Hırsız

TARİH:  10 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Aynadaki ‘öteki’ne dair 

Anthony Minghella’nın yeni eseri ‘Hırsız’, Juliette Binoche ve Jude Law’u bir araya getiren, ancak yine şematik ve yüzeysel olmaktan kaçamayan bir film 

Orijinal Adı: Breaking and Entering Yönetmen: Anthony Minghella Oyuncular: Jude Law, Juliette Binoche, Robin Wright Penn Türü: Suç – Dram – Romantik Ülke: İngiltere, ABD 

Anthony Minghella’yı yönettiği ‘İngiliz Hasta’, ‘Yetenekli Bay Ripley’ ve “Soğuk Dağ’ gibi filmlerinden tanıyoruz. Bunların hepsi bir romandan uyarlanmış, büyük bütçeli filmlerdi. 

‘Hırsız’ ise. Minghella’nun seyretmediğimiz ilk filmi “Truly Madly Deeply’ gibi yönetmenin özgün bir senaryosundan filme aktarılmış. Dolayısıyla yönetmenin kişisel kaygılarını daha fazla yansıtan bir film olduğunu düşünebiliriz. Ki Minghella’nın da ‘Hırsız’ın kahramanı Will (Jude Law) gibi, Londra’nın yoksul mahallelerinden birinde oturma deneyimi varmış. 

Film, başarılı mimar Will’in Londra’nın mutena olmayan semtlerinden King’s Cross’da ofis açmasının yol açtığı sorunlar ve “çarpışma’larla ilgili. 

Geçtiğimiz yılın ‘Oscar’lı filmi ‘Çarpışma’ya gönderme yapmamızın nedeni, bu filmde de farklı ırklar, sınıflar ve kültürlerden gelen insanların karşılaşmalarının konu edinilmesi. Will evli olmamasına karşın, evlilikten pek de farklı olmayan bir ilişki içindedir. İsveç kökenli sevgilisi Liv (Robin Wright Penn) ve Liv’in otizme yakın sorunlar yaşayan kızıyla Will’in ilişkisinde soğuk rüzgârlar esmektedir. Will’in yeni ofisi daha açıldığı günün gecesinde soyulur. 

Will paranın gücüyle yoksul semti kendi arzusu doğrultusunda değiştirirken, semtin yoksulu da yeni geleni kendi bildiği ve becerebildiği yöntemle karşılar. Kim kimin hanesine tecavüz etmiş diye sorulabilir. Will, hırsız yakalama işini polise bırakmaz ve araştırmalar sırasında, ‘öteki’lerle tanışır. 

Aşağıdakiler yukarıya yamanıyor 

Rus bir fahişeyle arkadaşlık kurar ve sonunda hırsızın annesi Amira’yla (Juliette Binoche) da tanışır. Amira Boşnak’tır ve savaştan kaçıp oğluyla Londra’ya yerleşmiştir. Yönetmen, film izleyicisinin ve Will’in aşağı tabakadakilerle ilişki kurabilmesi için onları yüksek kültürle ilişkilendirir. Amira Bach çalar, oğlu mimarlıkla ilgilenir, Rus fahişe PJ Harvey dinler ve Will’in ofisindeki zenci temizlikçi kız Kafka’dan söz eder. Sınıfsal ve kültürel farklar arasında bir köprü kurulmaz, aşağıdakiler yukarıdakilere yamanır. 

Ama Hırsız’ın çok da rastlanmayan daha radikal sözler ettiği de bir gerçek. Filmin genç Boşnak-Sırp hırsızı, kendisine hırsızlığın kötülüğü konusunda ders veren polis memuruna, annesini örnek göstererek üretenin ürününe sahip olamadığını hatırlatması, liberalliği de aşan radikal bir içeriğe sahip. Ama ne bu sözler ne de hukukun eşitsizliği üzerine söylenenler işlenmez, arada geçerken değinilir, o kadar. 

Ne Will’in Amira’yla, ne de ofisin diğer ortağı Sandy’nin temizlikçi kızla ilişkisi inandırıcı değil. 

