Tarih: Ağustos 2002
Gazete/Dergi: Roll
Cüneyt Cebenoyan ve Gökhan Pamuk
Calexico
Asya’dan Bir Kartpostal
Hayat nasıl gidiyor görüşmeyeli?
Joey Burns: Kafa dinledik biraz. Son birkaç senedir turnelerle, albüm hazırlıklarıyla, kayıtlarla çok haşır neşirdik. Özellikle Avrupa’da işler iyi gitti.
John Convertino bir solo albüm yapacakmış.
Evet evet. Ama şimdilik sadece bir 45’lik. Geçen gün dinledim, ikisi de birbirinden güzel şarkılar. Her zaman onu veya çevremdeki diğer arkadaşları cesaretlendirmeye çalıştım. Gidin, içinizden geleni yapın, ister solo olsun, isterseniz grupla çalalım… John’a mesela, hep başladığı bir şarkıyı sonuna kadar götürmesini söylerim. Kendisi oldukça çekingendir, biliyorsunuz.
Calexico şarkılarına benziyor mu John’un besteleri?
Evet, benziyor sayılır. Enstrümantal zaten. Piyano, vurmalılar… Daha çok piyanoya ağırlık verdi. Ama dedim ya, utangaç olduğu için evinde 4 kanallı teybine kaydediyor, öyle getiriyor stüdyoya.
Çok çeşitli sanatçılarla da ortak şeyler yapıyorsunuz….
Evet. Neko Case’le, Giant Sand’le… Neko Case inanılmaz bir şarkıcı, New Pornographers diye bir grupla da çalışıyor. Tuscon’lu başka sanatçılarla da çalıştık. Şehrin merkezi bizim için gerçekten önemli. Temposu, hareketi… Bazen bir yerde durmak ve toprağı hissetmek lazım.
Fransızlarla sizin gibi Amerika’nın güneyinden gelen gruplar arasında bir yakınlaşma var… Siz de Amor Belham Duo, Françoiz Breut, Jean-Louis Murat’yla çalıştınız mesela… Evet. Sadece Fransızlarla değil, Almanlarla da, hatta tüm Avrupa’yla bir temasımız var. Bütün enstrümanlarınızı toplayıp getiriyorsunuz, tarihinizi, dışavurmak istediklerinizi, ifade biçiminizi, kültürünüzü, kısaca tüm birikiminizi… Onlar da aynı şeyi yapıyorlar. Yavaş yavaş birbirine geçişmeye başlıyor her şey.
Bu ortak çalışmaların hemen hepsinde ibre, sanki güneyli seslere daha yakın duruyor. Ama hem tanıdık, hem yepyeni bir hibrid çıkıyor ortaya…
Belki. Ama biz de yaşlı kıtadan, Avrupa kültüründen çok şey alıyoruz.. Portekiz’in fado’su en başta geliyor mesela. Büyükbabam Alman-Amerikan kökenli, John’un (Convertino) ailesi de İtalyan. Akordeon, piyano çalan bir babası var. Bizim evde de polkalar filan çalınırdı. Bilemiyorum, bir tür kontakt işte.
İnsanın geçmişinde izleri bulunması da gerekmiyor galiba. Mesela Blur’den Damon Albam’ın Malili müzisyenlerle yaptığı harika bir albüm var. Dinlediniz mi?
Aa hayır, iyi mi albüm? O şarkıcıyı oldukça beğenirim. Gitaristlerini de tabii. Afrika kültürüyle böyle birleşmeler, denemeler bir süredir epey revaçta… Mesela Bonnie Raitt de Afrikalı bir grupla albüm yapmıştı, keza Paul Simon…
David Byrne’ün de Afrika ve Latin tutkusu malûm…
Ah, elbette David Byrne… O adam muhteşem. Bir keresinde karşılaştık ve tanıştık. Büyük bir ilham kaynağı… Bu tür kolaborasyonların gelecekte daha da artacağını tahmin ediyorum. İnternet bütün kapıları açtı, rahatça karşılıklı konuşmak, sıkı bir iletişim sağlamak mümkün. Deneyimi, birikimi paylaşmak kolaylaştı, bir yerden bir yere gitmeye gerek kalmadı. Gerçi ben seyahati tercih ederim, o ayrı.
