Tarih: Mart 1999
Gazete/Dergi: Roll

İstanbul Film Festivali yaklaşırken, o maraton idmansız çekilmez dedik. Roll sayfalarında düz koşulara başladık… “Festival marazlısı” arkadaşımız Cüneyt Cebenoyan’ın uluslararası sulara açılmasının ikinci belgesi; Selanik Festivali’nden sonra, şimdi de Berlin Film Festivali… Bakalım o taraflarda neler oynamış, şimdiden bir kenara yazalım, havayı teneffüs edelim, bizim festivale merak biriktirelim.

Festivalden maraz doğar

Ablam maraz günleri derdi Sinema Günleri (yeni adıyla İstanbul Film Festivali) için. Film festivallerini izlemek hakikaten marazi bir durumdur. Sağlıklı bir insanın en fazla üç günde bir film izlemesi lazım ki, seyrettiğini iyice sindirebilsin, üzerine düşünsün, tartışsın; o filmi seyrettiği için hayatı değişecekse değişebilsin. Bu fırsatı kendisine ve filme tanıyabilsin. Ama gelin görün ki, film festivali marazlıları için festival sırasında üç günde bir film seyretmek hayatı ıskalamakla eş anlamlıdır. Normal öğün günde üç film civarındadır. Günlerce gün yüzü görmemekten çipil çipil olmuş gözlerle o sinemadan bu sinemaya koştururken kaçırdığı filmlere hayıflanır tipik bir festival marazlısı. Yeni bir filmi seyredebilmek için eskisini aklından çıkarması gerekir. Fırsat bulunca yeniden düşünebilir ama bu fırsat da kolay kolay çıkmaz. Ablam bu maraziliğin tipik bir parçası olmama rağmen beni eleştirilerinden muaf tutardı. Oysa ben şimdi işi ilerlettim. Yalnızca İstanbul Festivali’yle yetinmiyorum artık, milli de oldum. Önce Selanik derken, şimdi üç büyüklerden biriyle (diğerleri Cannes ve Venedik) ilk derbime çıkıyorum. İşte Berlin:

Zarife Öztürk Radikal’de yazmıştı. Berlin Film FestivaIi’ni çözemediğini, nerede ne zaman neyin oynadığını anlayamadığı için bir süre sonra pes ettiğini ve festivali izlemekten vazgeçtiğini anlatmıştı. 11 Şubat sabahı basın bürosuna uğradığımda ben de aynı duyguyu yaşadım. Elime festival kimliğimi tutuşturdular, o kadar. Program bile vermediler. Bir de çok ihtiyaçları varmış gibi 50 DM aldılar. Yahu kardeşim, hangi sinemada ne oynuyor, o sinemalara ben nasıl giderim, bir yardımcı olun be! Selanikli komşularımız öyle miydi ama? Her türlü bilgi ve belgeyi dertop edip elime tutuşturmuşlardı. Burada da bilgi-belge, matbuat gani, inanılmaz bir kağıt tüketimi söz konusu ama her şeyi istemek ya da arayıp bulmak gerekiyor. Neyse ki tecrübeli arkadaşlar vardı ve zamanla duruma alıştım. Gelelim filmlere:

Çok insani bir duygu
Festivalin birincisi “İnce Kırmızı Hat” (The Thin Red Line) çoktan gösterime girdi ve üzerine çok şey de söylendi. Evet, çok uzundu, bir öykü anlatmıyordu ve belki de bütün o şiirselliğin ve felsefiliğin altında çok derin bir şey de yoktu. Ama bende filmden kalan çok insani bir duygu oldu. Bu kadar çok erkek kahramanı bu kadar aşkla anlatan bir film daha seyrettiğimi hatırlamıyorum. Filmin bir yerinde Elias Koteas’ın canlandırdığı subay, emrindeki erlere gerçekten inanarak “hepiniz benim oğullarımsınız” diyordu. Malick’te de böyle bir insancıllık var. Bir baba oğullarına nasıl sahip çıkarsa, öyle sahip çıkmış filminin kahramanlarına. Bunun az şey olmadığını, ve filmin bir ödülü hak ettiğini düşünüyorum. Ama yarışma filmleri içinde benim en sevdiğim film “Cookie’nin Hazinesi” (Cookie’s Fortune) oldu. Yaşlı usta Robert Altman “Kaybetme Zamanı”yla (Gingerbread Man) beni büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama şansa birkaç hafta içinde kendisine güven tazeleme fırsatını buldum. “Cookie…”, “Sosyeteden İnsan Manzaraları” (Short Cuts) aynı dokuda bir film. Altman son derece yumuşak bir yaklaşımla Amerika’nın güneyini, Mississippi dolaylarından küçük kent hayatını anlatıyor. Ama David Lynch’in küçük kenti ne kadar tekinsiz bir yerse, Altman’ınki de o kadar kendi halinde, basit bir yer. Kötülük, yalan, para hırsı, yobazlık var tabii… Altman bunlarla dalgasını geçerken bir yandan da küçük kentin, güneyin sıcaklığını çok keyifli bir üslupla anlatıyor. Es geçilmeyecek bir özelliği de oyuncuları filmin. Glenn Close ve Julianne Moore çok başarılı, ama daha da önemlisi Liv Tyler: Bu ne güzel bir yüzdür ya Rabbim! Bu filmin hiçbir ödüle layık görülmemesi üzücü.

