TARİH:  13 Mart 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün

Bir filmin düşündürücü olması, güzel bir şey. “Zindan Adası”ndan pek düşünceli çıkmadım, bana pek de yabancısı olmadığım bir tarzda, pek de yeni bir şey söylemeyen bir film gibi gelmişti. Filmle ilgili yazıları, filmin temel aldığı romanın yazarıyla yapılan söyleşileri okuduktan sonra, şimdi filmi bir kez daha izlemem gerektiğini düşünüyorum. Sandığımın tersine sağdan değil soldan bakan, McCarthy dönemi üzerinden ABD’nin yakın geçmişini, Bush dönemimi eleştiren bir film var karşımızda. Fakat, film rengini biraz daha açık etseymiş keşke.

SAVAŞ SUÇU İŞLEMEK
“Zindan Adası” iki dedektifin suça eğilimli ruh hastalarının “tedavi” edildiği bir adaya gelmeleriyle başlıyor. Dedektifler sıkı koruma altındaki bir hastanın kaçışının ardındaki sırrı araştırıyorlar. Hasta üç çocuğunu öldürmüş bir kadın. Baş dedektifin bir de kişisel meselesi var: Karısının ölümüne neden olan yangını çıkaran kundakçı da adadaki hastanede. Dedektifin karısının ölümünün dışında yaşamış olduğu başka travmalar da var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Dachau’daki toplama kampında Nazilerin vahşetini görmüş, oradaki insanları kurtaramamış olmanın suçluluk duygusunu yaşamış. Bunla da kalmamış kendisi de orada teslim olmuş Nazileri öldürerek savaş suçu işlemiş. Suçluluk duygusu katmerlenmiş. Adadaki doktorlar ise çok güvenilir görünmüyorlar. Birisi Almanya’dan göç etmiş, belki de eski bir Nazi. Diğeri ilaç ya da ameliyata dayalı tedaviler yerine konuşma tedavisi uygulamayı yeğlediğini söylüyor ama o da yine de güvenilir gözükmüyor. Dedektifler bir süre sonra kendi zihinlerinin de gizlice verilen ilaçlarla bulandırıldığını düşünmeye başlıyorlar. Seyirci olarak biz ne görüyoruz? Bulanık zihinlerin algıladıklarını mı? Yoksa…?
Film, 1954’te yani Soğuk Savaş döneminde geçiyor. ABD’de müthiş bir paranoyanın hüküm sürdüğü, solculara, komünistlere yaşam hakkı tanınmadığı, senatör McCarthy öncülüğünde düşünce özgürlüğünün yok edildiği bir dönem. Ve yazar Dennis Lehane’i kitabını yazmaya iten neden de McCarthy dönemiyle, Bush dönemi arasında kurduğu benzerlikler.
11 Eylül sonrasında çıkan yasalar (Patriot Act özellikle) ABD’de ifade özgürlüğünü kısıtlamış; terörizme karşı savaş teranesi altında bütün aykırı sesleri susturmuştu. Lehane’i dehşete düşüren de bu olmuş. “İfade edemezseniz düşünemezsiniz, beyniniz bu baskıyı kaldıramaz ve kafaca da değişirsiniz” (12 Eylül sonrasında bizim başımıza da gelen bu) diyen Lehane, 2001 sonrasını 1954’e bakarak anlatmış.
Fırtınayla dış dünyadan kopmuş bir adada, klostrofobik bir ortam yaratmış ve travmalarını aşıp hayata devam etmede güçlük çeken bir kahramanı başrole oturtmuş.

