Tarih: 31 Aralık 1994
Gazete/Dergi: Ekspres
Bir başkaldırı biçimi olarak cinayet
Travis’i hatırlıyor musunuz? Martin Scorsese’nin 1976’da yaptığı Taksi Şoförü filminin kahramanıydı. Film bizde 1980’de gösterilmişti. Vietnam gazisi, yalnız bir adamdı Travis.
Sevdiği kadından yüz bulamayınca kendince kötülere karşı savaş açıyor ve ortalığı kana buluyordu. Hedefi pezevenkler ve politikacılardı. Aslında doğrudan bir alıp veremediği yoktu öldürdükleriyle. O sırada karşısına onlar çıkmıştı, o kadar. Ama sonra cezaevini boylayacağına, medyanın da desteğiyle, küçük bir kızı pezevenklerin elinden kurtaran kahramana dönüştürülmüştü. Robert de Niro’nun olağanüstü oyunculuğuyla Travis’i sevmiştik. Gerçi Hollywood’un ‘yeni sağ’ denilen akımının temsilcilerinden Paul Schrader’ın senaryosu, ‘kendi adaletini kendin yap’ felsefesinin izlerini taşıyordu; ana Travis anlaşılır bir karakterdi ve çoğumuzun zaman zaman hayal ettiği bir şeyi yapmıştı: Baştan aşağı silahlanıp pisliğe karşı umutsuz bir savaş açmıştı. Öldürme eylemine karşı da olsa, Travis’e sempati duyuyordu insan.
Oliver Stone’un Katil Doğanlar’ının kahramanları Mickey (Woody Harrelson) ve Mallory’nin (Juliette Lewis) de haklı tepkileri var dünyaya. Mickey’nin babası, oğlunun gözünün önünde intihar ediyor, Mallory’ninki ise tam bir pislik, kızına tecavüz ediyor vs. Ama M & M’i Travis’ten ayıran çok şey var. Onlar öldürmeyi seviyorlar. Hiç seçici değiller, girdikleri yerde bir kişi hariç herkesi öldürüyorlar. O kişiyi de, yaptıklarını anlatması için bağışlıyorlar. Onlar medya çağının çocukları. Varlıklarını, yaşadıklarını başka türlü hissedemiyorlar. Televizyonda görülmek yaşamakla eşanlamlı onlar için.
Ve bunda pek de haksız sayılmazlar. Medya sayesinde kahramana dönüşüyorlar. Tıpkı Charles Manson gibi, Taksi Şoförü’nün Travis’i gibi.
M & M, Kuzuların Sessizliği’ndeki Hannibal Lecter (Anthony Hopkins) gibi öldürürken seçici değil, ama görece yakından tanıdığımız kurbanlarının biri hariç (o da kazara öldürülen Kızılderili), hepsi sadece kendi çıkarını düşünen sevimsiz tipler. Öldürülmelerine kimse üzülmüyor. Dolayısıyla Lecter gibi, Mickey ve Mallory’ye de sempati duyuyoruz. Ama ya diğerleri, ya diğer kurbanlar?
Katil Doğanlar birçok kurumu da eleştiriyor: Hapishaneler, psikiyatri ve en başta da medya. Ama medyayı Mickey ve Mallory’yi kahraman yaptığı için eleştirirken, filmin kendisi de aynı şeyi yapıyor. Şiddeti sıradanlaştırıyor ve Mickey ve Mallory’yi kahramanlaştırıyor. Kuzuların Sessizliği’nin Hannibal Lecter’ı kahramanlaştırdığı gibi.
Yalnızlığını, çaresizliğini paylaşabildiğimiz, bütün fırtınanın ardından taksi şoförü olarak kalan biriydi Travis. Mickey ve Mallory ise, Lecter gibi mutlu ve özgür yeni maceralarına doğru uzaklaşıyor, filmin sonunda.
Stone’un üslubu ise daha çok bir video klip gibi. Aslında anlattıklarını bir videoklipte anlatsaydı daha iyi olurdu, çünkü hızlı temposuna rağmen Katil Doğanlar, kendisini tekrarlayan, sıkıcı bir film sonuçta.
Filmin olumlu yanları ise oyuncuları ve müziği. Nine Inch Nails’in beyni Trent Reznor’un Peter Gabriel’den, Nusret Fateh Ali Han’a, Leonard Cohen’den kendi grubuna kadar seçtiği 70’in üzerinde parça mükemmel bir fon müziği oluşturuyor.
Natural Born Killers
Taxi Driver
The Silence of the Lambs