Konuşulması zor konular
Berlin Film Festivali tarihinde Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ından (1964) bu yana en büyük başarıyı bize Yeşim Ustaoğlu bu yıl kazandırdı. (Festival kataloğunda Metin Erksan’ın adı Ismael Metin diye geçiyor. Böyle gariplikler ancak Türkiye’nin başına gelir.) “Güneşe Yolculuk” hem Barış Ödülü’nü hem de Avrupa Film ve Televizyon Akademisi’nin Mavi Melek adlı ödülünü kazandı. “Güneşe Yolculuk” gerçekten iyi ve cesur bir film. Gözaltında kaybolanlar, yakılan köyler gibi Türkiye’de konuşulması zor konuları gündeme getiriyor. Ama bunun ötesinde çok iyi oyunculuk, çok iyi diyaloglar ve iyi görüntüleri filmi iyi film yapıyor. Fakat bu iyiliğin filmin tümüne yayılmadığını düşünüyorum. Filmin ikinci yarısı diyebileceğimiz bir bölümü güneydoğuya yapılan bir yolcuktan oluşuyor. Bu noktadan sonra filmin kahramanı yalnızlaşıyor ve ortada ilişki kalmayınca “memleketimden insan manzaraları” başlığı altında toplayabileceğimiz “Yol”dan “At”a birçok Türk filminin ortak özelliği olan kültürel turizm görüntüleri filmin eksenini oluşturuyor. Bu fazlalığı dışında “Güneşe Yolculuk” çok iyi bir film.

İlk günlerdeki oryantasyon sorunumuzdan kaçırdığımız bir başka ödüllü Türk yönetmen filmi ise Thomas Arslan’ın “Dealer”ıydı. “Dealer” Forum bölümünün jüri ödülünü aldı. Arslan’ın bu üçüncü filmiymiş. Umarız birileri bu filmleri Türkiye’ye getirir. Yankı yapan diğer bir Türk filmi de “Lola ve Bilidikid”di. Kutluğ Ataman “Karanlık Sular”daki üslupçuluğunu bir kenara bırakmış, Berlin’deki Türk eşcinsel ve travestilerin günlük hayatını konu edinen, içeriğinin “queer”liğine karşın anlatım olarak görece “straight” bir film yapmış. Yaşlı Alman oyuncu Inge Keller’in büyük bir oyunculuk sergilediği filmin ardından yapılan basın toplantısında Türkiye’de eşcinselliğin olduğundan çok daha büyük bir tabu zannedildiğini müşahade ettik. Bu, Türkiye’yi olduğundan daha vahşi bir ülke belleme alışkanlığı Avrupalının ruhuna işlemiş, onun için kafayı takmamak en iyisi. Yine de keşke dedim kendi kendime, Kutluğ Ataman bu salaklara Zeki Müren gibi bir travestinin, Bülent Ersoy gibi bir transseksüelin dönemlerinin en büyük yıldızları olduklarını, böyle bir durumun muhtemelen başka bir ülkede yaşanmadığını anlatsaydı. “Lola ve Bilidikid” Panorama bölümünün açılış filmiydi, ki bu da bir nevi ödül sayılıyor. Yeri gelmişken, festivalin üç resmi ana bölümü var: Yarışma, Panorama ve çocuk filmleri. Bu bölümler içinde bir de kısa film yarışması var. Ama yalnızca bunlar değil. Forum diye oldukça büyük bir başka bölüm ve retrospektifler de var.

