Tarih: Mart 1996
Gazete/Dergi: Müzük
‘Münekkitlerin heykelini dikmezler.’ Babama sinema eleştiri yazdığımı söylediğimde bana bunu söylemişti. Münekkid, tenkid eden yani eleştirmen demek. Eleştirmen ne demek? Eleştiren adam??? Eleştir-men…men…meni…Masturbatif bir uğraş olduğunun ipuçları mı gizli acaba bu adda?
‘Ben sinema eleştirmeni değilim’. Asıl olarak başka bir işle uğraşan biri sinema üzerine bir yazı yazınca genellikle böyle bir cümle kullanır. Haddimi biliyorum, bunlar naçizane benim fikirlerim, demek ister. Had… Sınır mı demek? Herhalde. Ben biliyor muyum haddimi?
‘Bir insan nasıl sinema eleştirmeni olur? Sinema eleştirisi yazarsa olur. Sinema eleştirmenleriyle, eleştirmemenleri arasındaki bütün fark bu. Bence. Ben yalnızca bir sinema eleştirmeniyim, olayın bilimsel yönlerini bilemeyeceğim… Bildiğim heykelimi dikmeyecekleri. Babam öyle diyo… Zaten sinemacıların bile heykelini dikmiyorlar. Hem heykelimi dikseler ne yazar?
İşte yine bir sinemanın önündeyim. Bir filme yetişmeye çalışırken kopardığım aşil tendonum iki aydır beni koltuk değneklerine mahkum ettiği için artık gideceğim filmleri seçerken yeni bir kıstas geliştirmiş bulunuyorum. Sinemanın çok fazla basamağı olmamalı. Ama sağlıksızlığımın yalnızca fiziksel olduğundan şüpheliyim. Cuma gecesi yapacak daha iyi bir şey niye bulamıyorum? Ben manyak mıyım? Ne gerek var şimdi Stalinizmin ne kadar boktan bir şey olduğunu bir kez daha teyid etmeye? Git ‘Dokuza Ay’a, sinemaya gitmekten başka yapacak bir şey bulamadıysan. Küçük bir ihtimal ama belki de eğlenirsin! Ama hayır, Şeytan azapta gerek! Yılların deneyimiyle, sıkılacağımdan emin olduğum bir filme gideceğim! ‘Güneş Yanığı’, geliyorum işte! Nikita Mikhalkof, geçen yıl ‘Urga’ ile beni yıldıracağını sarmıştı ama başaramadı. Express’ten ona kan kusmuştum. Ama anlaşılan yeterince etkili olamamışım. Mikhalkof’un bu kez daha iyi hazırlanmış olarak çıkacağından eminim. Netekim yanılmamışım. Bu kez uyumamak için kendimi zor tutuyorum. Allah’tan Ayşegül (sevgili eşim) yanımda o filmi her zamanki gibi benden daha dikkatli izliyor.
‘Urga’ Venedik’ten Altın Aslan almıştı galiba. Bu kez yabancı film Oscar’ı var. Heykelini diktiremese de, heykelcik toplamayı başarıyor adam. Ama duyduğuma göre Mikhalkof milletvekili de olmuş. Artık onun her şeyini dikebilirler. Aslında bildiğiniz gibi büyük nefretler, büyük aşklardan doğar. Tersi de doğrudur. İtiraf ediyorum. Ben Nikita’yı çok sevmiştim. O zamanlar daha sosyalizme inancım tamdı. Niki de, Çernomirdin’in iktidardaki partisinden milletvekili değildi. SSCB diye bir ülke vardı. Mikhalkof’un ‘Aşk Kölesi’ diye bir filmini görmüştüm Sinema Günleri’nde. Sonra bir daha görmüştüm. Ekim devrimini yapanlara selam çakıyordu Mikhalkof o filminde. Aslında Niki’nin devrimcilere olan sempatisi hala sürüyor denebilir. ‘Güneş Yanığı’nın kahramanı ne öyle? Yakışıklılık desen onda, yürek desen onda, iyi kalplilik desen onda, yok yok adamda. 4/4’lük. Ama biraz saf. Tek kusuru, ölümcül kusuru bu. Filmin kahramanları ikiye ayrılıyor İyi güzel ve sempatik olanlar bir grupta. Kahvesini höpürdeterek içen kötü ve çirkinler diğer tarafta. Bir de iki dünyada da bulunmuş bir siyasi polis. Kötü ama intihar edecek kadar da insan. Filmde ne oluyor efendim? Niki, Ettore Scola’nın kötü bir kopyası olmuş. Bir sürü izlenimci sahneyle insanlar tanıyoruz. Hayat pek hoş. İnsanlar pek komik. Sonra kötü adam geliyor. Bu güzelliğe bir son veriyor. Ruslar bu filmde Fransızca konuşuyor. Bari Türkçe dublaj yapılsaymış. Türkçe altyazılar da son derece ekonomik kullanılmış. On dakika konuşmaya bir cümle gibi bir oranda. Film bitiyor. Gerçek bir mazohist olarak filmde çektiğim sıkıntı yetmemiş gibi, bile bile niye bu filme gittim diye kendime hesap sormaya devam ediyorum. Stalin’in kötü olduğunu bir daha müşahede etmeye ne gerek vardı? Şimdi gerçek bir eleştirmen cümlesi kurmaya çalışayım. Bu filmi hala görmediyseniz, kaçırma şansınız hala var demektir. Ama bundan bana ne? Benim derdim bana yeter. Daha bir kızım olur da 13 yaşına gelince bir Yukarı Voltalı’ya* aşık olursa ne yapacağıma karar verememişken, ya bir oğlum olur ve beni örnek alıp eleştirmen olursa ne yapacağım sorusu kafamı kurcalamaya başladı. Mesela müstakbel oğluma kız istemeye gitmişiz ve kızın babası soruyor:
‘Oğlunuz ne iş yapar?’
Ben: ‘Eleştirir.’
O: ‘Ne gibi yani?’
Ben: ‘Yani başkalarının yaptığı filmleri eleştirir. Mesela Mikhalkof’tan nefret eder. Tıpkı babasına çekmiş. Oğlum Mikhalkof’u bir eleştir de görsünler.’
Oğlum: ‘Ama baba!’
Ben: ‘Hadi hadi utanma.’
Oğlum: ‘Peki. Ama sadece birkaç cümle. Mikhalkof sineması karşıtlıklar üzerine kuruludur. Köylülük-kentlilik, iyilik-kötülük gibi. İncelikli bir sinema gibi göstermeyi her nasılsa başarsa da, aslında Mikhalkof’un sinemasının temelinde böyle…’
Üff, ne korkunç değil mi? Oğlum olursa kulağını küçükken bükücem. Şimdi gelelim Yukarı Voltalı sorunsalını nasıl halledeceğime…
* Dramatik etki uğruna ülkelerinin eski adını kullanmadığım için Burkino Fassolulardan özür dilerim. Yine de kızımı vermeme hakkımı saklı tutuyorum.