Sonuç olarak ‘Hırsız’ liberal bir anlayışlılık ve hoşgörü önerirken, şematik ve yüzeysel kalan bir film. Minghella, ötekinin acısına çare bulmaktan çok liberalin (kendisinin?) vicdan azabına merhem bulmaya çalışıyor. 

Hannibal Doğuyor

TARİH:  10 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Kız kardeşin sessizliği 

Orijinal Adı: Hannibal Rising Yönetmen: Peter Webber Oyuncular: Gaspard Ulliel, Rhys Ifans, Li Gong Türü: Gerilim -Dram Ülke: Fransa, İngiltere, ABD 

Kuzuların Sessizliği ve devam filmlerinin kahramanı Hannibal’ın nasıl olup da bir canavara dönüştüüğ dizinin son filmi ‘Hannibal Doğuyor’un konusunu oluşturuyor. Hannibal anımsanacağı üzere insan etine düşkünlüğü olan bir seri katil. Tek özelliği bu değil, aynı zamanda süper zeki, yetenekli ve kültürlü. 

Bir tür üst-insan. Oysa o da sevimli bir çocukmuş, ta ki Naziler ülkesi Litvanya’yı bombalayana ve Litvanyalı SS olma heveslisi haydutlar kız kardeşini yiyene kadar. Litvanya, Sovyet ordusunca Nazilerden kurtarılınca da Hannibal’ın çilesi bitmez. Yetimhane hiyerarşisine uymaz, okulun kabadayılarına boyun eğmez. Okul yönetimi, o kabadayıları değil Hannibal’ı azarlar. Genç Hannibal, okuldan ve ülkesinden kaçar ve yürüyerek Litvanya’dan Fransa’ya gelir. Nasıl mı? Hannibal bu, yapar. 

Hiroşima’dan, Hannibal’a 

Fransa’da amcasının Japon eşi Murasaki’yi (Çinli oyuncu Gong Li) bulur. Murasaki de Hiroşima’da her şeyini kaybetmiştir, kılıçları, zırhları ve dinsel ritüel eşyalarının tümü dışında. Bu noktada Hiroşima’ya atılan bombanın, Hiroşima’ya düşen bomba diye atan özneden arındırılması bir rastlantı mı acaba diye sormak da gerekir. 

Murasaki, uzak dövüş sanatlarını Hannibal’a öğretir. İntikam saati gelmiştir Hannibal için. Bir yıldız böyle doğar. Gong Li, her fırsatta seksi sabahlığı içinde arzı endam eder. ‘Hannibal Doğuyor’ bir yamyamın geçmişini açıklamaya çalışırken, onu bir yandan yüceltmeyi bir yandan da sıkıcılaştırmayı başarıyor. 

Duvak

TARİH:  17 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

İngiliz (yine) hasta 

Orijinal Adı: The Painted Veil Yönetmen: John Curran Oyuncular: Naomi Watts, Edward Norton, Catherine An Türü: Romantik – Dram Ülke: Çin – ABD 

Kusurları olsa da, sırf Walter’la Kitty’nin nihayet seviştikleri sahnenin dokunaklılığı için 

bile seyretmeye değer bir film ‘Duvak’ 

Batılıların üçüncü dünyada yaşadıkları maceraları izlerken hep o maceralara fon oluşan çevre ve insanların nasıl tasvir edildikleri sorusu da gündeme geliyor. 

1920’lerde, milliyetçi ayaklanmaların yaşandığı Çin’de geçen ‘Duvak’ İngiliz bir evli çiftin hikâyesini anlatırken, bu anlamda nasıl bir performans sergiliyor? Doğrusu Çinliler figüranlığı pek aşamıyorlar ve hiçbiri bir karakter olarak iz bırakacak kadar ayrıntılı anlatılmıyor. 

İngilizlerin rolünün emperyalist ve acımasız niteliğine değin birkaç diyalog geçiyor fakat. Derdi sadece kolerayla mücadele etmek olan Walter Edward Norton) bir mikrobiyolog ve kendi sözleriyle Çin’e silahıyla değil mikroskobuyla gitmiş bir bilim adamı. 