Gerçekle oyun arasında
Gümüş Ayı’yı yani ikinciliği “Milfune’nin Son Şarkısı”yla Soren Kragh-Jacobsen aldı. Jacobsen; Lars von Trier’in öncülüğünü ettiği Dogma 95 grubunun bir üyesi. Bu grubun bir bağlılık yemini var. 10 maddeden oluşuyor bu yemin. Kamera elde tutulacak, stüdyoda çekim yapılmayacak, doğal ışık, doğal ses ve renkli film kullanılacak, filtre kullanılmayacak, cinayet sahneleri ve silah olmayacak, film şimdi ve burada geçecek, janr filmleri yapılmayacak, filmin formatı 35 mm olacak ve yönetmenin adı jenerikte geçmeyecek. Bu grup şu ana kadar üç film yaptı. Von Trier’in “Geri Zekalılar”ı, Thomas Vinterberg’in “Kutlama”sı ve şimdi de “Mifune”. “Kutlama” festival dışı normal gösterimdeydi. Almanca dublajlı olarak izleyebildim (Almanya’da bütün filmler dublajlı oynuyor) Von Trier’in “Dalgaları Aşmak”ına üslup olarak benzeyen bir aile içi hesaplaşma öyküsüydü ve oldukça etkileyiciydi. “Mifune” başka bahara kaldı. En iyi yönetmen ödülü “Hi-Lo Country”yle Stephen Frears’e gitti. Garip bir filmdi “Hi-Lo Country”. 1945’lerde geçen western olur mu, İngiliz yönetmen Amerika’da western çeker mi? Oluyor, çekiyor ama pek de iyi olmuyor. Oyunculuk da çok garipti. Epik mi desem ne desem bilemiyorum. Patricia Arquette sanki hâlâ “Kayıp Otoban”dan çıkamamış gibi; diğerleri göstere göstere oynuyorlar. Film bu garipliğiyle akılda kalıyor ama buna ihtiyacımız olduğunu çok sanmıyorum. David Cronenberg de “eXistenZ”le Özel Başarı Ödülü aldı. “eXistenZ” sanal oyunların çok geliştiği, insanların oyuna sırtlarında açılan bir delikle biyolojik olarak bağlandığı bir gelecekte geçiyor. Bu gelecekte gerçekle oyun iyice bulanıyor ve “Gerçeği” savunan gerilla örgütleri oyunların üreticileriyle mücadele ediyor. Filmi izlerken de gerçekle, oyun arasında gidip geliyor ve oyunun nerede bitip gerçeğin nerde başladığını bilemiyoruz. Cronenberg her zamanki gibi etkileyici bir film yapmış. Tabii ki mide kaldıran sahneleri var. Festivalin bence en iyi filmlerinden biri de Lukas Moodysson’ın yönettiği ve en iyi eşcinsel film ödülünü kazanan “Fucking Amal”dı (Amal filmin geçtiği küçük kentin adı). 14-15 yaşlarındaki iki genç kızın aşkı ve (eş)cinselliklerini keşfedişini anlatıyordu “Fucking Amal”. Son yıllarda gördüğüm en iyi aşk filmlerinden biriydi.

Mutluluğun filmini yapabilir misin?
Gördüğüm en kötü filmler ne yazık ki rock’çılar üzerine yapılmış filmlerdi. Biri Alman veteran punk’çı Nina Hagen’i anlatan ”Nina Hagen= Punk+Glory”, diğeri de Finlandiyalı rock’çı Hanoi Rocks topluluğunun üyesi Andy McCoy’u anlatan “The Real McCoy”du. İkisini de sonuna kadar izleyemedim. Ama Wim Wenders’in Buena Vista Social Club”ü ivi bir müzisyen ve müzik filmiydi. Küba’nın yaşlı müzisyenleri Ry Cooder’in öncülüğünde 1996’da biraraya gelmiş ve “Buena Vista Social Club” adlı bir album yapmışlardı. Bu albüm çok başarılı oldu. Grammy’ler aldı. İki yıl sonra Cooder ve Wenders tekrar Küba’ya gidiyor. Ekip bir araya geliyor ve ihtiyarlar sonunda hayallerini gerçekleştirip New York’ta Carnegie Hall’da konser veriyorlar. Ekip ama ne ekip. Solist ve gitarist Compay Segundo 91 yaşında. 85 yıldır puro içiyor ve altıncı çocuğuna sahip olmak için çalışmalarını sürdürüyor. İbrahim Ferrer 72 yaşında, Ruben Gonzales on yıldır piyano çalmıyormuş, artirid hastasıymış vb. Ne yaş, ne hastalıklar, sahnede zımba gibiler. Nâzım Hikmet zavallı Abidin Dino’nun kafasına kakıp dururdu: “Mutluluğun resmini yapabilir misin? Öyle kolayına kaçmadan. 1961’deki Küba’nın resmini.” diye. Wenders mutluluğun filmini çekmiş. Mutluluk 1998’de (daha önce de olabilir) Küba’da müzisyen olmak galiba.

