Tarih: Kasım 2011
Gazete/Dergi: Milliyet Sanat
Uzun kariyerine sadece beş film sığdıran Terrence Malick’in Altın Palmiye ödüllü yeni filmi “The Tree of Life / Hayat Ağacı”, bu ay vizyona konuk olacak. Bu vesileyle yönetmenin sinemasının arkasında yatan felsefeden yola çıkarak yeni filmini inceliyoruz.
Bazı yönetmenler ve filmleri üzerine yazmak çok zor. Terrence Malick belki de bunların en zoru. Malick nevi şahsına münhasır bir yönetmen, bir filozof. Başının üstünde haleyle dolaşan bir aziz kimilerine göre. Başkalarına göre ise kendisini dünyanın merkezinde sanan bir megaloman. İngiltere’nin saygın sinema dergilerinden Sight & Sound’un yazarlarından Michael Atkinson bu ay vizyona giren “The Tree of Life”ına dair eleştiri yazısında öfkesini dizginleyemeyip şu soruyu sormuş: “Terrence Malick evrenin k.ç.ndan çıktığını mı sanıyor?”
Aslında evrenin nereden çıktığına da uzun bir bölüm var Malick’in son filminde, ama önce yönetmenin nereden çıktığına biraz bakalım. Malick, 30 Kasım 1943’te doğmuş; doğum yeri ya Texas’taki Waco kenti ya da Illinois’daki Ottawa. Her halükarda Waco’da yaşadığı ve çocukluğunu geçirdiği kesin; zaten son filmi “The Tree of Life” da Waco’da geçiyor ve bariz özyaşamsal izler taşıyor. Malick, Harvard Üniversitesi’nde felsefe okuyor. MIT’de felsefe dersleri veriyor. Malick sineması üzerine yazılan her ciddi yazı muhakkak filozof Heidegger’in isminden de söz eder. Gerçekten de Heidegger, Malick’in düşüncesinde belirleyici bir yer tutuyor. Malick 1960’larda hayranı olduğu Martin Heidegger’i Almanya’da ziyaret ediyor ve daha sonra onun bir kitabını (“Vom Wesen des Grundes”) İngilizceye çeviriyor. Heidegger büyük bir filozof, varoluşçuluğun babalarından biri ama küçük, hatta aşağılık bir politik kişilik; Hitler’i destekleyen ve Nazilerle iş birliği yapan bir faşist. Kimilerine göre Heidegger’in faşizmle iş birliği ‘hatalı bir seçim’, kimilerine göre ise felsefesindeki kimi açıkların, boşlukların doğal bir sonucu.
Heideggeryen bir sinema
Malick’i, Heidegger’in politikası değil, felsefesi ilgilendiriyor ve onun bu yönüyle özdeşleşiyor. Öyle ki Malick sineması Heideggeryen bir sinema olarak adlandırılıyor. Ama bu ne demek?
Dilimin döndüğü, aklımın alabildiği kadarıyla birkaç söz edeyim bu konuda (Hwanhee Lee’nin sensesofcinema.comsitesindeki yazısından destek alarak). Malick’in filmleri kahramanlarının davranışlarının nedenleriyle ilgilenmez. Bu kahramanları (bireyleri) ya da onları üreten kültürü ahlaken yargılamaz. Çünkü Heidegger gibi Malick de değerlerimizin kimi insani olasılıkları değerlendirmede yetersiz olduğunu düşünür ve söz konusu bireylerin davranışlarının nedenlerini belirlemeye çalışmanın ya da lanetlemenin bu yetersizliği gözlerden kaçırdığına inanır.
Yabancılaşma, endişe ve kayıtsızlık insan yaşamının temel çehreleridir. Yaşam durağan ve dengeli bir gündelik düzen ve o düzenin gerekleriyle, bu dengenin sarsılmaz bir temel üzerinde yükselmediğinin farkındalığı arasında salınır. Bu bakış açısı doğrultusunda Malick filmlerinde bireylerin yalnızlıklarına ya da yabancılaşmalarına psikolojik açıklamalar getirilmez. Karakterler psikolojilerinin belirlediği biçimde şekillenmez. İnsanlar doğaları gereği içinde bulundukları dünyaya bağlıdırlar ve insan deneyiminin temelini bu bağ ya da bu bağdan koparılmışlık oluşturur. Malick filmleri mitleri (efsaneleri) çağrıştırır ama Malick gerçekliğe mitleri empoze etmek yerine, gerçekliğin içindeki mitik materyali bulur. Başka metinlere, mitlere veya filmlere gönderme yaptığında da Malick’in filmleri eleştirel bir tavır içinde değillerdir. Ne de Robert Altman ya da Jean-Luc Godard gibi mit mevhumunu hakikatin üstünü örten ya da ideolojik çıkarları meşrulaştıran ve dolayısıyla demistifiye edilmesi, aydınlatılması ya da yeniden gözden geçirilmesi (revize edilmesi) gereken bir şey olarak görür. Mitler, insan deneyimini anlamlandırmamızı sağlayan bir önkoşul olarak işlev gören kültürel paradigmalardır ve kendilerini üreten kültürün duyarlılıklarını biçimlendirirler.
