Tarih: Nisan 1996
Gazete/Dergi: Müzük
Müzük’ün ilk sayısında yazdığım ”Rock solcu mudur?” başlıklı yazımda durduğum noktayı biraz netleştirmek istiyorum. O yazıda ifade etmek istediğim temel nokta şuydu: Rock müziğinin, rock kültürünün ortak paydasını en iyi ifade edebilecek nitelik rock’ın isyancı olduğudur. Rock’da bir başkaldırı vardır. Egemen kültüre, yaşama biçimine, ilişkilere vs. bir başkaldırı. Ama asi olmak solcu olmak demek değildir. Ve solculuk da rock’ın ortak paydası değildir.
Bu saptama bir niyet ifadesi de değil. Yani böyle olmasını tercih etmiyorum, var olan durumun böyle olduğunu düşünüyorum.
Rock solcu değildir ama bizdendir derken, rock’ın iyi ki solcu olmadığını filan söylemiyorum. Bunu söylerken, hem Ragıp Duran’la aynı noktada* -yani solda- durduğumu ama sahip olduğum etiğin estetik beğenimle birebir uyuşmak zorunda da olmadığını söylemek istedim. Etikle estetik çelişebilir. Dünya görüşünü hiç paylaşmadığımız bir sanatçının eserlerini sevebiliriz. Dinle hiç ilginiz olmasa da koyu bir Hıristiyan olan Tarkovski’ye hayran olabilirsiniz, tasavvuf müziğinden, John Coltrane’in A Love Supreme’inden ya da Nusrat Fateh Ali Khan’ın şarkıcılığından derin etkilenebilirsiniz. Sıkı bir feminist olup, Sex Pistols’ın kürtaj karşıtı Bodies şarkısına bayılabilirsiniz.
Bu nedenle kaygı duymaya da gerek yok. Duran özelinde söylemiyorum ama böyle bir kaygıyı hem bir zamanlar kendim yaşadığım için, hem de başkalarında gördüğüm için söylüyorum. Kimi zaman ideolojimizle çeliştiğini düşündüğümüz beğenilerimizle uzlaşmakta güçlük çekebilir ve birinden vazgeçemiyorsak ideolojimizle estetik beğenimizi uzlaştırmak için zorlama çabalara girebiliriz. (Bakınız Kemal Can’ın Müzük’ün 2. sayısındaki Benim Müziğim başlıklı yazısı: ”’Dinlemeyi seviyorum’ demek yerine ‘bunlar solcu’ demeyi tercih ediyorum.”) Buna hiç gerek yok bence. Mesela Rolling Stones solcu denebilecek bir topluluk değildir ama rock tarihini onlarsız düşünemeyiz. Ya da Eric Clapton ya da Led Zeppelin ya da Nick Cave vs vs.
Yine rock bizdendir derken asiliğe verdiğim değeri de ifade etmek istedim. İsyan temeldir. Korunması gereken özdür. Rock’ın popülerleşen solcu topluluklarından Rage Against the Machine’in söylediği gibi ‘Öfke bir hediyedir’ (Anger is a gift).
Ama hiçbir şeye saygısı olmayan, seçici olmayan bir öfkeye de fazla değer vermiyorum. Belki size saçma ve ahlakçı gelecek ama rock’ın olmazsa olmaz ritüellerinden gitar, davul vs. parçalamaya, otel odalarını filan dağıtmaya da sinir olurum. Çarçur edilen insan emeği ve doğa kaynaklarına hayıflanırım. Onları satın alma gücü olmayan insanların olduğunu düşünürüm. Nirvana’nın son konserlerinden birinin sonunda Kurt Cobain amfileri, hoparlörleri ve gitarını parçalanmıştı. Tabii seyircinin istediği de buydu ve çılgınca alkışlamışlardı. Ama seyircilerin her zaman bir adım ötesinde olan Cobain yaptığının anlamsızlığının farkındaydı ve yüzüne aptal bir ifade vererek onların kendisini alkışlamalarını taklit etmişti. Cobain yıkıcılıkta bir adım daha ileri giderek hem kendi rock ilahı imajını yıkıyor hem de rock kültürünün yıkıcılık tapınmasına da saldırıyordu. Cobain’in kanalize olabileceği başka alan bulamayan yıkıcılığı sonunda kendini yok etmeye kadar gitti. Sevgili Kurt ne yazık ki (ya da Allah’tan) bir rock ilahı olmakla yetinemeyecek kadar akıllıydı.
