Tarih: Eylül 2009
Gazete/Dergi: Milliyet Sanat
Mücadelesiyle efsane sinemasıyla gerçek
9 Eylül 1984’te kaybettiğimiz Yılmaz Güney’i mücadelesi efsaneleştirdi ama onu asıl yaşatan sinemacı kimliği oldu. Güney’in dünya sinemacılarını etkilemeye devam eden sinemasını, eğrisi ve doğrusuyla ele aldık.
YILMAZ GÜNEY öleli 25 yıl oldu ve artık Türk sineması denilince akla ilk gelen ismin o olup olmadığı tartışılır. Nuri Bilge Ceylan henüz en iyi film dalında Altın Palmiye’yi almadı ama şöhreti en azından yurtdışında Güney’i fersah fersah geçti. Bugünün genç sinema öğrencileri için ilham kaynağı Yılmaz Güney’den çok Ceylan, Zeki Demirkubuzve Reha Erdem gibi isimlerdir herhalde.
Fakat bütün bu isimler ve daha fazlası için Yılmaz Güney bir ilham kaynağı olmayı
sürdürüyor. Ceylan, Cannes’da “Uzak” la aldığı ilk büyük ödülünü Yılmaz Güney’e adamıştı. Nitekim “Uzak”, Güney’in temel temalarını, yani işsizlik, yoksulluk ve çaresizliği kasabadan gelip şehirde çaresizce iş arayan kahramanıyla yeniden gündeme getiriyordu. “Üç Maymun”daki patronun suçunu üstlenen şoförün bir benzeri, “Baba”da da başroldeydi.
Reha Erdem’in “Beş Vakit”indeki zorba patriarklar ve onların oğullarıyla çatışmaları “Düşman” ve “Sürü”deki baba oğul çatışmalarıyla çok benzerlik taşıyor, “Düşman”da ninenin hırsla yediği muhallebi ve “Yol”daki jet uçaklarının sesleri “Hayat Var”da yeniden karşımıza çıkıyordu (muhallebi bu kez büyükbabanın tutkusuydu).
Zeki Demirkubuz’un hapishanelerde sürünen lümpen kahramanları, Yılmaz Güney’in “Zavallılar”daki Abu ve arkadaşlarının çağdaş versiyonları gibiydi. “Rıza” ve “Pus” adlı filmlerinde, Yılmaz Güney gibi, yoksulluğu başrole oturtan Tayfun Pirselimoğlu ise, Yılmaz Güney’in sinemasını minimal bir üslupla bugüne taşıyarak, kanımca onun en yakın takipçisi unvanını hak ediyor.
Mahsun Kırmızıgül’ü veya Yılmaz Erdoğan’ı da Güney’in takipçisi sayanlar var. Onlar popülerleşme açısından yukarıdaki isimlerden daha yakınlar Güney’e ama, sanatsal açıdan çok uzaklar. Fakat onların da Güney’den ilham aldığı doğru. Bu listeye seyrek de olsa hâlâ film yapmakta olan Zeki Ökten, Ali Özgentürk ve Erden Kıral gibi doğrudan Yılmaz Güney’le çalışmış ve ondan etkilenmiş isimleri de eklemeliyiz. Bir zamanlar İbrahim Tatlıses bile yeni Yılmaz Güney olmaya çalışıyordu, düşünsenize!
Yılmaz Güney yaşıyor!
Bir de işin dünya sineması boyutu var: Meksika sinemasının en ünlü ismi Alejandro Gonzalez Inarritu (“Paramparça Aşklar, Köpekler”; “Babil” vb.) sinema yapmaya “Yol” u seyrettikten sonra karar vermiş. Ve “Yol”daki çok karakterli anlatım yapısını kendi sinemasına uyarlayarak `hyperlink’ de denilen, kesişen hayatlar’ı anlatan alt-türü başlatmıştı. Bu türün başarılı örneklerinden Paul Haggis imzalı “Çarpışma” 2006’da Oscar’ı kazandı. Güney birkaç yıl önce Oscar’ı alan “Çarpışma” filminin de öncüllerinden biri! Kısacası, “Yılmaz Güney ölmedi, yaşıyor” demek hiç de boş bir laf değil. Sadece anma yazılarında ve ne yazık ki pek fazla seyircinin gitmediği retrospektiflerde değil, Yılmaz Güney bugünün Türk ve dünya sinemasında yaşıyor. Hem de en popülerinden en sanatsalına, çok geniş bir yelpazeyi kapsayan sayısız filmde.
