dışında da defalarca bu talebimi, olabildiğince alt perdeden, dile getirdim; sadece ve sadece küfürlerle, tehditlerle karşılaştım. Sonra yavaş yavaş bir şey kafama dank etti. Kimse, daha doğrusu PKK’nin önemseyeceği kimse PKK’yi Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan ve daha başka birçok masum kişiyi öldürmekle suçlamıyordu. Beni de önemsemiyordu örgüt, tek başıma ne bir iktidarım ne de bir ağırlığım var. Ortada onları zorlayacak bir talep olmayınca, PKK de bildiğini okumaya devam ediyor, “terör eylemi” dışında hiçbir tanıma sığmayacak eylemlerini sürdürüyordu.
Biz üç kardeştik ama birlikte büyüdüğüm, hemen hemen her gün iletişim halinde olduğum tek kardeşim Yasemin’di. Abim Sinan, Amerika’da yaşıyor ve yaşça aramızdaki fark daha büyük. Yasemin, benim en iyi ve en kötü yanlarımı bilen, bana sonsuz bir hoşgörüyle yaklaşan, birlikte ortak bir dil, ortak bir espri anlayışı geliştirdiğim tek kişiydi. Bana “lan oğlum Lümbül” diye hitap eden tek kişi (babam bana çok küçükken Lumumba dermiş, sonra bu Lümbül’e evrildi). Onun ölümü benim ve annem-babam için korkunç bir yıkımdı. Kuşkusuz abim için de… Mümkün olduğunca çok duygusal olmayan bir dil kullanıyorum ama yine de duygusal geliyorsa öyle olduğu için.
Orhan Koçak çok okuyan biri, muhakkak ki evlat ya da kardeş kaybının aileler üzerindeki yıkıcı etkilerini bilir. Bu konuda çok kitap yazılmış, çok film çekilmiştir. Çoğu evlilik, bu büyüklükteki bir depreme dayanamaz. (Belki benim annem ve babam da dayanamayacaktı. Onları da, sanki ablamın yerine gelmişçesine, onun öldüğü günde, 30 Aralık’ta doğan oğlum Ali’yle birlikte 17 Ağustos 1999 depreminde kaybedecektim.)
Orhan Koçak yine bilecektir ki kişi saldırıya, tecavüze, haksızlığa uğramışsa onun sağaltılmasında toplumun tavrı kilit rol oynar. Eğer saldırgan suçlanmak bir yana, saygı görüyorsa, saldırıya uğrayanın ruh sağlığına kavuşması, yasını tamamlayıp hayatına devam etmesi neredeyse imkansızlaşır. İşte benim yaşadığım tam da budur. Koçak’ın görmeyi tercih ettiği gibi “milli bir an” değil, son derece kişisel anlardır yaşadığım. Hoş, PKK hakkındaki negatif görüşlerim, kişisel tarihimle sınırlı olmanın ötesindedir ama şu anda bu olay bağlamında konuşuyoruz. PKK hakkındaki görüşümü, kişisel tarihim belirlemedi. Ama verdiğim tepkilerin dozunu, öfkeli çıkışlarımı elbette ki yaşadığım bu trajedi belirliyor.
Benim ailemin katili PKK, sol ve liberal çevrelerin hatırı sayılır bir bölümünce suçlanmamaktadır. Örnekler çok. Bir tanesi: 10 Ocak 2019 tarihinde Ayşe Emel Mesci, Cumhuriyet gazetesinde “Sanırım Dönmeyeceğim” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda Onat Kutlar’ın öldürülmesi şöyle anlatıldı: “… Sonra çıktı, o daha yoldayken önce Yasemin Cebenoyan’ı, 11 gün sonra da Onat Kutlar’ı sevdiklerinden, hepimizden koparan kalleş, insanlık düşmanı bomba patladı.” Yazıda failin belirtilmemesi ne tekil bir olay ne de bir ihmal sonucudur. Bu hep böyle ifade edilir ya da hiç edilmez. Kalleş bomba gitmiş, patlamış, öldürmüştür. Suçlu? Suçlu bomba, işte!