Tabii yıkıcılık deyince akla gelen eşya parçalamak değil. Akla gelen toplumun kurallarını, değer yargılarını yıkmak. Rock müziğinin de bu yönde epey katkısı olmuştur. Gitar parçalamakla açığa vurulan öfke de elbette gitarın kendisine duyulan öfke değil. O bir sembol; bizi çevreleyen, kuşatan gerçekliğe duyulan öfke. Ama bu tür bir dışavurumun düzeni hiç de rahatsız ettiğini sanmıyorum. Hatta düzenin emniyet sübaplarından biri işlevini gördüğü de söylenebilir. Konserlerde öfkesini boşaltan izleyici, katharsis olduktan sonra yine her zamanki okuluna, her zamanki dünyasına geri dönüyor. Değişen bir şey de olmuyor.
Öfke, yıkıcılık önemli. Ama öfke de her yere gidebilir. Sağa da, sola da. Solcular pek kabul etmek istemeseler de faşistlerle ortak bir noktaya sahip olabilirler. Bu da düzene duyulan öfkedir. Bu konuda Macar yönetmen Istvan Szabo’nun ‘Mephisto’ (1981) adlı filmindeki bir karakterden söz etmekte yarar var. Mephisto, Hendrik Höffgen (Klaus Maria Brandauer) adlı bir tiyatro oyuncusunun Nazizm öncesi ve Nazi dönemi Almanya’sında ki hayatını anlatır. Höffgen, Nazizmin arifesinde sol entelektüel çevrelerin içindedir. Tiyatro grubunda bir de öfkeli genç adam vardır. Bu genç Nazizme sempati, düzene ve entelektüellere de tepki duyar. Bir süre sonra Hitler başa geçer. Höffgen mesleğini sürdürebilmek için şeytana ruhunu satıp, Nazizmle uzaklaşırken, aynı genç yine karşısına çıkar. Nazizmin gerçek yüzünü görmüş, direnişçilere katılmıştır ve Höffgen’den yardım ister. Ama Höffgen’den umduğu desteği bulamaz. Sonunda da Naziler tarafından kurşuna dizilir. Höffgen’in de sonu farklı olmayacaktır. Höffgen’i bir dönem kanatları altına alan Nazi subayının son sözleri sanatın ve sanatçının iktidar karşısındaki güçsüzlüğünü vurgular: ”Alt tarafı bir oyuncusun” der Nazi subayı. Daha doğrusu bu anlama gelen tek bir kelime söyler: ”Oyuncu”.
Bu filmi anlatmamın nedeni, ilk seyrettiğimde özellikle o öfkeli genç karakterinden etkilenmiş olmam. O ana dek solcularla, faşistlerin ortak bir noktaları olabileceğini, arada geçişkenlik olabileceğini düşünemezdim. İyilerle, kötüler arasındaki ayrım kadar kesindi fark. Ayrı canlı türleri gibiydiler. Gerçi o genç karakteri bir istisnadır ama var, en azından olabilir. Direniş deyince akla ilk gelen şeylerden biri de Fransız resistance (direniş) hareketidir. Nazizme karşı mücadele ile özdeşleşmiştir resistance sözcüğü. İşin garibi şimdi aynı adlı, rock plakları üreten bir firma var. Resistance plak şirketinin özelliği yalnızca belli bir ideolojideki grupların albümlerini yayınlaması: Faşistlerin. Bayağı bildiğimiz, kafatasçı, beyaz Ari ırkı yücelten, Hitler hayranı faşistlerin. Üstelik öyle bir zamanlar David Bowie’nin, Kiss’in flört ettiği gibi yüzeysel bir hayranlık değil bu. Örgütlüler, gizli maddi destekleri filan var. Öfkeliler, hem de çok. Yaptıklarının düzene bir başkaldırı olduğunu düşünüyorlar. Direnişçi olduklarını düşünüyorlar ve rock yapıyorlar; en sertinden.
Rock solcu mudur diye bir daha sormaya gerek yok ama şunu hatırlatmada yarar var. Geçen yazıma vesile olan Ragıp Duran’ın Bruce Springsteen üzerine yazdığı yazıydı. Springsteen’in ‘Born in the USA’ adlı şarkısı belki de tarihin en yanlış okunan şarkılarından biridir. Springsteen şarkıyı Vietnam Savaşı’nı ve o savaştan sonra sahipsiz kalan muharip gazilerin karşılaştığı muameleyi protesto için yazmış.