Yılmaz Güney’in yeniden seyredebildiğim filmleriyle sınırlı olacak bu yazı. Yönetmenliğe geçmeden önce, sadece oyuncu olarak yer aldığı “Kızılırmak-Karakoyun”dan (1967) söz etmekte yarar var önce. Lütfi Akad’ın bu filmi bireyi belli bir toplumsal çerçeveye oturtan, onu, kendisini kıskıvrak bağlayan sosyal, ekonomik, kültürel ve politik bağların içinde resmedebilen ama didaktik de olmayan çok başarılı bir filmdi.
“Kızılırmak Karakoyun” bir çözülüş, bir değişim dönemini anlatır. Feodal düzen bir değişim dönemini anlatır. Feodal düzen bir yandan bütün kültürel bağlarıyla sürerken, ekonomik ilişkiler kapitalizme doğru hızla evrilir. Aşiret reisinin kızına âşık olan Çoban Ali Haydar (Yılmaz Güney), hem kızı almak hem de aşireti çözülmekten kurtarmak için mücadele eder. Genel kapitalist ilişkiler dehşet vericidir ama feodal ilişkiler de son derece katı ve serttir.
Nâzım Hikmet’in yazıya döktüğü bir halk hikayesini temel alan film, Güney’in üzerinde belli ki önemli iz bırakmıştır. “Sürü” başta olmak üzere Güney’in çoğu filminde toplumsal şartların kıskıvrak bağladığı yoksul ve isyankar kahramanlar vardır.
Güney’in yönetmen olarak ilk önemli filmi “Seyyit Han”dı (1968). Film western türünden derinden etkilenmiştir. Aynı ikonografiyi, yani geniş uçsuz bucaksız mekanları, barları kullanır. Ve finali tipik bir western çatışması gibidir. Birçok filmde birlikte çalışacağı Gani Turanlı’nın görüntü yönetmenliğinin filme katkısı büyüktür.
Namus cinayetine karşı çıkış
Seyyit Han, arkadaşının kızına âşıktır ama arkadaşı Seyyit Han’a belalılarından kurtulmasını şart koşar. Yıllar sonra Seyyit Han döndüğünde sevdiğinin ağayla evlenmek üzere olduğunu öğrenecektir. Ağa kendine gönlü olmayan genç karısını bir hileyle Seyyit’e öldürtür. Gerisi Seyyit’in intikamının filmidir. Sınıfsal çatışma, birçok filmde olduğu gibi bu filmde de ön plandadır. Zalim ağa karşısında yoksul ve yalnız kahraman vardır. Filmde olmayacak şeyler az değil doğrusu. Doğunun bir köyünde Western tipi bir bar ne arar ya da bir insan kaç tane kurşuna dayanabilir gibi haklı sorular sorulabilir. Yine de film sinematografisiyle hayranlık uyandıracak nitelikte.
“Aç Kurtlar”da (1969) da western tutkusunu sürdürür Güney. Bu kez karısı ve çocukları eşkıya tarafından öldürülmüş bir köy öğretmenidir Güney. Serçe Memet adıyla ünlü bir eşkıya olmuştur ve dağlardaki diğer eşkıyayı avlamaktadır. Güney henüz bireysel başkaldırı dönemini tam olarak aşmamıştır ve filmin belirgin bir siyasal mesajı yoktur. Ama çok güçlü ve sonradan da sık sık karşılaşacağımız bir başka mesajı vardır filmin: Namus cinayetlerine net bir şekilde karşı çıkar Güney ve bu tavrını “Sürü”, “Yol” ve “Düşman”da da sürdürür. Namus cinayetlerinin daha yeni gündemimize oturduğunu ve filmlere konu olduğunu düşünürsek, Güney’in öncülüğü aşikârdır. Vahşi doğada, belli ki büyük güçlüklerle çekilmiş, stil sahibi bir filmdir “Aç Kurtlar”. Ama daha fazlası da değildir.
