Tarih: Aralık 2011
Gazete/Dergi: Milliyet Sanat
Pedro Almodovar’ın bu yılki Altın Palmiye için yarışan yeni filmi “The Skin I Live In” bu ay vizyonda. Yönetmenin yeni yapıtında transseksüellik diğer filmlerinden farklı olarak bir kabus şeklinde yaşanıyor.
PEDRO El-mudawwar*, yani Pedro Almodovar sadece ülkesi İspanya’nın değil, belki de dünya sinemasının en ünlü, ticari olarak en çok başarı kazanmış ‘auteur’ yönetmeni. Bu yıl Cannes’da yarışan diğer yönetmenlerle kıyaslandığında, sanırım Almodovar içlerinde ticari açıdan en başarılı olanıydı. Bu çok sıra dışı bir durum açıkçası. Hem her ülkede filmlerin gösterilsin ve büyük seyirci sayılarına ulaşsın, hem de her filmin Cannes’da yarışsın! Bu pek kimseye nasip olmuyor. Mesela Dardenne Kardeşler de her filmleriyle Cannes’da yarışıyor ama onların hitap ettiği seyirci sayısı çok daha kısıtlı Almodovar’ın filmlerinin kahramanları sıradan insanlar değil Tecavüzcüler, sevdiklerini rehin alanlar… Transseksüeller, biseksüeller ve gay’ler…
Hatta tam tersi geçerlidir. Almodovar filmlerinde belki de en az rastlanan sıradan tiplerdir. Baba figürü neredeyse yokken kadınlar her halleriyle ön plandadır. “Çünkü, kadınlar daha iyi ağlar” Almodovar’a göre. Ağlamak tabii ki duygu sahibi olmayı gerektirir. Duygularının emrinde olan, tutkusunun peşinde koşanları anlatır Almodovar. Rasyonel davranan insanlarla işi yoktur. İrrasyonal, akıldışı, tutku dolu davranışlar onu cezbeder.
Tutku ki, 40 yıllık Franco diktatörlüğünün belki de en nefret ettiği şeydi. Almodovar tam da Franco döneminden çıkışın, özgürleşmenin, tabiri caizse İspanya Baharı’nın sinemacısıdır. Don Kişot gibi La Mancha’lı olan, yoksul taşra delikanlısı Pedro, Franco 1975’te öldüğünde, 26 yaşındaymış. Gençliği bütün yaşıtları gibi, baskı altında geçmiş. Pedro’nun ülkesi gibi çiçek açabilmesi için General Franco’nun ölümünü beklemesi gerekmiş. 20 yaşında Madrid’e taşınan Pedro önce zorunlu vatani görevini ifa etmiş. Sonra bir süre İbiza ve Londra’da takılmış, serserilik yapmış. Devlet telefon şirketi Teletonica’da bir iş kapınca, sırtını sağlam bir yere dayamış olmuş.
Pedro, on yıldan uzun bir süre bu işte çalışmış. Bu iş onda derin izler bırakmış. Filmlerinde sık sık görülen, bazen neredeyse başrole çıkan (mesela “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar / Mujeres Al Borde de un Ataque de Nervios “da) telefonlar bu döneminin etkisini taşıyor. Sadece biçimsel değil bu etki; şirkette santral memurelerinin dedikodularına, aşklarına tanıklık ediyor Almodovar ve bunlar filmlerine giriyor. Almodovar, bir keresinde şöyle demiş: “Bir araya gelmiş sohbet eden üç dört kadın, hayatın, hikayenin ve gerçeğin kaynağıdır!” İşte bu sohbetlere tanıklık etmek için ideal bir yerdir telefon şirketi!
Ciddiyetten uzak
Telefon şirketindeki mesaisi bitince genç Pedro, Madrid’in gece hayatına katılır ve La Movida denilen bu alemin parlayan yıldızlarından biri haline gelir. Franco’nun ölümü İspanya’da büyük bir dönüşümü, bir özgürlük dalgasını da beraberinde getirmiştir. Almodovar tiyatrodan, müziğe, fotoromandan kısa filme el atmadık alan bırakmaz ve nihayetinde ilk filmi “Pepi, Luci, Bom ve Anneme Benzeyen Diğer Kızlar / Pepi, Luci, Bom y Otras Chicas Del Monton”ı, 1980’de tamamlar. Filmin bin bir kusuru yine de kültleşmesine engel olmaz. Ve böylece yönetmen Pedro Almodovar doğar.