İyi anlatılmış bir aşk öyküsü 
Köye temiz su getirmek için, bir ark sistemi oluşturmak peki bir Çinlinin aklına gelemeyecek kadar karmaşık bir işlem mi? Akla ‘Cennetin Krallığı’nda Orlando Bloom’un canlandırdığı karakterin kuyu açtırması geliyor. Yine yerel halkın da pekala bilebileceği bir iş, bir Batılıya havale edilmişti o filmde de. 

Bu kaygıları bir kenara bırakacak olursak acıklı ve bir yere kadar çok iyi anlatılmış bir aşk öyküsü var karşımızda. Ama diyelim, filmin ikinci yarısından itibaren gelişmelerin ne yönde seyredeceği fazlasıyla belli oluyor ve film sarkmaya başlıyor. 

Ahlakçı ve muhafazakâr değil 

Kitty (Naomi Watts) annesinin evlendirme çabaları karşısında direncini yitirip karşısına çıkan ilk teklifi kabul ediyor ve Dr. Walter Fane’le evleniyor. 

Çift Çin’e gidiyor evlenir evlenmez. Sıkıcı ve tutuk Walter’ı pek umursamıyor Kitty ve Çin’deki İngiliz diplomatlardan biriyle derhal bir ilişki yaşamaya başlıyor. Ama Walter aldatıldığını öğreniyor ve kendi yöntemiyle Kitty’yi cezalandırıyor. 

Filmin ahlakçı ve muhafazakar bir mesajı olduğunu düşünen meslektaşlarımla galiba aynı fikirde değilim. Walter’ın Kitty’ye katı muamelesini film Kitty’ye yapmıyor. Kitty’nin değişiminde kilit rolü, başkalarının hayatını keşfetmesi sağlıyor. O zaman, kendisinin bilincine varıyor ve kocasıyla iletişim kurabiliyor. Dersini Walter’dan çok, Çinli halkın yaşadığı sefaletten alıyor ve kendisine sosyal bir amaç edindikçe değişiyor. 

Edward Norton, Naomi Watts ve Waddington rolünde Toby Jones çok iyiler. 

Kusurları olsa da, sırf Walter’la Kitty’nin nihayet seviştikleri sahnenin dokunaklılığı için bile seyretmeye değer bir film Duvak. 

Koku: Bir Katilin Hikayesi

TARİH:  17 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Metafor yağmuru 

Orijinal Adı: Perfume: The Story of a Murderer Yönetmen: Tom Tykwer Oyuncular: Ben Whishaw, Dustin Hoffman, Alan Rickman Türü: Suç · Dram Ülke: Almanya, Fransa, İspanya 

Koku bir meteor yağmuru izlemek kadar keyifli değil; bu filmi izleme deneyimi daha çok bir metafor sağanağına tutulmuşluk hissi veriyor. Sorun da burada, ne neyin metaforu, bütün bu hikâye ne anlatıyor, filmin derdi ne gibi sorulara belki sizin cevaplarınız olacaktır ama ben kendimi tatmin edici cevaplar bulamadım. 

Arka arkaya iki seri katilin hikâyesi gösterime girdi. İkisinin de ortak bir noktası var. Katiller en temel iki duyunun tutkunuydu: Hannibal Lecter ‘tat’ın, ‘Koku’nun kahramanı ise filmin adından belli zaten, ‘koku’nun; daha özelde insan tadı ve kokusunun. Kapitalizm bireyi tüketiciye indirgerken, bu kahramanlar insanı tüketimin nesnesine dönüştürerek belki de madalyonun öbür yüzünü gösteriyorlar bize. Ya da en temel hayvani korkularımıza sesleniyorlar. 

Bu filmde insan kokusu yok’ 
‘Koku’nun kahramanı Jean-Baptiste Grenouille (Ben Whishaw) 17. yüzyılda Fransa’da kelimenin tam anlamıyla pisliğin içine doğuyor. Onu terk eden annesi, sonradan terk edecek olan diğerleri gibi, derhal ölüyor. Neden? Kendinizi düşünmeye zorlarsanız bir cevap bulursunuz ama mesele de tam burada, film bu düşünme, anlama çabasını uyarıyor mu? Bence hayır. 

