Tarih: Şubat 2012
Gazete/Dergi: Milliyet Sanat
Steve McQueen, günümüzün en heyecan verici genç yönetmenlerinden biri, “Açlık / Hunger”dan sonra bu ay ikinci filmi “Utanç / Shame” gösterime giriyor. Yine okumaya çok açık bir filmle karşı karşıyayız.
HER kuşağın kendisine ait bir Steve McQueen’i olması lazım. Oyuncu ya da yönetmen olması fark etmez. 1980’de elli yaşında ölen Amerikalı Steve McQueen, döneminin en sevilen oyuncularından biriydi. O öldüğünde henüz on bir yaşında olan ve Britanyalı adaşı Steve McQueen ise 2000’li yılların adından en çok söz ettiren yönetmenlerinden biri olmayı sadece iki filmlik kariyeriyle bile başarmış durumda.
Yönetmen McQueen’in film kariyeri uzun metrajlı filmlerden önce sanat galerilerinde sergilenen videolarıyla başlıyor. McQueen çektiği videolarla ’90’ların en önemli çağdaş sanatçılarından biri oluyor ve 1999’da prestijli Turner Ödülü’nü kazanıyor. Britanya İmparatorluğu nişanlarıyla da ödüllendirilen sanatçı 2008’de ilk uzun metrajlı filmi “Açlık / Hunger”la da büyük bir başarı elde ediyor. Başka birçok ödülün yanı sıra “Açlık”, Cannes Film Festivali’nde en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera’yı kazanıyor. 1981’deki IRA militanlarının açlık grevlerini anlatan film, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren “Demir Leydi / The Iron Lady” den çok daha etkili ve doğru bir Thatcherportresi de çiziyordu ve bunu Thatcher’ın sadece sesini vererek başarıyordu. Açlık grevinde hayatını kaybeden Bobby Sands rolüyle sinema çok önemli bir de oyuncu kazanacaktı: Michael Fassbender! “Tehlikeli İlişki / A Dangerous Method” dan “Jane Eyre” ve “X-Men’e kadar birçok filmde izlediğimiz Fassbender, “Utanç / Shame” de de başrolde yer alıyor.
Pek çok filmle akraba
Yazının devamında “Utanç”tan söz edeceğim. Bu bölümü, filmi seyrettikten sonra okumanızı öneririm. Hem filmin sırlarını koruması hem de yazının daha iyi anlaşılabilmesi açısından bunun önemli olabileceğini düşünüyorum. “Utanç”ın ne kadar çok Türk filmini akla getirdiğini görmek şaşırtıcı. Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ı, Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ı ve Tolga Örnek’in “Kaybedenler Kulübü” sinema yazarlarının ve benim aklıma gelen filmler arasındaydı. Dış basında ise “Utanç” denilince bahsedilen daha çok iki film var gibi: Taksi şoförü / Taxi Driver” (Martin Scorsese) ve “Amerikan Sapığı / American Psycho” (Mary Harron).
Utanç”ın bu kadar çok filmi akla getirmesi özgün bir film olmadığı anlamına gelmiyor. Zaten tek bir filmi akla getirseydi bir öykünmeden söz edebilirdik. Utanç”ın diğer filmlerle akrabalığı anlattığı kahramanının ruh hali ve yaşam tarzıyla ilgili. Brandon Sullivan yani “Utanç”ın kahramanı şöyle biri: Yalnız, anlık hazlar peşinde koşan, kadınlar konusunda son derece başarılı ama nihayetinde kalıcı bir ilişkisi olmayan, ev, araba ve iş sahibi ama yine de bir kaybeden, çağdaş bir New Yorklu. Brandon’ı canlandıran Michael Fassbender ve yönetmen Steve McQueen yaptıkları söyleşilerde Brandon’ı bir seks bağımlısı olarak tanımlıyorlar. Yani tanısı konmuş bir hastalıktan muzdarip bir adam. Ama filmde bundan daha fazlası da var.
Sürekliliği ve geleceği olmayan ilişkiler yaşamanın tek nedeni anlık hazlar peşinde koşmak değil. Gelecek olmaması geçmişle de bir kopukluğu şart koşuyor. Bir tür hafızasızlık gerektiriyor. Brandon’ın geleceksiz yaşayabilmesi için geçmişi de olmaması lazım ki Brandon da geçmişini unutmaya çalışıyor zaten. Ama geçmiş bir hayalet gibi peşinden geliyor: Kız kardeşi Sissy kılığında!