Çaresiz bireyin psikolojisi
Ve bir yıl sonra birdenbire karşımıza Güney’in başyapıtı “Umut” (1970) çıkagelir. Filmin kahramanı arabacı Cabbar düşmanlarını döven ve öldüren bir süper erkek değil, çaresiz ve ezik bir faytoncudur. Uçan kuşa borcu vardır. Açlık ve sefalet içindeki ailesini geçindirmek için kendisi gibi perişan faytonu ve atlarıyla çabalar durur. Ama bir gün zengin bir adam otomobiliyle Cabbar’ın atlarından birine çarpıp, öldürür. Devletin polisi de açıkça zengin adamın yanında yerini alır. Alacaklıları, Cabbar’ın kalan atını ve arabasını satıp, borçlarını zorla tahsil eder. Cabbar yine de sınıfsal bir içgüdüyle örgütlenen faytoncuların gösterisine katılır. Ardından arkadaşı hamal Hasan’ın (Tuncel Kurtiz) aklına uyup bir hocanın peşinde define aramaya çıkar. Sonuç paranoya ve daha fazla sefalettir.
Güney “Umut’ta sadece yoksulluğun neo-realist bir resmini çizmez. Çaresiz bireyin psikolojisini de incelikle anlatır. Delirme (“Endişe’de ve bir ölçüde “Sürü” de) ve silahtan kopmaya çalışıp başaramama (“Umutsuzlar”, “Endişe” ve “Acı”) gibi ilk bu filminde kullandığı temalar kendilerini tekrar tekrar gösterecektir sonraki filmlerinde. Buna acı çeken çocukları da ekleyebiliriz.
Filmin tek kusuru burjuva tasvirlerinin derinliksiz, basmakalıp oluşudur ki Güney bu zaafını pek de aşamaz. Filmin müzik kullanımı da çok başarılıdır.
Saçma sapan bir film
“Umut’un ardından maalesef saçma sapan bir film olan “Umutsuzlar” (1971) gelir. Yılmaz Güney ‘Büyük’ Fırat denilen bir mafya babasıdır. Filiz Akın (Çiğdem) ise modern bale yapan burjuva bir genç kızdır. Uzun bir aradan sonra bir araya gelen ikilinin önündeki engel Fırat’ın tehlikelerle dolu hayatıdır.
Fırat önce silahıyla sevgilisi arasında kalır, sonra da Çiğdem’i seçtiği için çetesiyle çatışır. Fırat aynı zamanda bir tür Robin Hood ya da kadı gibi davranır. Halktan insanlar sorunlarını çözmesi için ona gelir. Fırat her fırsatta söylevler verir, bunlar çoğu zaman aşkın anlamı üzerine, bazen de şiddetin kötülüğüne değindir. Fotoğraf fetişizmiyle Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”nı çağrıştıran ve bireysel kahramanlık temalarına dönüş sinyalleri veren filmin her şeye rağmen çok duyarlı, şiirsel yanları da yok değildir. Örneğin Fırat’la, Çiğdem’in dans sahnesi şahanedir. Seyircinin işitmediği diyalogların varlığı yenilikçi bir tavırdır. Ama film maalesef amaçlanmamış bir absürtlüktedir genel olarak. En kötülerin ya parmaksız ya da tahta bacaklı sakatlar oluşu da çocukçadır açıkçası. Yine de Takeshi Kitano da böyle melankolik süper kahramanlar (“Hana-Bi” mesela) yaratıp, tezahüratla karşılanmıyor mu?