Jean-Baptiste’in iki özelliği var. Birincisi kendi kokusu yok, ikincisi olağanüstü bir koku alma ve belleğine nakşetme yeteneği var. Kokuyu ruh olarak da okuyabilirsiniz. Kahramanımız, kendi ruhu olmayan ama şeylerin ve insanların özünü ruhunu okuyabilen biri. Başlangıçta seçici olmayan bir koku koleksiyoncusuyken (‘Wyler’in Korkunç Koleksiyoncusu’ da akla geliyor), okuduğuna sahip olma sorunuyla karşı karşıya kalıyor güzel bir kızla karşılaşınca. 

İstemeden kızı öldürmesi ve onun kokusunu muhafaza edememesi üzerine bir parfümcünün (Dustin Hoffman) yanında mesleğin sırlarını öğrenme çabasına giriyor. Parfümcünün anlattığı, eski Mısır’da bulunan ve insanları büyüleyen ama içeriğindeki 13. öz anlaşılamayan bir kokuya dair hikâyeden etkileniyor. 

Jean-Baptiste ustasından aldığı bonservisle parfüm üretiminin merkezi Grasse’a gidip kadın kokuları koleksiyonunu oluşturmaya başlıyor. Jean-Baptiste bir tür sanatçı mı, temsil ettiği bu mu? Yoksa, insanların üzerinde müthiş bir büyüleyici gücü olan bir tür politik diktatörü mü temsil ediyor? Ürettiği kokunun kitleler üzerindeki aşka getirici ya da iştah kabartıcı etkisi neyi temsil ediyor? Cevap üretilebilir elbette… 

Evet, film büyük şeylerden söz ediyor ama seyircisine ele aldığı kahramanını anlamak istemesi için bir motivasyon veremiyor. Onun sevememesi ya da gerçek anlamda sevilemeyeceğini düşünmesi oldukça acıklı bir durum ama bunu hissedemiyoruz. Dolayısıyla da film işaret ettikleriyle kalıyor. Sorun galiba şurada: Bu filmde insan kokusu yok! 

Polis

TARİH:  17 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Stile meyyalim, bilmem neden 

Yönetmen: Onur Ünlü Oyuncular: Haluk Bilginer, Özgü Namal, Ragıp Savaş Türü: Polisiye – Dram Ülke: Türkiye 

‘Polis’ iddialı bir film. Seyircisini şaşırtmak, gerçekçiliğin ötesine geçmek, klasik hikâye anlatımını kırmak gibi iddiaları var. Fakat stil o kadar ön planda ki filmin ne anlattığı da, ne derdi olduğu da fazlasıyla geride kalmış. Öleceğini bilen yaşlı bir komiserin hayatını izliyoruz. 

Çok genç bir kıza aşık. Bir yandan da bir çetenin gazabını ailesinin üzerine çekmiş. Ayrıca dindar ve cuma namazlarını kaçırmıyor. Haluk Bilginer’e rağmen komiser Musa Rami bir iz bırakıyor mu? Hayır. 

Stile boğulmuş demek ‘Polis’ için uygun olacak galiba. Başlığı merak edecek olursanız filmde geçen “Şiddete meyyalim vallahi dertten” repliğinden mülhem. 

Sis ve Gece

TARİH:  24 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Kendi karanlığında kaybolanlar 

Bir aşk hikâyesi olarak tatmin edici değil ama ilgiyi sonuna kadar ayakta tutan, seyretmeye pişman olmayacağınız bir film ‘Sis ve Gece’ 

Yönetmen: Turgut Yasalar Oyuncular: Uğur Polat, Selma Ergeç, Ayten Uncuoğlu Türü: Polisiye-Dram Ülke: Türkiye 

Sis ve Gece’nin kahramanı (Uğur Polat) bir mit elemanı teşkilatta pasif göreve alınmış ve idealize ettiği eski amiri Yıldırım da muhtemelen yine aynı teşkilat tarafından sürülmüştür. Sedat’ın asıl derdi bunlar değildir ama. Evli ve çocuklu biri olan Sedar’ın gizli aşkı Mine (Selma Ergeç) ortadan kaybolmuştur. Sedat’ın asıl derdi Mine’yi bulmaktır. Mine kaybolmadan önce Sedat’ı başka bir erkek uğruna terk etmiştir. 