Tabii bitmeyen bir tartışma da failin gerçekten PKK olup olmadığıdır. Bu konuda çok yazdım, daha fazla yazmayacağım. Süleyman Demirel “bana, ‘sağcılar adam öldürüyor’, dedirtemezsiniz!” derdi. Demirel’in kastettiği sağcılar, MHP’nin vurucu timi ülkücülerdi. Yeni kuşaklar için böyle bir açıklama yapmakta yarar olabilir: Ülkücüler, Cuaron’un “Roma” filminde bizzat CIA ajanları tarafından eğitildikleri gösterilen “los Halcones” (Şahinler) adlı sağcı milisler gibiydiler. Emperyalizmin, komünizme karşı bizzat örgütlediği vahşi çeteler…
Ya da başka bir benzetme yapmak gerekirse bir holokost inkarcısına Yahudi soykırımının gerçekten olduğunu söyletemezsiniz. Benzer bir şekilde kimilerine PKK adam öldürüyor, Onat Kutlar’ı da PKK öldürdü dedirtemezsiniz. Hatta size entelektüel argümanlarla karşı çıkarlar. Barthes’ı yardıma çağırırlar: “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir”. Birincisi, ben kimseyi bir şey söylemeye mecbur tutacak bir güce sahip değilim. İkincisi, bu argüman her koşulda doğru değildir. İktidar, sizi bazen konuşmaya, bazen de susmaya mecbur edebilir. Benim herhangi bir iktidarım yok.
Ve bazen susmak suça ortak olmaktır. Süleyman Demirel’in susması bu türdendir, suçun ortağıdır. Sloganlarla, her an her yerde geçerli olduğunu iddia edilen savsözlerle bir yere varılmaz. Ben de bir sürü karşı slogan söyleyebilirim: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!”, “Katilleri, koruyan cinayete ortaktır!” vb. Ya da Brecht’e atfedilen ama aslında Martin Niemöller’e ait sözleri hatırlatabilirim: Komünistleri, sosyal demokratları ve sendikacıları alırlarken susanlar, sıra kendilerine geldiğinde protesto edebilecek kimseyi bulamazlar çevrelerinde.
Katile katil dememenin mağdur üzerindeki yıkıcı etkisi, inkarcıların umurlarında değildir. Bunları anlatmasaydım, Fatih Akın’ın yeni film projesini, YPG’nin bir propaganda afişini paylaşarak ilan ettiğini gördüğümde duyduğum öfkeyi de anlatamazdım.
YPG’nin PKK’den farklı bir şey olduğunu iddia edenler var, ciddiye almıyorum. YPG’nin yani PKK’nin propaganda afişini paylaşarak yeni film projesinin haberini verdi Fatih Akın. Ben ailemin katilinin, katil olarak nitelendirilmesini beklerken belli ki onu yüceltecek bir film yapacaktı Akın. Bunun böyle olmayabileceği iddiasını da ciddiye almam mümkün değil. Paylaşılan bir propaganda afişiydi! Akın, örgütle arasına bir mesafe koymamıştı.
Akın’ın bu paylaşımını çeşitli internet siteleri haber yaptı. Ben ABC sitesinde gördüm. Ortada olan bir şey üzerine yorumumu yaptım, tepkimi gösterdim. Öfkelenmek dışında ne hissedebilirdim?
Fatih Akın, Almanya doğumlu, Almanya’da büyümüş ve yaşayan, kendisini en iyi Almanca ifade eden, Alman pasaportu sahibi, Alman bir yönetmen. Eğer casusluk yapacaksa Almanya aleyhine yapabilir. Almanya vatandaşı olmasına rağmen başka bir ülkeye mesela Türkiye’ye bilgi aktarabilir. Tersini yapması mantığa aykırı.
Gerçi bütün bunlar da alakasız çünkü ben hiçbir yerde Fatih Akın’ın casusluk yaptığını iddia etmedim. Ne yumuşak ne de sert. Bunu söylediğine göre iddiasını desteklemesi gerekir Koçak’ın.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmini oryantalist bulduğumu söyledim ama bu Koçak’ın iddiasından çok farklı bir şey. “Mustang”, “Sibel” ve “Dar Elbise” filmlerini de oryantalist bulduğumu söyledim başka yazılarımda. Bu filmlere oryantalist diyen sadece ben değilim. Açık Radyo’daki Erguvani İstimbot adlı programımda sanatçı/akademisyen Filiz Çiçek’le yaptığım programda “Duvara Karşı”yı ayrıntılı biçimde tartıştık.
Ne demek istediğim, bu program dinlenirse daha iyi anlaşılır.***
Oryantalizmin ne olduğunu Koçak’a anlatacak değilim. Bir eseri oryantalist görmenin, yaratıcısını casuslukla suçlamaktan farklı bir şey olduğunu bilmesi gerekir. Ama zaten Koçak benim o sırada sözünü ettiğim “Duvara Karşı”yla ilgili bir şey söylemiyor. O sıralarda, sosyal medyada hakkında hiçbir şey söylemediğim ama daha önce gazetede hakkında eleştiri yazdığım Fatih Akın’ın “Kesik” filmi hakkındaki fikirlerimin ne olduğunu “tahmin ederek” konuşuyor! Koçak, her şeyi “gördüğünü” zannettiği için bir araştırma yapma gereği duymamış ve “Kesik” hakkında hiçbir şey söylemediğimi iddia etmiş! Oysa bir araştırma yapsaydı, “Kesik” hakkındaki yazımı net’te bulabilirdi****. Ama yazımın olmadığını varsayıp, kendisinin bana yakıştırdığı bütünüyle saçma ve yanlış düşüncelerle kavga etmeyi seçmiş Koçak.