Başlangıç yıllarına dönüş
Filmsel imgeler genellikle deşifre edilmesi, anlaşılması gereken göstergeler olarak ele alınır. Malick sineması ise bu anlayışa karşı bir meydan okumadır. Malick filmlerinin temel ilgisi, olay örgüsü, karakterlerin psikolojik durumları ya da entelektüel kimi tezler üzerinde değildir. Malick filmlerinin belirgin özelliği imgelem dünyasının şiirselliği, güzelliği ve yaşamın temellerine ilişkin oluşlarıdır. Görselliğin yanı sıra Malick filmleri dikkatli dinlenmeyi ister; hem bireylerin düşünceleri hem de onların içinde yer aldıkları dünyanın sesleri önemli bir yer tutar. Buradaki amaç, sinemanın, her şeyden önce görüntülerin gücüyle seyirciyi etkileyen bir sanat olduğu ve henüz belge sel/kurmaca, gerçekçi/dışavurumcu gibi ayrımlarının oluşmadığı başlangıç yıllarına dönmektir. Sinemada bir tür saflık arayışıdır. Malick sineması her şeyden önce hayranlık ve huşu uyandıran fiziksel bir olgu olma çabasındadır. Hem kurmaca hem de belgeseldirler, bir National Geographic belgeseli gibi dünyayı ve insanları kaydederler. Hem gerçekçi hem de dışavurumcudurlar. Anti-soyut, anti-sembolik ve anti-moderndirler.
40 yılda 5 film
Bu kadar teori şimdilik yeter. Tam bir münzevi olan Malick, yaklaşık 40 yıllık yönetmenlik kariyerindeki topu topu beşinci uzun metrajlı filmi olan (diğerleri “Badlands”, 1973; “Days of Heaven / Cennet Günleri”, 1978; “Thin Red Line / İnce Kır mızı Hat”, 1998, “New World / Yeni Dünya”, 2005) “The Tree of Life” da, büyük ölçüde kendi hayatından esinlenmiş bir hikaye anlatıyor. Texas’ın Waco kentinde yaşayan 5 kişilik bir aileyi anlatıyor film. Önce ailenin üç oğlundan 19 yaşında olanın ölüm haberini alıyoruz. Anne ve babanın yasının ardından dünyanın yaratılışı-oluşumuna dair 20 dakikalık bir bölüm geliyor. Daha sonra yaklaşık 10 yıllık bir geriye dönüşle ailenin 1950’lerdeki yaşantısına şahit oluyoruz. Baba O’Brien (Brad Pitt) sert bir adam. Müzisyen olamamışlığı hayatında önemli bir yer tutuyor. Anne Grace (Jessica Chastain) ise neredeyse dilsiz bir melek. Büyük ihtimalle Terrence Malick’e karşılık gelen büyük oğul Jack (Hunter McCracken) ise babasından nefret ediyor. Jack babasını öldürmeyi dahi aklından geçiriyor (akla Reha Erdem’in “Beş Vakit”i geliyor), erkek kardeşlerinden birini ise havalı tüfekle yaralıyor. Jack’in annesine âşık olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Tipik bir Ödipal karmaşa tablosu var yani. Fakat Malick buradan ne yapıp edip, dinsel bir sorgulama, metafizik mesajlar, tanrı tapınması çıkarıyor. Bütün film zaten neredeyse tanrıyla bir sohbet, bir dua gibi seyrediyor. Filmin şiirselliğini takdir etmemek mümkün değil. Ama eğer dinle fazla alakanız yoksa, duyumsamaktan çok analiz etmeye yatkınsanız “The Tree of Life” bir süre sonra, bitmek bilmeyen fısıldamaları, tanrıya yöneltilmiş soruları, sürekli hareketli kamerası ve sıçramalı kurgusuyla sizi hayal kırıklığına uğratmaya ve yor maya başlayacaktır. Sabredin! Malick, felsefesiyle estetiğini örtüştüren ender yaratıcılardan biri. Çok sevmeseniz bile, ortalama sekiz yılda bir geliyor bir Malick filmi sinemalara!
Bir dedikoduyla yazıyı bitireyim. Cannes festivali yöneticisi Gilles Jacob’un bu yıl Altın Palmiye’yi Terrence Malick’in almasına baştan karar verdiği ve jüriyi buna göre oluşturduğu söyleniyor. Bir yıl Amerikalı bir başkanı varsa jürinin, sonraki yıl başkanın Amerika dışından olması teamül imiş. Fakat bu yıl Malick kazansın diye, Tim Burton’ın jüri üyeliğinin ardından yine bir Amerikalı Robert de Niro’ya jüri başkanlığı verilmiş. Bence Altın Palmiye’yi hangi film mi kazanmalıydı? Tabii ki “Bir Zamanlar Anadolu’da”!