Sedat’ın Mine’yi arayışının yanı sıra bir çok yan tema da filmin gündemine girer. 

İstihbarat teşkilatıyla, diğer güvenlik kurumları arasındaki rekabet, solcu örgüt elemanlarının yargısız infazı, azınlıkların üzerindeki baskılar bu temalardan bazılarıdır. Ama asıl mesele hem Yıldırım’ın katillerini bulamamanın, hem karısını aldatmanın, hem bir operasyon sırasında birini sırtından vurmanın, hem de sevgilisi Mine’ye duyduğu öfkenin verdiği suçluluk duygularıyla cebelleşen Sedat’ın arayışı.

Sedat biraz da sanki kendi ruhundaki karanlığı aydınlatmaya çalışıyor. Filmin en dokunaklı kahramanı ise Sedat’ın her şeyin farkında olan ama sesini çıkarmayan karısı Melike. Ne yazık ki bu karakter hak ettiği ilgiyi görmüyor. 

“Sis ve Gece bir aşk hikâyesi olarak tatmin edici değil ama ilgiyi ayakta tutuyor sonuna kadar. Batan sahneleri yok değil. Mesela Rum ailenin eski İstanbullu olarak resmi fazla klişe. Keza kimi diyaloglar pek inandırıcı bir şekilde sahnelenememiş. Ama yıllar sonra İlyas Salman’ı çok başarılı bir performansla perdede yeniden görmek gibi ödülleri de var filmin seyircisine sunduğu. Sonuç olarak seyretmeye pişman olmayacağınız bir film ‘Sis ve Gece’. 

Rüya Kızlar

TARİH:  24 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Rüya mı kâbus mu? 

Orijinal Adı: Dreamgirls Yönetmen: Bill Condon Oyuncular: Jamie Foxx, Beyonce Knowles, Eddie Murphy Türü: Müzikal – Dram Ülke: ABD 

Rüya Kızlar Oscar’a birçok dalda aday  oldu ama en iyi film dalında olamadı. Bu da haksızlık diye nitelendirildi. Birkaç yıl önce çok daha tatsız bir müzikal olan, Chicago’nun en iyi film Oscar’ını aldığı 6 düşünülürse bu eleştiri haklı gibi gözükebilir. Ama bütün şaşaasına rağmen ‘Rüya Kızlar’ hiç de akılda kalıcı bir film değil.

Ne biri hariç şarkılarında ne de anlattığı karakterler ya da onların ilişkilerinde bir derinlik var. Bir tek Effie rolündeki Jenifer Hudson sesi ve oyunculuğuyla sivriliyor o kadar. Filmin hikayesi Supremes grubunun ve Motown plak sirketinin hikâyesini temel alıyor. 

Motown’ın yükselişi Amerika’daki Siyah haklarının da yükselişiyle paralel gidiyor. Dolayısıyla Amerikan tarihi de bir miktar gündeme geliyor. Ama bütün her şey sıkıştırılmış bir formatta perdeye yansıdığı için, bir müzede gezmek gibi bir izlenim doğuyor. O müze gerçeği ne kadar yansıtıyor o da şüpheli. 

Mesela ‘Hound Dog’ şarkısını bir siyahın yazdığı izlenimine kapılabilirsiniz filmi izleyince ama aslında şarkının bestecileri Leiber ve Stoller ikilisi Yahudi asıllı Beyaz Amerikalılar. 