1971’de 3 film daha yapar Yılmaz Güney. “Ağıt” ve “Acı” yine western kalıpları içindeki ‘eşkıya’ filmleridir. “Ağıt”ın kaçakçı eşkıyası yoksulluk ve çaresizlikten bu yola düşmüşlerdir, geride bıraktıkları evlerinin ve düzenli bir hayatın özlemini duyarlar. Sorunu yoksulluk olarak koyarak düzene işaret etse de politik bir film demek zor “Ağıt” a. Emperyalizm karşıtlığı da ‘eski eser’ kaçakçılığı olarak karşımıza çıkar. Güney aslında bu derdini daha derinleştiremez.
Sinema aşkına şapka çıkartmalı!
“Sürü”de de eski eser kaçakçılığı vardır. “Düşman”da sevimsiz Almanlar bu kez dövüş horozu almaya gelir ama daha fazlasını (kadınların namusu, erkeklerin onuru) alıp gider. Batı’yla ilişkimizdeki eşitsizlik haklı olarak rahatsız etmektedir Güney’i ama bu konuda belli ki bilgisi yüzeyseldir. “Ağıt” sürekli heyelan olan bir doğada ve belli ki kelle koltukta çekilmiştir. Sinema aşkına şapka çıkartmak gerek!
Çamaşır yıkayan ya da çatışmada panik-atak geçiren eşkıyasıyla özel bir filmdir “Ağıt”. Eşkıyayı, jandarmaya ihbar eden üçkağıtçı karakter bile mutlak kötü değildir; o da sadece derin yoksulluğu içinde hayatta kalmak için mücadele etmektedir. Ama bütün olarak pek de güçlü bir film diyemeyiz “Ağıt”a kanımca. Güney’in Cüneyt Arkınvari sıçramaları bazen istenmeyen bir komik efekt de yaratır.
“Acı”, “Ağıt” tan daha da zayıftır ve inandırıcılıktan yoksundur. Güney aynı yıl yaptığı üç filmde de kanun dışı hayattan kopmaya çalışan ama bunu bir türlü beceremeyen kahramanları anlatır. “Acı”nın kahramanı Çiçek Ali (Yılmaz Güney) işlediği cinayet nedeniyle 15 yıl yatıp çıkmış, öldürdüğü çocuğun babası ve kızkardeşi tarafından affedilmek isteyen nedamet getirmiş bir eski hayduttur. Ama eski ekibi tıpkı “Umutsuzlar”da olduğu gibi peşini bırakmaz. Bir kavgada kör olan Çiçek Ali, öldürdüğü adamın kızkardeşi Zeliha’nın yardımıyla (Fatma Girik) seslere duyarlı olmayı öğrenir ve görmeyen gözleriyle bir çeteyi yok etmeyi başarır. İster inanın, ister inanmayın.
“Baba” yine aynı yıl çekilir, Güney yapımcıya taviz verir ve film istemediği bir melodram haline gelir. Yine de “Baba” aşırılıklarına rağmen yüreğe dokunan bir filmdir. Sınıf farkı ve yoksulluk bütün sorunların temelinde yatan asıl suçlularıdır filmin, acımasız bir tecavüzcü ve katilin varlığına rağmen.
Zengin bir adamın yanında çalışan Cemal çocuklarına bir gelecek sağlama umuduyla, patronunun oğlunun işlediği cinayeti üstlenir. Ama hem umduğundan çok ceza alır hem de patronun oğlu karısına tecavüz eder. Aile dağılır. Çıktığında karısı kayıptır, kızı orospu olmuştur, oğlu ise gangster.