Tur listenize bir göz attık, 14 günde 13 konser veriyorsunuz. Dün Viyana’da konserdeydiniz; İstanbul’dan hemen sonra, yarın akşam Köln’desiniz… Çok yoğun değil mi?
Eskiden genellikle kendi kullandığımız bir karavanla turneye çıkardık. Uzun mesafelerde bu işi yapmak neredeyse imkânsızdı ama. O yüzden içinde yatacak yerleri olan bir otobüs kiraladık. Şimdi bu uzun mesafelerin altından kalkmak çok daha kolay. Bir boş günümüz vardı, onu da Viyana da geçirdik. Viyana çok güzel. Ama iki haftalık bir program bizim için çok kısa sayılır. “Momentum’u korumak her zaman iyidir. Turnelerde çok bos gün olduğunda çok daha masraflı oluyor, bir de o momentum’u bir ölçüde yitiriyorsun. Turneden sonra tatil yapmak her zaman mümkün. Ben de öyle yapacağım. Bu turneye Tuscon ‘dan bir arkadaşımı getirdim. Rainer Ptacek’in oğlu. Rainer çok meşhur bir slide gitaristi. Tuscon’da yetişmişti. Howe Gelb’in (Giand Sand) de yakın dostuydu. Birkaç yıl önce beyin tümöründen genç yaşta öldü. Turne bitince oğluyla Prag’a gidip babasının akrabalarını ziyaret edeceğiz. Yanında babasının küllerinden getirdi. Bu yolculuk onun hem ilk uçak yolculuğuydu, hem de Avrupa’ya ilk gelişi. Çok da keyif alıyor. Birisinin Avrupa hakkındaki ilk izlenimlerine şahit olmak da çok keyifli. Avrupa’nın güzelliği karşısında dili tutuldu.
Yarın Köln konseriniz olmasa, İstanbul’da daha uzun vakit geçirmek ister miydiniz?
Çok isterdim. Gerçi Köln de harika bir şehir. Daha önce defalarca çaldığımız bir kulüpte çalacağız. Kulübün bir nevi yıldönümü olacak; buna katılıyor olmak da çok güzel. Ama burada kalmayı, tarihî yarımadayı gezmeyi ve Asya tarafını görmeyi tercih ederdim. Geçen hafta babamın doğumgünü vardı, Asya yakasına geçip ona oradan bir kart atmak ve buraya özel birkaç hediye almayı isterdim. Bu köprüler (bulunduğumuz yerden Boğaz Köprüsü görünüyor) olmadan önce insanlar ne yapıyordu? Vapurla mı geçiyordu?
Evet. Vapur hâlâ var, ama iki yaka arasından ana bağlantı köprüler. Bu ilk köprü 1973’te yapıldı.
1973’te mi? Ama daha önce de başka köprü vardı herhalde?
Hayır, sadece vapur vardı…
Cool!..
Aslinda biz de sizin gibi bir sınırda yaşıyoruz. Asya, Avrupa, Doğu, Batı… Her gün kıtalararası yolculuklar yapılıyor.
Çevrenizde çeşitlilik olduğunu bilmek çok hoş bir şey. İnsan her dakika bir şeyler kapıyor. Gerçi çeşitlilik içinde yaşamak her zaman kolay değil, ama kıymetini biliyorsunuzdur. İnsanı sorular sormaya yönelten bir durum; kim olduğumuz ne yaptığımız, hayatı nasıl iyileştirebileceğimiz gibi sorular. Dinleyerek, öğrenerek… Son birkaç yılda çalışma tempomuzu yavaşlatmamızın nedenlerinden biri buydu. “Neler oluyor?”, “şu anda neredeyiz?” gibi sorulara cevap aramak ve bulmak güzel. Oldukça iyi bir yere geldik. Bunları yapmış olmak çok hoştu, ama hayatta en önemli şeyler bunlar değil. “Müzikle ne yapabiliriz?” sorusuna cevap aradık. Ama ciddi olarak ve yapabileceğimizin sınırlarını bilerek. Çevremizdekilere yardım amaçlı çeşitli konserler veriyoruz, bazen programımızı kesintiye uğratıp belli bir zamanımızı başkalarına adıyoruz. Bazı yardım amaçlı albümler yaptık ya da Arizona’daki bazı yerel sorunlarla ilgilendik. Gençler için bir okul programına katkıda bulunduk. Mariachi Luz De Luna grubunun bazı elemanlarıyla birlikte evsizlere yardım projesine bir şarkı yaptık. Sınırın gittikçe daha fazla denetlenmesine karşı bir şeyler yapmava çalıştık. İş bulmaya gelen Meksikalı göçmenleri durdurmak için daha fazla sınır devriyesi görevlendirildi. Göçmenler yine de geliyorlar. Hayatta kalmayı başarmak, çölde yolunu bulmak çok zor. Çok kurak ve su yok. Şu ana kadar 14 kişi öldü. Birkaç yıl önce bölgedeki bir kilise ve rahibi bir su istasyonu inşa etti, insanlar hiç olmazsa su bulabilsinler diye. Göçmenler “coyote” (kır kurdu) dedikleri adamlar tarafından kandırılıyorlar. Bu coyote’ler göçmenleri Meksika’dan alıyor, para karşılığında onları çölden geçirmeyi ve ABD’de bir noktaya bırakmayı taahhüt ediyorlar. Ama göçmenler genellikle kandırılıyor ve kötü muameleye maruz kalıyor.