Dramatik etkiyi güçlendirmek uğruna aradaki gri bölgeler es geçilmiş, Siyah-Beyaz ayrımı iyice ayrıştırılmış. Ya da Eddie Murphy’nin canlandırdığı James Early karakteri sanki bütün Siyah Amerikalı şarkıcılar bir ve aynı bünyede toplanabilirmiş gibi hem James Brown, hem Little Richard, hem Sam Cooke ve hem Marvin Gaye olabilmiş zaman içinde. Motown sound’ı, nasıl giderek poplaştıysa ve tadını yitirdiyse aynı şey filmin de başına geliyor. 

Iwo Jima’dan Mektuplar

TARİH:  24 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Kahraman düşmanım 

Orijinal Adı: Letters from Iwo Jima Yönetmen: Clint Eastwood Oyuncular: Ken Watanabe, Ka zunari Ninomiya, Ryo Kase Türü: Savaş-Dram Ülke: ABD 

Clint Eastwood düşmanın gözünden bir film çekerek takdir edilecek bir iş yapmış. Düşünsenize, mesela Kıbrıs Savaşı’nı Rumların gözünden anlatan bir  Türk filminin çekilmesinin ne kadar mümkün olabileceğini… Zor, çok zor. Üstelik Eastwood, ‘Atalarımızın Bayrakları’nda Amerikan tarafını anlatırken, kendi ülkesini daha çok eleştirmiş, askerlerin nasıl sömürüldüklerini ve işleri bitince bir tarafa atıldıklarını göstermişti. 

Söz konusu filmin, bir anlamda tamamlayıcısı durumundaki ‘Iwo Jima’dan Mektuplar’da ise Japon anakarasına çok kısa süreler dışında ayak basmıyoruz. Hemen her şey Iwo Jima adlı küçük ama stratejik açıdan önemli adada gerçekleşiyor. II. Dünya Savaşı sırasında ABD ve Japonya arasındaki en önemli savaşlardan biri burada geçiyor. 100.000 Amerikan askerine karşın 22.000 kadar Japon askeri bu adada savaşıyor. Amerika’nın hava ve denizden saldırı gücüne karşın Japonlar bunlardan yoksunlar. Sonuçta Japonlardan sadece 1000 kişi kadar bu savaştan sağ çıkıyor, ölen Amerikan askeri sayısı ise 7000 civarında. Amerika’nın yüzyıldır girdiği savaşlarda bu orantısız rakamlarla hep karşılaştık. 

Japonların savaşı kaybedecekleri aslında baştan belli. Adanın komutanı Kuribayashi (Ken Watanabe), Amerika’da bulunmuş, düşmanının endüstriyel gücünün ve kendi ülkesinin zaaflarının farkında biri. Onurlu ve güvenilir bir adam olarak çiziliyor film boyunca. Filmin bir diğer kahramanı da pasifist fırıncı Saigo (Kazunari Ninomiya). Bu ikisinin yazdığı mektuplar yıllar sonra savaş alanında araştırma yapan bir ekip tarafından bulunuyor ve filmin altyapısını oluşturuyor. 

Eastwood, teslim olan Japonları öldüren Amerikalı askerleri bile gösterecek kadar cesur adımlar atıyor. Film savaşın acımasızlığı ve saçmalığını gösterse de, filmden arta kalan duygu daha çok bir Japon kahramanlık destanı izlemişlik oluyor (en azından bende böyle oldu). Bunun temel nedeni de, düşman kavramını ters yüz etmek isteyen, ötekini anlamaya çalışan yönetmenin Japon tarafını fazlasıyla sempatik göstermesi. Asil bir çaba Eastwood’unki ve şapka çıkarıyoruz. Ama Japon faşizmini, militarizmini de keşke daha fazla eleştirebilseydi. Bu görevin asıl sahibi Japonlar tabii ki. 

İskoçya’nın Son Kralı

TARİH:  24 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Gittim, eğlendim, kaçtım 

Orijinal Adı: The Last King of Scotland Yönetmen: Kevin Macdonald Oyuncular: Forest Whitaker, James McAvoy, Kerry Washington Türü: Gerilim – Dram – Tarihi Ülke: İngiltere 

1971-79 arasında Uganda’yı yöneten İdi Amin Dada’nın kendisine verdiği unvanlardan birisi de ‘İskoçya Kralı’ymış. Uganda; Britanya emperyalizminin Afrika’da kurduğu ülkelerden biri. 