‘Kadınların kötü yola düşmesi’ teması Güney’in filmlerinde ilerde de sık sık karşımıza çıkacaktır. Cemal patronun oğlunu öldürür ve kendi kızını kurtarır ama oğlu tarafından öldürülecektir. Evet, çok aşırı ve hapis çıkışından sonrası inandırıcı değil ama “Baba”nın etkileyiciliğini göz ardı edemeyiz. Patronun suçunu üstlenme teması çoğu açıdan çok daha yetkin bir film olan “Üç Maymun”da da karşımıza çıkar ama Ceylan’ın filmi hiçbir kahramanına sempati duymamıza izin vermezken, “Baba bütün naifliğine ve duygu sömürüsüne karşın ezikliğin, çaresizliğin acısını yüreğimizde hissettirir. Biri sömüren sınıfın kötülüğünden, diğeri genel anlamda insanın kötülüğünden söz eder çünkü.
Olağanüstü berduş tiplemesi
Araya bir hapislik dönemi giriyor ve Güney çıktıktan sonra “Arkadaş”ı yapıyor 1974’te. Bu filmi yeniden izleyemedim ne yazık ki. İki eski arkadaş Azem (Yılmaz Güney) ve Cemil (Kerim Avşar) yıllar sonra yeniden bir araya gelir. Azem sosyalist kimliğini korumuş, Cemil ise burjuva bir yaşam kurmuştur kendine. Genç bir delikanlı ise sınıfsal hıncını vandalizm yaparak dışa vurabilmektedir.
Azem hem o genci bilinçlendirir hem de Cemil’in akrabası Melike’yle duygusal bir yakınlık kurar. Cemil, Azem’le girdiği ilişki sonucunda kendiyle sert bir hesaplaşmaya girer ve belki de intihar eder. Filmin didaktik yanları, burjuva tasvirlerindeki basmakalıplık göze batar ama yine de izlenimci kareleri de filme bir şiirsellik verir.
Ve Güney başladığı iki filmi, “Zavallılar” ve “Endişe”yi bitiremeden yeniden içeri girer. “Zavallılar”ı Atıf Yılmaz, “Endişe”yi Şerif Gören tamamlar. “Zavalılar”da Yılmaz Güney gerçekten de en zavallı karakterini, bir berduş olan Abu(zer)’i canlandırır. Abu’nun babası ölünce annesi bir kez daha evlenir çaresizlikten. Ama ikinci koca Abu’yu okuldan alır, Abu’yu dilencilik, karısını da orospuluk yapmaya zorlar. Anne müşteriyi öldürüp içeri girer, Abu da hırsız olur. Ve ömrü hapislerde geçmeye başlar. Başka iki karakterin daha hikayesi girer öykünün içine. Bu çok karakterli yapı kendisini daha sonra “Yol”da da gösterecektir. “Zavallılar”da bu yapı daha kopuk kopuk durmaktadır fakat. Belki de iki yönetmen tarafından çekilmesi buna neden olmuştur. Yine de Güney’in berduş tiplemesi olağanüstüdür.
Güney sinemasında Kürt kimliği
“Endişe” birçok açıdan “Umut”la paralellikler taşır. Cevher’in kan davasından kurtulmak için paraya ihtiyacı vardır. Çukurova’da pamuk toplamaya giderler ailecek. Ama hükümet bir türlü pamuk fiyatını açıklamaz, ağalar da pamuk toplama ücretini. Cevher kızını kahyaya verip başlık parasıyla kurtulmayı hesaplar ama kızı başkasını sevmektedir. Cevher paranoyası içinde halüsinasyonlar görür, diğer ırgatların grevine katılmaz. Cabbar gibi o da silahını satamaz ve yine onun gibi meczuplaşır.
Film gücünü en temel insan duygularından söz etmesinden alır. Endişe, umut, dayanışma gibi. Erkan Yücel de Cevher’de çok başarılıdır. Kürt kimliği Güney sinemasında daha belirgin hale gelmiştir. Cumhuriyet’in sınıfsal tarafı da açık bir eleştiri görür. Atatürk’ten alıntılar yapan radyo, ‘Gazi’nin’ Panama şapkasını öven konuşmalarını yayınlar. Panama şapkası patronun temsilcisi işçibaşının da başındadır. Dinin uyuşturucu etkisi de gayet ince bir biçimde eleştirilir.