Yazıyı okursanız görebileceğiniz gibi film hakkındaki fikirlerimle, Koçak’ın bana yakıştırdığı düşünceler taban tabana zıtlar. Yazımda “Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle” sunduğum varsayımı tamamen uydurmadır, ezberden konuşan Koçak’ın hayal ürünüdür.
Ama bunlar onun için önemli değil çünkü Koçak, Birgün yazarlarının birini tanımanın hepsini tanımak olduğu konusunda sabit bir fikre sahip. Bu birisi de Enver Aysever’den başkası değil. Koçak’a göre bütün Birgün yazarları birer Enver Aysever’dir, Enver Aysever de Koçak’a göre Birgün’de en çok yazısı çıkan yazardır. Bu sabit fikrin de yanlış olduğunu, bir istatistiğe filan elbette dayanmadığını söylemek gereksiz. Aysever Birgün’de iki dönem yazdı. İlk dönemi gazete yönetimi tarafından sonlandırıldı. Hepimizin tepkisini çeken bir yazı yazmıştı Aysever. Sonra geri döndü ve uzun gezi yazıları başta olmak üzere çeşitli konularda yazdı. Yaklaşık 2 senedir yazmıyor ama Koçak’a göre Birgün’de halâ en çok yazan köşeci odur. Aysever, Birgün’de yazmayı sürdürüyor olsaydı da Koçak’a şunu söylemek isterim: Bizler, Birgün yazarları tornadan çıkmadık, tek tip insanlar değiliz. Ne ben Aysever’i ne de Aysever beni temsil eder. Bu diğer Birgün yazarları için de geçerli. Bunları söylemek bile abes ama insan yazmak zorunda kalıyor.
Şöyle bir cümle dahi kurmuş Koçak: “Üzücü olan, o yaşa kadar hiç zihnimizi ve ahlakımızı zorlamamış, hep BirGün gazetesi yazarları gibi ezberle idare etmiş olmaktır.” Saygısızlığın, kabalığın, önyargının bu kadarına pes doğrusu. Bu net bir biçimde nefret söylemidir. Öyle bir gazete ki Birgün, yazarlarının bir tanesi bile zihnini hiç zorlamıyor, tek bir tanesi bile hayatında hiç ahlaki problemler yaşamıyor, ömrü boyunca bir zamanlar ezberlediği (düşünüp tartışarak vardığı bazı çıkarımlarla değil!) kalıplarla, şemalarla idare ediyor! Bir alt-insan türüyüz biz Birgün yazarları, Koçak’a göre. Düşünmeyiz, ezberleriz! Kesin ve değişmez doğru ve yanlışlarımız vardır ve hayat karşımıza ne çıkarırsa çıkarsın, en ufak bir tereddüt yaşamayız! Sadece yaşlanırız, değişimimiz sadece zamanla ölçülür. Ne faşizan bir düşünce yapısı, ne tepeden bakan ve dışlayıcı
bir üsluptur bu! Koçak üzücü bulmuş halimizi ama gerçekte üzücü durumda olan o. Hoş, onun üzüldüğü filan yok. Benim de ona üzülecek halim yok bu yazdıklarından sonra.
Bütün yazı bir noktada bana geldiği için Koçak’ın benimle Orhan Pamuk arasında bir uçurum olduğunu, benim (yazara göre Ahmet Ümit gibi) Pamuk’u bir casus olarak gördüğümü düşünmek için nedenim var. Nüket Esen “Kara Kitap Üzerine Yazılar” adında bir kitap derlemişti. Kara Kitap’ı okuduğumda, sözü edilen mekanları ve insanların da bazılarını çok iyi tanıdığımı fark etmiş ve fotoğraflamıştım. Benim hayatımın geçtiği mekanlardı buralar çünkü. Esen, Pamuk’un kendisinden talebi üzerine, benim Pamukbank Genç Dergisinde Nisan 1991’de yayımlanan fotoğraflarımı da kitaba dahil etti. Bu kitap önce Can, sonra da İletişim
yayınlarından çıktı ve defalarca basıldı (1992-2017 arasında). Kaderin cilvesi mi diyelim, Orhan Koçak’ın da “Kara Kitap Üzerine Yazılar”da bir makalesi var. Birkaç yıl önce Pamuk’la tanışma fırsatı da buldum. Henüz bu kadar ünlü olmadığı o yıllarda bu fotoğrafları görmekten ne kadar mutlu olduğunu söyledi. Daha sonra Pamuk’la az da olsa bir yazışmamız oldu. Kısacası Koçak yine boş konuşmuş. Ben, söylemeye gerek yok ya, Pamuk’u casus olarak görmüyorum; o da beni muhbir olarak görmüyor.