1962’de bağımsızlığını kazanmış olsa da bu bağımsızlık çok büyük anlamlar taşımıyor. Sonuçta Britanya Krallığı’nın sözü geçiyor ve iktidarda kimin olacağını büyük ölçüde onlar belirliyor. 

İdi Amin de İngiliz ordusunda görev almış bir Ugandalı. Filmde, İngilizlere hizmet ederken kendi ağzından nasıl ayak işlerine koşturulduğunu anlatıyor. Sonra bu yetim çocuğun, Obote’yi devirip iktidara geçmesinde de İngilizler rol oynuyor. 

Ama İdi Amin kendisine biçilen rolün dışına taşıyor. Kendi halkı için acımasız bir diktatöre dönüşürken, kendisini tanımlarken her nedense ‘international community’ yani uluslararası cemaat tanımını kullanan Batı’nın çıkarlarını da dikkate almamaya başlıyor. 

Amin mesela, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü destekliyor (tabii ki uluslar arası cemaatin bir parçası değil Filistin’in temsilcileri). Uganda tarihini doğru dürüst bilmeden ahkâm kesmek istemem ama öyle gözüküyor ki Amin’in canavarlıklarından çok, bu yönü Batı’nın canını sıkıyor. 

Film bize bildik bir kalıp içinde anlatılıyor. Batılı maceraperest, 3. dünya ülkesine gider, iyi vakit geçirir, derken işler sarpa sarar ve kapağı nasıl uygarlığa yani Batı’ya atacağını kara kara düşünmeye başlar. Bizim derdimiz de o Batılı maceracının kurtuluşuyla sınırlı kalır. Bu çoğu zaman ırkçı kalıbı biz en çok ‘Midnight Express’ filminden biliriz. 

Taze doktor Garrigan, baba ocağında sıkılınca dünya üzerinde gözü kapalı bir yere parmak basar. İlk çıkan seçenek olan Kanada’yı beğenmez ve ikinci seçenek olan Uganda’da karar kılar. Garrigan Uganda hakkında ne bir şey bilir ne de merak eder. 

Ama tesadüfler sonucunda idi Amin’le tanışır ve çocuksu sevimliliğiyle onun şahsi doktoru ve giderek danışmanı olur. Sonrası yukarıda anlattığım gibi. İdi Amin rolünde Forest Whitaker bir eleştirmenin dediği gibi Ayı Yogi tarzında bir kompozisyon çiziyor ama yine de Oscar’ı alacağına kesin gözüyle bakılıyor. 

Kraliçe

TARİH:  24 Şubat 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Benim güzel kraliçem 

Kraliçe Orijinal Adı: The Queen Yönetmen: Stephen Frears Oyuncular: Helen Mirren Michael Sheen James Cromwell Türü: Biyografik – Dram Ülke: İngiltere, Almanya, Fransa 

KRALİÇE Blair’in seçim zaferiyle başlıyor ve Diana’nın ölümüyle yolunu çiziyor. Siyasal sistemi modernleştirme iddiasıyla iktidara gelen Blair sonuçta Kraliçe Elizabeth’in simgelediği monarşiyi kurtarma misyonuna soyunuyor. Oscar’ı alacağı neredeyse kesin olan Helen Mirren gerçekten çok başarılı bir performans sergiliyor. Hem halkın hem de Blair’in kraliyetin temsil ettiği güç karşısında nasıl yanar döner tavırlar sergilediği, monarşinin nasıl kalpsiz olabildiği bir televizyon filmi havası içinde akıcı bir şekilde anlatılıyor. Ama filmin senaristi Peter Morgan’ın da dediği gibi film anlattığı kişilerin hepsine sempatik ve sıcak bir şekilde” bakıyor. Çok kanlı bir tarihi olan Britanya’nın hükümdarları da sonuçta insan, buna itiraz edecek halimiz yok. Ama buna ihtiyacımız da yok. 

© 2020 -CuneytCebenoyan.com