Ama filmin yürümeyen bir sürü de yanı var. Açılış sahnesinde, kan davasının çerçevesi çok üstünkörü geçilir. Filmin temposu, ritmi bozuktur. Kimi sahneler çok uzun, kimleri de çok kısadır. Toprak ağaları ki onlara da burjuvalar diyebiliriz yine çok basmakalıptır.
Didaktizm ve abartılı sunum
“Sürü” (1978) Zeki Ökten’in yönettiği, Güney’in de yönetmeni yönlendirdiği filmlerden. Bir yanda çöken bir feodal yapı, diğer yandan da yükselen kapitalist ilişkiler arasında kalmıştır filmin kahramanları. Tam bir ‘al birini vur ötekine’ durumu. Hangisi daha acımasız kestirmesi güç. Sivan (Tarık Akan) ve Berivan evlidirler ama düşman aşiretlerdendirler. Berivan barış olması umuduyla Şivan’a verilmiştir ama üç kez hamile kalmasına rağmen hiçbir çocuğu yaşamamıştır. Şivan’ın babası ve aşiretin reisi Hamo (Tuncel Kurtiz), çocuk doğuramayan Berivan’ı uğursuzlukla suçlayıp, aşiretler arsındaki husumeti canlandırmıştır. Şivan hem karısını korumaya çalışır hem de aşiretin babaerkil ve töresel teröründen kurtulmaya… Yoksulluk içindeki aşiret koyun sürüsünü Ankara’ya trenle götürüp satmaya karar verir ama yolda binbir kötülük onları beklemektedir: Rüşvetçi demiryolu memurları, zehir dolu vagonlar, koyun hırsızları, pezevenkler ve vicdansız orospular.
Telef olmaktan kurtulan koyunlarla Ankara’ya vardıklarında da onları kurnaz ve acımasız celepler beklemektedir. Ankara’da sokakta solcular öldürülmekte, genç ve bilinçli kuşak ise anne-babalarını ve dolayısıyla seyirciyi de bilinçlendirmektedir. Bu tarz didaktizmin yanı sıra, kentteki ilişkilerin sertliğinin abartılı sunumu filmi zedeler. Öyle düşünse bile, kimse karısı yeni ölmüş bir adama (yani Berivan’ın ölümünün ardından Şivan’a) “Bir karı ölmüş işte, abartacak ne var” tarzı laflar etmez. Düşünebilir ama etmez. Ama filmin trajik sonunu bu laf hazırlar. Şivan, o lafı eden adamı boğar, epileptik küçük oğlu da kaçınca Hamo Ağa, “Umut”un Cabbar’ı gibi şehirde ne yapacağını bilmez bir şekilde dönüp durmaya başlar.
Allah belanı versin, bunak!
Zeki Ökten, “Düşman”ın (1979) da yönetmenligini yapan isimdir. “Sürü”de olduğu gibi, bunda da babayla oğul (Aytaç Arman – “İsmail”) çatışır. Baba yine oğluna payını vermeyi reddeder ve yine gelininden (Güngör Bayrak – “Naciye”) hoşlanmaz. Oğlun babasına söylediği sözler bile “Sürü”de Şivan’ın söyledikleriyle aynıdır: “Allah belanı versin, bunak!”.
Yine akıl veren devrimci figürleri vardır. İnsanlar yine son derece acımasızdır birbirlerine karşı. Bu kez Türk-Yunan dostluğu ve düşmanlığı üzerine bir Rum göçmenin hayat dersleri de bağlamsız bir şekilde girer filme. Kahramanın karısı Eceabat gibi küçük bir yerde yüzlerce adamla kimseye fark ettirmeden bir profesyonel olarak yatmıştır. Sadece biraz hafif olduğu düşünülür o kadar.