Orhan Koçak yabancı dil bilmeyen bir “bilinçsiz” olduğumu da düşünüyor olmalı ki asıl tartışmaya girmeden önce “bilinçsiz beşinci kol olmak” falan gibi lafları da araya sıkıştırdığı yabancı dil bilmek üzerine bir paragraf yazmış. Yine yanlış ve saçma varsayımlar…
Kitabın başına dönecek olursak, bana nasıl bağlandığını anlamak zor ama, Koçak, Hintli “milliyetçi” yazarlar üzerine de bir şeyler söylemiş. Hintli yazarların, anadilleri olan “Bengali ya da Marathi lisanında” yazıp, bir de bunların çevrilmesini bekleyecek kadar küstah olmalarını eleştirmiş. Sanırım Salman Rushdie gibi İngilizce yazmalarının gerektiğini söylüyor Koçak. Tagore, eserlerini Bengali dilinde yazmış, bir kısmını kendisi İngilizceye çevirmiş, Nobel ödülü kazanmıştı. W.B. Yeats, ise Tagore’un eserlerini İngilizceye kendisinin çevirmesine çok sinirlenmiş ve Sir William Rothenstein’a yazdığı mektupta (1935) “Allahın belası Tagore… İngilizce bilmeyi, büyük bir şair olmaktan daha mühim sanıyor… Tagore, İngilizce bilmiyor, hiçbir Hintli İngilizce bilmez”, demişti. Koçak da İngilizce bilmeyi, büyük yazar olmaktan daha mühim sanıyor. Anadili Bengali olanların sayısı üç yüz milyon civarında (en çok konuşulan 6. dil), anadili Marathi olanların sayısı ise 90 milyon civarında (en çok konuşulan 19. dil). Koçak’a göre kayda değer bir yazar olmak için yine de bu dillerde yazmaya kalkmamalı kimse. Yoksa Koçak’ın ağzından şunu demiş olur: “Ben bu dilde, Marathi veya Bengali lisanında güzel şeyler yazıyorum, nokta. Artık eşek değiller ya, biri de gelip beni tercüme etsin.” Oysa Koçak’a göre onları bekleyen hazin son Ahmet Ümit gibi “bırakın İngilizceyi, Slovenceye, ya da daha Batıya doğru Portekizceye bile tercüme edilme fırsatı” bulmamaktır. “Portekizceye bile…”! Anadili Portekizce olan 250 milyona yakın kişiyle dünyanın en çok konuşulan 7. dilinden söz ediyor Koçak ve küçümseyici, elitist tonunu koruyor. Elitizm kavramı, aslına bakarsanız bu tutumu açıklamakta çok kibar kalıyor.
Asıl tartışmaya dönecek olursak: Bir insanı muhbirlikle suçlamak onu sosyal anlamda öldürmeye teşebbüs etmektir. Aytekin Yılmaz, İletişim’den çıkan “Yoldaşını Öldürmek” adlı kitabında PKK, DHKP-C ve TİKKO’nun muhbir diye yaftaladıkları yoldaşlarını önce tecrit ettiklerini, sonra da soğukkanlılıkla boğduklarını anlatır. Bu cinayetler baklava yenilerek ve halay çekilerek kutlanır. Fatih Akın’ı casuslukla suçlamak, onu devlete ihbar etmektir. Koçak’ın yaptığı beni muhbirlikle suçlamaktır. Bu “yumuşak katilliktir”. Sosyal anlamda beni tecrit etme ve öldürme girişimidir. Daha azı değil.
Tanıl Bora ve Akif Kurtuluş bu yazıda anılmak istemezlerdi diye düşünüyorum. Kendilerine selam ve sevgilerimi iletiyorum.
Koçak, internetteki yazısında Celal hocaya selam etmiş. Aynı kişiden mi söz ediyoruz bilemem ama Sakallı Celal’in şu sözlerinin tam yeri: “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” ve de “Bu ülkede ilgililer bilgisiz,
bilgililer de ilgisizdir.”
*Orhan Koçak’ın yazısı: http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8475/milli-anlar-i#.XQ5Fy-gzbIU Buradaki yazıyla, “Polemikler”
arasında bazı ufak farklar var.
** Özgür Mumcu’nun yazısı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ozgur-mumcu/bomba-1034920/
*** Duvara Karşı’ya dair Filiz Çiçek’le Açık Radyo’da yaptığım söyleşi:
https://player.fm/series/erguvani-istimbot/erguvani-stimbot-7-temmuz-2014
**** Kesik hakkındaki yazım: https://www.birgun.net/haber-detay/sesime-gel-silahlara-veda-79183.html