İnsan ticareti bu bölgede de büyük sorun. Göçmenler Avrupa ya götürülecekleri vaadiyle teknelere bindiriliyor. Birçoğu batan gemilerle boğuluyor ya da alakasız yerlerde terkediliyor.
Başaranlar oldukça, denemeye devam edecekler. Hayatlarını riske ettiklerine göre, onlar için bunun değeri çok fazla olmalı. Bazen ne kadar büyük bir risk aldıklarının farkındalar mı diye düşünüyorum. Ama olan oluyor. Kendilerine ve ailelerine daha iyi bir yaşam kurabilmek için deniyorlar… Duydunuz mu, bugün haberlerde gördüm, Afganistan yanlışlıkla bombalanmış. Böyle şeyleri duymaktan nefret ediyorum… Garip tabii, bütün bunlar evde kedimle oynarken ve çiçeklerimi sularken düşündüğüm şeyler. Ve şehirde bisikletime binerken.
Sizin hep çiftlik gibi bir yerde yaşadığınızı hayal etmişizdir. Şehirde değil.
Bunu yapmayı düşünmüşümdür hep. Tuscon’da yaşadığımız yer çok mütevazıdır. Eyaletin, ülkenin değişik yerlerinden, başka ülkelerden insanlar gelir geçer oradan. Bir tür kavşak gibi… Kendi payıma, aynı anda birçok yöne çekiliyor gibiyim. Bir yanım uzak, yeşil ve sulak bir yerde yaşamayı arzuluyor. Ama diğer yanım da şehir merkezinde olmak istiyor. Çünkü şehir ilham veriyor. Her köşede bir hikaye var… İstanbul göründüğü kadarıyla aşırı büyük bir şehir, büyük bir liman. Burada eski yerlere gitmek isterdim. İhtiyar barlarına.
İhtiyar barları?
Neden söz ettiğimi anlıyor musunuz? Bazı yerler vardır, mobilyalar, masa, sandalye, içerdeki her şey eskidir. Belki yüz yıldır çivi çakılmamıştır. Bu tip yerleri keşfetmek isterdim. Tuscon’da böyle birkaç yer var. İçerdekiler genellikle feleğin çemberinden geçmiş insanlar. İnanılmaz hikayeleri var. Şehrin uzak, zengin mahallelerinde yaşayan insanlardan çok daha ilginç hayatlar… Öbürleri zengindirler, ama sığ ve mutsuzdurlar. Özellikle sınırı geçip Meksika’nın kasabalarına gidersen, fark daha da çarpıcıdır. Hissedersin. Hayatı çok daha dolu dolu yaşarlar.
Amerika’da zenci mahallelerinde gezerken, insanların topluca, cemaat halinde yaşadıklarını görüyorsun. Oysa zengin beyaz mahallelerinde sokakta insan yok. Bazen, Amerika’da zenci olmak lazım, onlar daha mutlu olsalar gerek diye düşünüyor insan. Çözmüşsün meseleyi. Aynen dediğin gibi. (gülüyor)
Anahtar sözcük: Söyleşi