Bütün bu kusurlarıyla birlikte film yine de yoksulluğun esaret ve çöküş olduğunu ve Brecht’in Bienal afişlerinde gördüğümüz “Önce ekmek gelir sonra ahlâk” sözlerini hatırlatır. Ve her şeye rağmen bir namus cinayetine kapısını kapatarak, kahramanını mücadelenin daha güçlü yaşandığı büyük şehre yollar.
12 Eylül vahşeti
Yılmaz Güney ölmeden önce son bir film yapma şansı bulur Fransa’da. “Duvar” (1983) sübyan koğuşundaki dehşetli koşulları anlatır. Filmin anlattığı şeyler o kadar sert, o kadar korkunç ki, insan seyrederken felç oluyor. Çocuklar sürekli dayak yiyor, aç kalıyor, tecavüze uğruyor.
Tuncel Kurtiz her zamanki yüksek standardıyla tek sevecen gardiyanı canlandırıyor ki o da iyiliğinin cezasını işinden kovularak görüyor. Bu film Türkiye’de çekilebilseymiş, oyuncu seçimi muhakkak daha iyi olurmuş. Oyuncuların bazılarının Fransızlığı göze batıyor ister istemez. 12 Eylül vahşetinin katı gerçekçi bu portresini hem herkes seyretmeli demek geliyor içimden hem de keşke böyle filmler yapılmak zorunda kalınmasa demek. Zor bir film kısacası “Duvar”. Ve ne yazık ki sübyan koğuşlarındaki vahşet bugün de çok değişmiş değil.
Güney hayata sesleniyor
Sonuçta Yılmaz Güney filmografisinin bir başyapıtlar silsilesinden oluştuğunu söylemek mümkün değil. “Umut”, “Sürü” ve “Yol” diğerlerinden daha bütünlüklü ve çok iyi filmler. Fakat “Sürü” ve “Yol” sonuçta Yılmaz Güney’in setlerinde bulunabildiği ve bizzat yönetebildiği filmler değil. “Düşman” ile kısmen “Endişe” ve “Zavallılar” da öyle. Bu filmleri Güney bizzat yönetebilse, sonuç muhakkak ki daha farklı olurdu.
Yılmaz Güney 20’li yaşlarından başla yarak hapishanelerde çok vakit geçirmek zorunda kaldı, kariyeri defalarca kesintiye uğradı. Siyasi baskı altındaydı her zaman. Geleceğini görebilmesi ve planlayabilmesi, planlasa bile bu planı uygulayabilmesi mümkün değildi.
Bir yönetmenin büyük yönetmen olması için kusursuz filmlerle dolu bir kariyeri olması gerekmiyor. Güney, en önemli olan konuları inatla ve sürekli sinemasına taşıdı. Yoksulluğu, adaletsizliği, çaresizliği anlattı. Ekmek olmayınca, ahlâk, demokrasi, insan hakları ve özgürlükten söz edilemeyeceğini gösterdi.
Sinemasıyla en temel insan hakları için yani adaletli bir dünyada, sömürülmeden, ezilmeden bir yaşam sürebilmek için mücadele verdi. Filmleriyle sınıf farklarına, eşitsizliğe karşı isyan etti. Sınıfsız bir toplumu düşledi, böyle bir toplumun gerçekleştirile bileceğine inandı. Filmlerinin en kötüleri bile has bir sinemacının elinden çıktığını gösteren sahneler içeriyordu. En iyileri ise seyircisini derinden yakalıyor ve sarsıyordu.
Güney’in en kötü filmini, hayata dair söyleyecek anlamlı hiçbir sözü olmayan Tarantino gibilerinin en iyi filmlerine yeğlerim çünkü Güney hayata sesleniyor, aslolanın dünyayı değiştirmek olduğunu biliyordu. Mücadelesi onu efsaneleştirdi ama asıl yaşatan sinemacı kimliği oldu. Çünkü bugün Güney’in toplumsal ideallerini takip eden kitle çok küçük. Ama sineması Meksika’dan ABD’ye ve tabii ki Türkiye’ye dünya sinemacılarını etkilemeye devam ediyor.
