TARİH: 27 Aralık 2008
GAZETE/DERGİ: Birgün
Avustralya birçok amaç güden bir film: Birçok klişeden yararlanarak “Kazablanka” misali kült bir film olmak, “Rüzgar Gibi Geçti” benzeri epik bir film olmak, bunların hiçbiri olmayıp postmodern bir pastiş olmak ve nihayetinde Avustralya turizmine ve milliyetçiliğine hizmet etmek. Tabii ki geçmişte Aborijinlere yapılan haksızlıklar olmuştur kötü Beyazlar tarafından. Ama iyi Beyazlar sonuçta Aborijinlere haklarını vermiş ve özür de dilemişlerdir. Kötü Beyazlar kimler midir? Mesela, “büyük toprak sahibi sınıf olabilir mi?”, diye bir an düşünebilirsiniz. Ama hayır, onların kötü görüneni bile aslında iyidir, asıl kötü olan aristokratların yerine göz diken ve toprak üzerinde sınıfsal kökeni itibarıyla hakkı olmayan kahya ve benzerleridir. Demek istediğim şu: Toprak mülkiyetinin temelindeki gasp sorgulanmaz, onun üzerinde doğal olarak hak sahibidir iyi Beyazlar. Ama aşağı sınıftan bir Beyazın toprak sahibi olma çabası, oradaki hukuk dışılıklar kabul edilemez. Peki, kimdir bu toprağın ilk sahibi? Kim, kimden gasp etmiştir? “İyi” Beyaz yani Avustralya aristokratı şiddete, hile ve desiseye başvurmadan mı sahip olmuştur o topraklara? Bu soru önemli değil film için.
Filmin bir anlatıcısı var. Melez, yani yarı Aborijin yarı Beyaz bir erkek çocuk olan Mullah (Brandon Walters). Öyküyü onun ağzından dinlemek, bu tip sorulara karşı da filme bir direnç kazandırıyor. Bir Siyahın sahiplendiği bir hikayeye, biz kim oluyoruz da sahip çıkmıyoruz? Aslında, Leydi Sara Ashley’nin (Nicole Kidman) Avustralya’daki topraklarına sahip çıkmak gibi bir derdi yok film başlarken. Kocasının orada vahşi kadınlarla fingirdediğini düşünen Leydi, İngiltere’de uygarlığı bırakıp, Avustralya’ya, toprakları satıp geri dönmeye gelir. Ama bu vahşi ülkede kocasının öldürüldüğünü, sığır sürüsünün ise çiftliğin kahyası tarafından peyderpey çalındığını fark eder. Leydimiz bütün iyi sömürgeciler gibi ilk başta nefret ettiği her şeye aşık olacaktır: Önce Avustralya doğasına, sonra ülkenin maço erkeğine (Hugh Jackman). Bütün klişe aşk öykülerinde olduğu gibi, onları uysallaştırmayı da başaracaktır, kendisi bir ölçüde vahşileşirken. Leydi kahyasının düzenbazlıklarına isyan edecek ve adı Drover olan sığır çobanı, yani Avustralya İngilizcesiyle drover’ıyla birlikte sürüsünü önce toparlayacak, sonra da sürüyü orduya satmak üzere uzun bir yolculuğa çıkacaktır. Bu arada melez Aborijin çocuklar, ülkenin ırkçı politikaları gereğince toplanıp, kamplara götürülmekte, ve Beyaz ailelere verilmektedir. Mullah da bu kaderden kaçmaya çalışırken annesini kaybeder. Ama, tıpkı ırkçı Beyaz söyleminde olduğu gibi “annesiyle bağı” sanki çok da güçlü değildir. Mullah çok kısa süre acı çeker ve derhal Leydi’ye bağlanır. Film eleştirdiği şeyi bizzat yapar. Acı çekmeyi ve yas tutmayı yaşatmaz Siyah kahramanına. “Avustralya” bir türlü tonunu tutturamayan bir film olarak sürer. Komedi gibi derken, aşk hikayesine dönüşür, sonra savaş dramına vs… Ama bariz hatalar da içerir ki daha da kötüdür. Mesela filmin başlarında çok geniş bir araziye dağılmış sürünün nasıl toplanacağı birinci derecede önemli sorunken, bir anda toplanmış sürünün güdülme problemiyle karşı karşıya kalırız. Nasıl olmuş da sürü toplanmıştır; bu soru önemli değilse, neden bu soruyla uzun süre meşgul edilmişizdir anlamayız. Sonra, kötü adamlar (kahya ve çetesi) sürüyü “gece yarısı” tekrar dağıtırlar ama kahramanlarımız sürüyü “gündüz” vakti uçuruma düşmekten kurtarır. Nasıl olur da bir anda gün ağarır anlaşılmaz, falan…
“Avustralya” çok da kötü bir film değil eğer her şeyi boş verip, “eğleneceğim, kimse de bana engel olamaz” derseniz. Güldüğünüz anlar oluyor, sonra Nicole güzel, Hugh çok erkek, Walters is inanılmaz derecede sevimli; her şey “hayattan daha büyük”. “Bir filmden daha ne istenir ki?” de denilebilir sonuçta. Bunu da kabul ederim.