Mūzik ve sinemanın gelişkin bir işbirliği de Aki Kaurismaki’nin filmi “Juha”nın gösteriminde yaşandı. “Juha” sessiz bir filmdi ve canlı orkestra eşliğinde gösterildi. İzdiham yaşandı. Çoğu kişi kapıdan döndü. Kuyrukta olaylar oldu. Kavgalar yaşandı. Gazeteciler filmi bırakıp kuyruğu yazmaya karar verdi vb. Biz Ortadoğulu uyanıklığı ve sebatıyla filme girmeyi başaran mutlu azınlık arasındaydık. “Juha” çok bildik bir kötü yola düşme öyküsünü, melodramla komedi arasında gidip gelerek anlatan tatlı bir filmdi, ama o kadar da önemli bir film değildi. Ama asıl şov film den sonra Aki’nin sahneye çağrılmasıyla başladı. Aki körkütük sarhoştu; bir elinde bira şişesi, diğer elinde sigarasıyla geldi sahneye. Festival yöneticilerinden birinin kendisine sorduğu sorulara ciddi cevaplar verecek hali yoktu ve yere bağdaş kurup dalgasını geçti. İddiasına göre, filmin oyuncuları filmin sessiz olduğunu Berlin’de öğrenmişlerdi. Film sesli çekilmiş, sesler sonradan silinmişti.

Ticari olmayan filmi satmak
Festivalde gördüğüm diğer iyi filmler arasında geçen yılın birincisi Walter Salles’ın Daniela Thomas’la birlikte yaptığı 31 Aralık 1999’la 1 Ocak 2000’de geçen “İlk Gece”, görmediği bir filmin eleştirisini yazdıktan sonra hayatı tepetaklak giden bir gazeteciyi anlatan Pascal Bonitzer’in “Rien sur Robert”i ve bu yıl Sundance’i kazanan Tony Bui’nin “Üç Mevsim”i de vardı. Mike Figgis’in “Cinsel Masumiyetin Yitirilişi” son derece etkileyici sahneler içeren, düz bir anlatımı olmayan ilginç bir filmdi. Filmin dünya premiyeriydi ve Figgis filmden önce çok sevimli bir konuşma yaptı. Filme önce “Kısa Öyküler” adını vermeyi düşündüğünü, ama zaten ticari olmayan filminin şansını iyice azaltacağını düşünerek bu addan vazgeçtiğini söyledi. Sonuçta Soderbergh’in “Sex, Lies and Videotape”i sırf adından dolayı en çok kiralanan video kasetler arasına girmişti ve filmi satmak da gerekiyordu, ki isim de filmin konusuyla alakasız değildi. Her festival gibi çok kötü filmler de vardı. Mesela Brezilya filmi “Bir Bardak Suda Fırtına” (Um Copo de Colera) soft porno bir girişten sonra iki kişinin bitmek bilmez bir tartışmasına dönüşüyordu. Alan Rudolph’un “Şampiyonların Kahvaltısı” da Barbara Hershey, Nick Nolte ve Bruce Willis gibi oyuncularına rağmen çuvallayan bir başka filmdi. Ki bu ikincisi, yarışma filmleri arasındaydı. Bir sürü iyi film de ister istemez kaçtı.

Ama sonuç olarak güzel bir 12 gün yaşadık. Berlin kendini hele kışın kolay ele vermeyen bir kent. Havası soğuk, görüntüsü soğuk. Kocaman caddeler, soğuk taş binalar insanı itiyor ilk başta, ama canlı bir hayat var. Festival dışında da çok iyi filmler gösteriliyor. Dile kolay, 208 sinema varmış. (Festivalle aynı sıralarda “Nico: Icon” ve “The Performance” gibi filmler gösterimdeydi) Gelecek yıl bu sinemalara yenileri eklenecek ve festival Potsdam’daki bu yeni salonlarda olacak. O zamana kadar bize düşen hastalığımızı canlı tutmak.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com