Kötü bir yerden…
O zaman baştan alalım! Kim bu kardeşler, nerden geliyorlar? Anne-babaları kim? Filmde kısmi cevaplar alıyoruz. Doğma büyüme New Yorklu değiller bir defa. Taşra kökenliler. İrlanda’da doğmuş, New Jersey’de büyümüş ve nihayetinde kapağı New York’a atmışlar. Şarkıda söylendiği gibi: “If you can make it there/ You’ll make it anywhere!”. Yani New York’ta hayatta kalabiliyorsan her yerde hayatta kalırsın! Gerçi New York’a kapağı tam anlamıyla atan Brandon; kız kardeşi Sissy daha şekilsiz, daha amorf bir hayata sahip. Kendi sözcükleriyle ‘her yerde yaşıyor, kendine ait bir evi yok. Kendine ait bir adamı da yok, o gün tanıştığı bir erkekle yatabiliyor. Tıpkı abisi Brandon’ın kendine ait bir kadını olmadığı gibi (Ait sözcüğüyle mülk sahibi olmayı değil, birine sahip çıkmayı ve biri tarafından sahip çıkılmayı kast ediyorum).
Peki anne-baba hakkında ne biliyoruz? Sissy şunu söylüyor: “Biz kötü insanlar değiliz, kötü bir yerden geliyoruz”. Kötü yerle kastı coğrafi değil, ailevi. Bu iki kardeş, belli ki ilişkilerin son derece kötü olduğu, işlevsiz bir aileden geliyorlar. İkisi de olgun birer yetişkine dönüşememişler. İnsanlarla ilişkileri berbat durumda. Yapayalnızlar. Birbirleriyle ilişkileri de ensestin bir aile geleneği olduğunu düşündürecek kadar acayip. Film bu konuda net bir şey söylemiyor ama ima ediyor, hatta daha fazlasını yapıyor. Brandon’ın başarılı bir beyaz yakalı olduğunu, kadınlar üzerindeki müthiş etkisini ve patronunun göz koyduğu kadını nasıl elde ettiğini görüyoruz önce. Patronun kadınınıÖdipal karmaşa çerçevesinde babanın kadını olarak düşünebiliriz. Barda tanıştığı o kadının, Brandon için özel bir anlamı olmadığını biliyoruz. Patronunun elinden alıp o gece sokakta onunla seviştikten sonra kadını bir daha görmüyoruz zaten. Kadının tek özelliği var Brandon için, o da patronu tarafından arzulanmış olması. Buradan Brandon’ın babasıyla rekabetini sürdüğü, annesini ele geçirme arzusunu hayata geçirmeye çalıştığını söylemek mümkün.
Sissy filme önce sesiyle giriyor. Brandon, Sissy’nin telefonla aramalarını yanıtlamıyor ama kayıt cihazından dolayı Sissy’yi duyabiliyoruz. Ve sonra bir gece Brandon eve geldiğinde banyosunda birisinin olduğunu fark ediyor. Eline aldığı fallik beyzbol sopasıyla banyoya girdiğinde, yıkanan Sissy’yle karşılaşıyor. Sissy’nin çıplaklığını gizlemeye çalışmaması, hatta havlusunu bir aşamada abisinin üzerine atarak çırılçıplak kalması, kardeşler arasında cinsel sınırların oluşmadığını gösteriyor. Bir sonraki planda Brandon fallik sopasını Sissy’nin tüylü atkısından geçiriyor! Bunun sembolik bir anlamı olmadığını düşünmüyorum. Sissy’nin ileriki bir aşamada Brandon’ın patronuyla/babasıyla yatması ise Brandon’ı çileden çıkarıyor, kıskançlık krizine girmesine neden oluyor!
Fakat Sissy ile Brandon’ın birbirleriyle ilişkilerine yaklaşımları farklı. Sissy aralarındaki geçmişi aynen sürdürmek istiyor. Abisinin koynuna girmekte bir sakınca görmüyor, onunla alenen flört ediyor. Belli ki Sissy ensesti de şu ya da bu düzeyde içeren acılı bir ilişkiyi devam ettirmekten yana. Brandon ise bu ilişkiye bir sınır getirip geliştirmeyi, geleceğe taşımayı beceremiyor. Onun bulduğu tek çözüm ilişkiyi tümden yok etmek. Ama bu ilişkinin kaybını kendisi de taşıyabilecek durumda değil.