Etkilendiği kaynak da filmi de çekilen, Ron Kovic’in ‘Born on the Fourth of July’ adlı özyaşamsal romanı. Ama hem roman, hem de şarkı savaşa karşı tavır almasına rağmen, Springsteen başkaları tarafından; en istemediği kişiler tarafından sahiplenildi. Ronald Reagan, Springsteen hakkında övücü konuşmalar yaptı. Amerikan milliyetçileri konserlerinde Amerikan bayrakları dalgalandırdı. Bizde de Cartel’e hem sağcılar hem de solcular sahip çıkmadı mı?
Isyan da, rock da solun tekelinde değil. ‘Rock Solcu Mudur?’ yazımla ben bir kavram kargaşasını da başlattım.Necmi Bayram da üzerine yeni tuğlalar koydu. O yazıda solculukla devrimciliği özdeş kavramlarmış gibi kullanmıştım. Bu iki kavramın özdeş olmadığını bilmeme rağmen öyle kullandım, çünkü hem Sartre’ın tanımladığı devrimci tipi aleni bir şekilde solcuydu, hem de öylesi kolayıma geldi. Açıkçası bu cepheden bir eleştiri de bekliyordum ama gelmedi. Necmi bu kavramlara netlik kazandırmaya çalışmamış aynı kargaşayı sürdürmüş.
Devrimciliği Sartre’ın tanımladığı dar anlamıyla sol devrimcilik açısından tanımlarsak hala aynı kanıdayım. Ama devrimcilik de tıpkı asilik gibi solun tekelinde değil. Darwin’in solcu olduğunu söyleyemeyiz ama biyolojide devrim yapmıştır Freud da psikolojide devrim yapmıştır ama solcu değildir. Rock kültürünün temel metinlerinden biri haline gelen ‘On the Road’un (1956; Yolda) yazarı bugünkü cool konuşma üslubunu geliştiren Jack Kerouack da bir devrimciydi. Elvis Presley de zencileri taklit ederken ve kalçasını kıvırırken bir devrim yapmıştı. Hatta belki Erol Büyükburç için de bir devrimciydi diyebiliriz. Düzenle başka açılardan son derece uyumlu şahsiyetler olmalarına (ve solcu hiç olmamalarına) rağmen.
Gelelim Necmi Bayram’ın itirazına. Rock’ın çıkışındaki yıkıcılığı gözden kaçırmıyorum, bu yıkıcılığın solculukla özdeşleştirilmesini yanlış buluyorum. Rock’ın özünde isyanın olduğunu ama isyanın her yöne gidebileceğini, gittiğini söylüyorum. Hatta Necmi de bu isyanın egemen kültür tarafından nasıl ”uysallaştırıldığını” anlatmaya çalışmış. Genelde sanata, özelde Rock’a politik bir misyon yüklemeyi de anlamlı bulmuyorum. Yanlış anlaşılmasın, politik olmaya karşı değilim, aksine taraftarım. Ama sanatın daha kişisel olmasından yanayım. Politikanın kendine ait bir alanı var zaten, sanatın da olmalı. Belki ileride bu noktayı da daha fazla açabilirim. Kesinlikle suya sabuna dokunmamayı önermiyorum, vazetmiyorum.
Necmi, bunun dışında bir şey de söylememiş. İlk paragrafta ”Sartre’ın asi-devrimci karşılaştırmasını şimdilik bir yana koyalım…” demiş, son paragrafta da ”Sartre” ve ”Rock bizdendir” muhabbetlerine gelince, ”Bırak bu lafları ben gelemem” deyip bitirmiş. Hem bu kabadayı üsluba hem de içeriğe itiraz ediyorum. Madem gelmeyecektin niye ”şimdilik” bir yana koydun? Ayrıca o yazı Necmi’nin şahsına yazılmış bir yazı da değil. Dolayısıyla benden bu lafları bırakmamı istemesine, hem de bu laflara gelememesine anlam veremiyorum Bir de tırnak içine koyup yanına parantez içinde ünlem ve soru işareti yerleştirdiği sorunsal sözcüğü var. Sanki sorunsal sözcüğü benim sözünü ettiği yazımda geçiyormuş gibi. Necmi belki başka bir nedenle sorunsal sözcüğünü kullandı ama sonuçta yazıma bir gönderme yaptığı anlamı çıkıyor. Bütün bu söylediklerimden sonra, ama bu kez birinci tekil şahısta tekrarlıyorum: ”Alt tarafı Rock’n ‘roll ama seviyorum işte.”
* Ragıp Duran’ın yazısının başlığı ”Rock bizdendir, rock solcudur” idi.