Tarih: ? 1994/1995

Gazete/Dergi: Express

Dispara / İntikam Ateşi

Bazı filmler vardır, herkes hemfikirdir; Kötüdürler, ticari amaçlıdırlar. Bazı filmlerse kötülüklerini gizlemeyi bir şekilde başarırlar. Ele aldıkları tema seyirciyi bir şekilde tavlar. Geçen yılın en başarılı kötü filmi ‘The Crying Game – Ağlatan Oyun’du. Irksal (zenci- beyaz), cinsel (kadın-erkek-travesti), politik (IRA – İngiliz Ordusu) konulara yaklaşımı yeterince tartışılmadan geçip gitti ‘Ağlatan Oyun’.

‘Ağlatan Oyun’la içerik açısından bir benzerlik taşımasa da beğenilme potansiyelinin yüksekliği, ama ‘kötü’ film oluşuyla ‘İntikam Ateşi – Dispara’ da üzerinde durulmaya gerektiriyor.

 Carlos Saura ünlü bir yönetmen. Venedik’ten Cannes’a birçok festivalde önemli ödüller almış bir sanatçı. Dolayısıyla tecavüz gibi bir konuyu ele alınca bu konuda yeni bir şeyler söylemesini beklemek seyircinin en doğal hakkı oluyor. Oysa Saura, basit bir tecavüz-intikam-yokoluş öyküsünü, Türk filmlerinde bile artık yadırgadığımız klişelerin ötesine geçemeden anlatmakla yetinmiş. ‘İntikam Ateşi’nin öyküsü Ridley Scout’un ‘Thelma ve Louise’ine de çok benziyor. İki filmde de tecavüze uğrayan kadınlar tecavüzcüyü öldürüp kaçıyorlar ve sonunda da polise teslim olmaktansa ölümü/intiharı seçiyorlar.

 Tecavüz son derece yaygın bir olgu. Tecavüzcüler de genellikle kurbanların yakın tanıdıkları oluyor. Böylesine yaygın bir olguda kurbanları birer modern şehir kovboyu olarak çizmek tesadüfle açıklanamaz. Olsa olsa, ticari kaygıyla açıklanabilir. İntikam alan kişi kurbanın kendisi ve kadın olunca, örneğin Charles Bronson’ın başrolünde oynadığı ‘Death Wish’ filmlerinin (Bronson, karısı ve kızına tecavüz edip, öldüren kişilerden intikam alıyordu) haklı olarak maruz kaldıkları faşizanlık suçlamalarından da muaf oluyor. 

Tecavüzcü tiplerinin son derece yüzeysel ele alınışı, erkek seyirci kitlesinin kendi içindeki potansiyel tecavüzcüyü sorgulamasına yol açabilecek dürtüyü de sağlamıyor. Şundan kuşku duymak gerekiyor: Bu filmler erkek izleyicide tecavüze karşı bir tepki mi oluşturuyor, yoksa aksine tecavüz etme isteğini mi artırıyor? Kadın vücudunun tecavüz sahnelerinde çekici biçimde perdeye yansıtılması neden? Yoksa yönetmenler hayallerinde görmek istedikleri bir sahneyi mesleklerinin sağladığı olanaklarla toplumsal olarak kabul edilebilir bir biçime mi sokuyorlar? Yönetmenlik ve seyircilik röntgenci ve saldırgan yönlerimizi kendimize ve çevremize zarar vermeden tatmin etmenin farklı yolları mı?

 Saura filmini ne niyetle çekmiş olursa olsun, ortaya çıkan film tecavüz olayını hem kurban hem de tecavüzcü açısından anlamamız için fazla ipucu vermediği gibi, yukarıdaki sorularda ifade ettiğim kuşkuları doğuruyor.

 Filmin klişelerine gelince saymakla bitmez. Saura bir yaratıcı gibi değil dersini iyi çalışmış bir zanaatçi olarak karşımıza çıkıyor. Örnekler 1) Gazetecinin ilk bakışta (ne gördüyse!) Ana’ya (kurban) aşık olması 2) Gazeteci ile Ana’nın röportajları sırasında küçük kız çocuğunun çıka gelip ‘Ana bana ne zaman ateş etmeyi öğreteceksin?’ diye sorması 3) İlk öpüşme sırasında fonda ‘Amor amor’ diye şarkının başlaması 4) Ana’nın intikamı sırasında en kötüyü en son ve en uzun sürede öldürmesi 5)  Ana’nın rehin aldığı köylü kadının ve oğlunun ne yaşadığını bile doğru dürüst bilmedikleri İtalyan vatandaşı Ana’ya duydukları sempati 6) Gazetecinin ‘Seni cehenneme bile gitsen takip edeceğim’ demesi ve sonunda sözünde durduğunu iddia etmesi 7)  Gazeteci kahramanın kaşarlanmış gazeteci arkadaşının ‘Bu meslekte babamı bile tanımam’ demesinden on saniye sonra ‘Mühim olan dostluğumuz’ demesi 8) Ana’nın son nefesini sevgilisinin kucağında vermesi; vs. vs.

Filmde anlamadığım noktalar da var. Ana nasıl oluyor da yüzlerce kişinin izlediği bir gösteride, bir sirk çadırında, gerçek bir tüfekle yardımcılarının tuttuğu balonlara atın üzerinde takla atarken ateş edebiliyor? Gazeteci nasıl korumak istediği sevgilisinin resmini cinayetlerin tek tanığına ‘Katil bu muydu?’ diye gösterecek kadar salak olabiliyor? Galiba artık bir şeyi kabul etmemiz gerekiyor: Avrupa sineması da öldü. Genelde Amerikan sinemasına tepki duyarız, ticari ve içi boş oldukları için. Son yıllarda seyrettiğimiz Avrupa filmlerine bakınca, Amerikan filmlerinin biraz daha yavaş tempolu benzerleri olmaktan başka bir özellikleri olmadığını düşünüyorum. Yoksa sinemanın ruhuna toptan bir fatiha okumanın zamanı geldi mi?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com