BEYİN YIKAMA ÇALIŞMALARI
Mesele şurda, Bush sonrasında iktidara gelen Obama temel politikalarda bir değişiklik yapmamasına rağmen, ruh hali çok değişti. Artık Amerikan aydını başkanına ve ordusuna güveniyor, ülkesine inanıyor. Dünyada da az çok aynı hava esiyor. Lehane’in romanının çıktığı tarihle (2003), Martin Scorsese’nin filminin vizyona girdiği tarih (2010) arasında yedi yıl var. Filmi bugünün ABD’sinin resmi olarak okumak güçleşti. O zaman da film, bildik sularda yüzen bir psikolojik gerilimmiş gibi algılanabiliyor. Oysa filmde, kimin hikayesinin doğruyu yansıttığı belli değil. Ben düz okumam sonrasında filme biraz da kızmıştım, sanki ABD’de psikoloji bilimi, beyin yıkama çalışmalarına hizmet etmemiş gibi bir anlam çıkıyor diye. Bir de tabii, politik alt-metin romanda filme göre daha belirgin olabilir, romanı okumadığım için bilemiyorum. Kısacası filmi seyredin ve resmi ideolojiye güvenilmeyeceğini aklınızda tutun. Eleştirmeniniz de, çıkan yazıları, Lehane’le yapılan söyleşileri okumasaydı, başka bir yazı yazmış olacaktı. Bunu her zaman yap(a)mayabilir, bu da (genelde) aklınızda olsun!
Hurt Locker: İmaj, sen nelere kadirsin!
Son Oscar ödülünün adayları  Bush’un son yıllarında karşı karşıya gelselerdi sonuç  çok farklı olurdu. O yıllarda ‘Avatar’ silip süpürür, ‘Hurt Locker’ ise muhtemelen aday bile olamazdı. 11 Eylül’den hemen sonra Hollywood’a büyük bir sükunet hakimdi. Oscar törenleri sıkı denetim altındaydı ve kimse, Bush yönetimi aleyhine bir şey söyleyemiyordu. Ya rejimden yanaydınız ya da karşısında. O dönemlerde aslında ABD’nin yaptıklarıyla imajı gayet iyi örtüşüyordu. Saldırgan politikalara saldırgan bir söylem hakimdi. Ama çoğunluğunu liberallerin oluşturduğu Hollywood entelijensiyası bu söylemle uyumunu uzun süre sürdürmedi. Bush’a karşı oluşan Michael Moore’un açtığı çatlak büyüdü.
Liberallerin gücü yine de Cumhuriyetçi Partiyi iktidardan indirmeye yetmeyecekti belki ama imdada ekonomik kriz yetişti ve gayet demokrat bir söylem tutturan Obama iktidara geldi. Ve sadece Amerika’nın aydınları, sanatçıları değil, dünya ABD’yle barışıverdi. ABD’nin yerlerde sürünen imajı birden düzeliverdi. Aslında değişen sadece de buydu, imajdı yani. İşgaller sürüyor, hatta savaş Pakistan’a yayılıyor ve İran’la gerginlik tırmanıyordu. Ekonomi cephesinde de krizin sorumlusu bankalar halkın parasıyla kurtarılıyordu. Mal aynı maldı ama ambalaj değişmişti. Bu da anlaşılan Hollywood’un devleti ve ordusuyla barışması için yeterliydi.

BİLİNÇLİ STRATEJİ
Birçok açıdan muhafazakar ve klişelerden oluşan bir film olmakla birlikte yine de bir başka gezegenin işgalini eleştiren, karşı çıkan ‘Avatar’, Bush’lu yıllarda Akademi’nin hissiyatına karşılık gelecek ve Oscar’ı alacaktı. Ama ‘Avatar’ geç kaldı. ‘Hurt Locker’ ise bilinçli bir stratejiyle zamanının gelmesi için bekletilen, bittikten bir yıldan daha uzun bir süre sonra vizyona sokulan bir film. Bir zamanlama başarısı! Çünkü artık iktidarda Obama var ve ABD artık eski zorba ABD değil! Yani, artık ABD’li sinemacılar ve aydınların çoğu buna inanıyor. Hurt Locker’da katleden, tecavüz eden, işkence uygulayan Amerikan askerleri yok. Filmde bomba imha eden, Iraklılarla iletişim kurmaya çalışan, sadece Amerikalıları değil Iraklıları da kurtaran askerler var. Artık orduyla barışma zamanı gelmişti zaten. Ve Hurt Locker bu hissiyata tercüman oldu, sonuçta da Oscarları götürdü.
Bir filmi anlattıklarıyla değil de anlatmadıklarıyla eleştirmek haksızlık mı? Irak’taki Amerikan askerinin dar perspektifinden olaylara bakmak yanlış mı? Evet, yanlış. Bundan hiç şüphem yok. Eğer aydınsanız bu sorumluluğunuz var. Kathryn Bigelow’un, Irak savaşı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda “ben hakim değilim, bilemem” tarzı cevaplar vererek kaçması (Sabah’ta çıkan röportajından) oralarda kabul edilebilir belki ama buralarda kabul edilemez. Irak Savaşı hakkında fikrin yoksa, fikrin olan konularda film yap!
Kaldı ki elbette bir fikri var Bigelow’un. Film boyunca anlaşılmaz bir dille (Arapça yani) konuşan, güvenilemeyecek, güvendiğinizde ise sizi öldürecek Iraklılarla dolu film. Kısaca Irak’ta Iraklılar “ötekiler”i oynuyor. Bir de Bigelow’un Oscar’ı kazanan ilk kadın olması nedeniyle elde ettiği tarihi konum var. Bigelow kadın yönetmenlerin en erkeği. Aksiyon filmleri yapan, erkek dünyasını anlatan bir kadın. Hurt Locker’da filmin kahramanı olan bomba imha uzmanı kısa süreyle ülkesine dönüyor ve karısı ile oğluna kavuşuyor. Ama bu evcil dünya ne kahramana ne de Bigelow’a uygun. Ne yani şimdi süpermarkette hangi mısır gevreğini almakla mı uğraşacak adamımız, bomba imha edip ölümün kıyısında yaşamak varken? Kendine bir dünya kurmayı beceremeyen bu adamın ruh halini derinlemesine anlatmaya çalışsa yine de saygı değer bir iş çıkarmış olurdu yönetmen. Ya da kapitalist dünyada gündelik hayatın eleştirisine soyunsa. Ama yönetmenin bunlarla kaybedecek vakti yok, kahraman askerlere (biraz kafadan kontak da olsalar) selam çakmak varken. Yazık, entelektüel düzeyi yerlerde sürünen bir film daha Oscar’ı aldı. Bütün dünya, biz de dahil bu gösteriye dahil olduk.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com