Almodovar, İspanya’nın sinema elitine kendisini pek sevdiremez fakat. Bu köylü kökenli genç yönetmen, auteur sinemasının ciddiyetinden uzaktır. Hoppa ve yüzeysel görünür ve pek de politikayla ilgili değil gibidir. Üstelik Amerikan kültür emperyalizminin etkisindedir, iddiaya göre. Doğrusu Almodovar egemen Hollywood filmlerinden çok John Waters ve Andy Warhol gibi sınırları ihlal eden underground yönetmenlerden etkilenir. Ama elbette kendisinin de kabul ettiği gibi Hitchcock ve Douglas Sirk etkisi de onun sinemasında güçlü bir etkiye sahiptir.
Fakat Amerikan sineması kimi etkilememiştir ki? Ayrıca Almodovar. ABD Irak’ı işgal ettiğinde ve ülkesi de bu işgale destek çıktığında protestocuların en ön safında yer alarak emperyalizm konusunda nerede durduğunu açıkça gösterir. Katolik kilisesinin gericiliğiyle de hiçbir zaman uzlaşmaz. Hatta uzlaşmadığı sadece kilise değil tanrının ta kendisidir. Almodovar filmlerinin birçoğunda transseksüeller (“Tutku Kanunu / La Ley Del Deseo”; “Annem Hakkında Her Şey… / Todo Sob re Mi Madre”) öykünün merkezinde yer alır. Almodovar şöyle der: “Eğer transseksüelseniz, sizi yanlış bedende yaratan tanrıya meydan okumuşsunuz demektir. Transseksüeller hissettikleri gibi olmak için adım attıklarında, Tanrı’yı inkar etmiş ve kendi kimliklerine sahip çıkmış olurlar.” Bu dönemde kurumsal dinlerle bağlarını tümden koparmış olmak, politik olmak değil de nedir?
Kimlik korunur mu?
Almodovar’ın son filminden söz etmenin tam zamanı, çünkü transseksüellik “The Skin I Live In”de (İçinde Yaşadığım Deri) de önemli yer tutuyor. Fakat bu kez transseksüellik zorla dayatılan bir şey olarak, bir kabus olarak yaşanıyor ve bu anlamda diğer filmlerinden tamamen farklı bir anlam içeriyor. Filmin sürprizlerini açık etmemek için son derece karmaşık olay örgüsünü anlatmamakta yarar var. Fakat bir doktorun bir erkeği kendi iradesi dışında kadına
dönüştürdüğünü söylemek gerekiyor. Hemen hemen bütün Almodovar filmlerinin çekirdeğinde yer alan ‘kimlik’ meselesi burada da var. Bu kez cinsel kimliğin tanrıya bir başkaldırı da içerecek biçimde ifade edilmesi yerine, cinselliği de aşan, daha da derindeki bir kimliğin, ‘ben’in kendisinin her şeye rağmen ayakta kalması, bütün müdahalelere rağmen kendisini koruyabilmesi söz konusu.
Yani cinsiyeti zorla değiştirilen film kahramanı, bedenine yapılan müdahalelere rağmen, kimliğini korumayı, aynı kişi kalmayı başarıyor. Çünkü ‘içinde yaşanan derinin’ altında bir ‘ben’, bir ruh var! Eskiden bedenimin neye benzeyeceğine ben karar veririm diyen kahramanları anlatan Almodovar bu kez bedenimin neye benzeyeceğine başkası karar verse de ruhuma kimse dokunamaz diyen bir kahramanı anlatıyor. Ve hatta bedene yapılan bütün müdahaleler ve tecavüzler, aşkın sonunda galip gelmesini engelleyemiyor. Filmin kahramanı hiç istemediği yeni bir bedenle mutlu sona, yani sevdiği insana ulaşıyor. Tabii bunun olması için Almodovar’ın yine bütün filmlerinde görülen ‘geçişken, sabit olmayan cinsel kimliklere’ inanmak gerekiyor.
Filmde Almodovar’ın sinemaya armağan ettiği ve bir gay ikonu olmasını sağladığı Antonio Banderas, bu kez kötü, hatta iyi ve kötünün ötesinde, duygusuz bir psikopatı canlandırıyor. Banderas’ın performansı bu yüzden donuk gözüküyor ama psikopatların başkalarının duygularına tamamen duyarsız olduklarını unutmamak gerek. Yine de bu durum filme zarar veriyor ve “The Skin I Live In”in, coşkun duyguların sergilenmesine alışık olduğumuz diğer Almodovar filmlerinden ayrı bir yer de durmasına neden oluyor.
*Arapçada kale ya da tepe gibi anlamları olan ”el-mudawwar” Almodovar adının kökeninde yer alıyor.