”Yol” Mükemmel Olabilirdi “Yol”un (1981) 12 Eylül cenderesindeki Türkiye’de, hem de Diyarbakır ve Urfa gibi çatışmaların ve baskının en yoğun olduğu kentlerde çekilmiş olması bile başlı başına hayranlık verici bir durum. Ayrıca doğa koşullarının da sınırları zorladığı, karlarla kaplı dağlarda da çekilen bölümleri var filmin. Bu, ancak aşkla, tutkuyla ve inançla yapılabilecek bir şey. Sanata ve yapılan işin toplumsal anlamına güçlü bir inanç duymayan insanların altından kalkabileceği işler değil bunlar. Filmleri eleştirirken sadece sonuca yoğunlaşıyoruz ama bu filmler sadece film değil ve hiçbir zaman da olmadılar. Bunlar Yılmaz Güney’in sınıf mücadelesinin ayrılmaz parçaları ve böyle güzeller. Bunu unutmamak lazım. “Yol”, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde kalan ve bir haftalığına izne çıkan beş mahkumun izini sürüyor. Bir mahkum daha yolculuğunun başlarında izin kağıdını kaybedip, iznini gözaltında geçiriyor. Bir diğerinin hikayesi kadın-erkek ilişkilerindeki erkek lehine adaletsizliğe ve aşkın taşrada yaşanmasının güçlüklerine odaklanıyor ve diğer üç öyküye oranla oldukça zayıf kalıyor. Diğer üç mahkumu konu alan bölümlerde ise güçlü dramatik öyküler anlatıyor. Seyit Ali (Tarık Akan), evine döndüğünde karısı Zine’nin (Şerif Sezer) orospu olduğu için aile tarafından hapsedildiğini ve öldürülmeyi beklediğini öğreniyor. Seyit töreye uyuyor ama karısını aktif bir şekilde değil de doğanın ellerine terk ederek öldürüyor. Şivan son anda pişman olsa da karısını hayata döndüremiyor. Yoksulluk ve feodal töre genç bir kadını daha ölüme gönderiyor. Mehmet Salih (Halil Ergün) ise karısının erkek kardeşi Aziz’le soygun yapmaya kalkışmış ama korktuğu için Aziz’in ölümüne neden olmuştur. Mehmet filmin en zayıf ve didaktik sahnesinde, faşistlerin yaraladığı devrimci bir arkadaşına korkaklığını itiraf eder. Karısının ailesi, Mehmet’i karısı Emine’yle (Meral Orhonsay) görüştürmez. Mehmet, karısını ve kızını alıp trenle kaçmaya çalışır. Trenin tuvaletinde ‘mecburiyet’ten sevişmeye kalkan çift, trendeki ahlak bekçilerince linç edilmek istenir. Linçten kurtulurlar ama lanet olasıca töreden kurtulamazlar. Ömer (Necmettin Çobanoğlu) Urfa’da ailesinin yanına vardığında köyünü jandarma kuşatmasında bulur. Adı tam konmaz ama belli ki solcu ya da milliyetçi Kürt grupları jandarmayla savaş halindedir. Necmettin’in kardeşi de dağdadır. Ve bir gün ölüsü, bir traktör römorkunda, bir hayvan leşi gibi jandarma tarafından köye getirilir. Korkularından kimse ölüsüne bile sahip çıkamaz. Töre gereği kardeşinin karısını alır Necmettin ama hapse geri dönmez, atına biner ve dörtnala uzaklaşır. Hikayelerden zayıf yani taşrada aşkla sınırlı olanı atılsa, didaktik itiraf bölümü yeniden ele alınabilse “Yol” mükemmel bir film olurdu. Ama o koşullarda eline kamera almak bile kahramanlıktır ve “Yol” Cannes’da Altin Palmiye’yi kazanarak çok iyi bir film olduğunu kanıtlamıştır. |