Geçmişsiz ve geleceksiz
Brandon’ın büyümesi ancak kendi geçmişini kabul etmesi, kardeşiyle sorunlu ve çocuksu ilişkisini yetişkin bir ilişkiye dönüştürebilmesine bağlı. Ama Brandon bunu yapamıyor. Yapabildiği tek şey geçmişini, annesini, babasını ve kardeşini unutmak! Ve geçmişsiz olduğu için geleceksiz bir şekilde yaşamak
Brandon’ı nasıl hâlâ bir çocuk olduğunu, büyüyemediğini en iyi gördüğümüz sahneler iş yerinden bir kadınla çıktığı sahneler. Brandon aynı işyerinde çalıştığı Marianne’den hoşlanıyor (Marianne’in de patronun bir çalışanı/kadını olduğunu düşünebiliriz). Ve bir akşam yemeğe çıkıyor Brandon ve Marianne. Yemeğe geç kalan, partnerini bekleten Marianne değil Brandon oluyor. Brandon ne yapacağını, ne istediğini bilemiyor belli ki. Yemekte Brandon, Marianne’le ilişki kurmaya çalışırken ilişki kurmanın ne kadar anlamsız olduğuna dair teorilerini anlatıyor! Tabii ki bu çelişkili hal Marianne’in gözünden kaçmıyor. Yemekten sonra birlikte yürürlerken Brandon iyice çocuklaşıyor. “Böö!” diye Marianne’i korkutuyor (gerçekten!), çocukluktan bir anısını anlatıyor ve anket defterlerinde sorulan cinsten bir soru soruyor Marianne’e: Geçmişte bir dönemde yaşamak istersen hangi dönemde yaşamak istersin? Geçmişsiz ve geleceksiz yaşayan Brandon’ın bugünü de yaşayamadığını, ’60’larda yaşamak istediğini anlıyoruz. Marianne ise tam bugünün insanı. Marianne’in ’60’lara yönelik yorumu ise enteresan: “Kaos!”. Brandon’ın içinde bulunduğu ruh durumu için de kaotik diyebiliriz rahatlıkla, dolayısıyla ’60’lar isabetli bir seçim.
Brandon o gece olmasa da, ertesi gün Marianne’le sevişmek istediğine karar veriyor; kendisini de gaza getirip, Marianne’i iş saatleri içinde eve atıyor. Büyük camlı, dışarıyla sınırları belirsiz bir ev bu. Brandon’ın ben’inin belirsiz sınırlarıyla benzerlik taşıdığı söylenebilir. Hem teşhire hem seyretmeye müsait bir mekan! Brandon Marianne’le sevişmeye başlıyor ama devamını getiremiyor. Bir şey oluyor ve sevişmeyi bırakıyor. Filmde bu durum belirsiz ama benim yorumum ereksiyon olamamaktan çok erken boşaldığı yönünde. Ereksiyon olamamış olsa, olmak için biraz daha çaba harcardı ama Brandon kısa sürede sevişmekten vazgeçiyor. Niye erken boşalıyor, eğer öyleyse? Neden fahişelerle ya da bir gecelik ilişkilerinde yatabiliyor da Marianne’le yatamıyor? Brandon’ın Marianne’in yanında iyice çocuksulaştığını düşünürsek, Marianne’le yatmak anneyle yatmanın utanç verici yanını daha çok hatırlatıyor. Diğer kadınlar ise yine anneyi temsil ediyorlar ama daha belirsiz ve bir öfke nesnesi olarak anneyi temsil ediyorlar. Çocuğun değil de babanın olduğu için öfkelenilen anneyi!
O cinsel ilişkiler bir nefret ilişkisiyken, Marianne’la sevilen anneye daha çok yaklaşılıyor. O zaman da Brandon erken boşalarak kendi kendisini frenliyor! Brandon kendisini iktidarsız ve kastre edilmiş hissettiği bu anı, ekstrem davranışlarda bulunarak kapatmaya çalışıyor. Yine bir başka erkeğin kadınını ayartmaya çalışıyor fakat adamdan dayak yiyor; ardından bir erkeği düzerek belki erkeklikten yani babadan intikamını almaya çalışıyor ya da belki de babanın gücünü bir başka erkekten kendi içine çekmek, soğurmak istiyor. Lafın kısası bir gay kulübüne gidip bir erkekle cinsel ilişkiye giriyor.
Yağmurun söyledikleri
Brandon’ın bilinçaltının karanlığında sürdürdüğü bu yolculuk, hem simgesel hem de fiilen tıkanıyor. Yerin altında karanlık dehlizlerde giden bindiği metronun tıkanmasıyla, yer üstüne ve gerçeğe çıkmak zorunda kalıyor Brandon. Zaten intihar eğimli olduğunu kolundaki jilet izlerinden de bildiğimiz Sissy’yi bileklerini kesmiş şekilde bulmak Brandon’ın yaşadığı trajediyi belki anlamasa da derinden hissetmesinin kapısını açıyor.
Yağmur, filmlerdeki klasik işlevini bu filmde de gösteriyor, Brandon’ın bastırdığı duygularının boşalmasını simgeliyor ve Brandon gözyaşlarını serbest bırakıyor.
Brandon eski Brandon olacak mı, yine filmin başında gördüğümüz gibi, işe giderken metroda karşılaştığı kadının (yani anlık hazların) peşinden koşacak mı? Film bu sorunun cevabını açık bırakıyor. Ama biliyoruz ki, dünyanın yalnızları kolay kolay paylaşmazlar yalnızlıklarını.