TARİH: 8 Mart 2008
GAZETE/DERGİ: Birgün
Coen kardeşler en kötü, en ruhsuz filmlerinden birini yaptılar ve neredeyse bütün eleştirmenlerden tam not aldılar İhtiyarlara Yer Yok ile. Üzerine bir de Oscar’la şahane bir cila çekildi. Geçen yıl da Scorsese kötü filmlerinden biriyle Oscar’ı almıştı ama onun arkasında böylesine büyük bir destek yoktu. Bu ‘başarı’nın sırrını birgün çözerim diye umuyorum.
Her şeyden önce filmin hikâyesi her dönemeçte çuvallıyor, inandırmıyor. Llwelyn Moss (Josh Brolin) diye Amerika’nın yoksul, karavanda yaşayan beyazlarından biri, bedava et yiyebilmek için avlanmaya çıkar birgün. Bir geyiği vurur ama öldüremez. Geyiğin peşinden gittiğinde ise nasıl olduysa bulunduğu yüksek noktadan göremediği bir manzarayla karşılaşır. Bir sürü araç delik deşik olmuş, çevreye Meksikalı gangsterlerin cesetleri saçılmıştır. Pikaplardan birinin arkasında, branda altında, içinde uyuşturucu olduğu anlaşılan paketler vardır. Belli ki bir uyuşturucu alışverişi sırasında çatışma çıkmış ve gangsterler birbirlerini öldürmüşlerdir.
Normal herhangi bir insanın midesine krampların gireceği bu dehşetli manzara karşısında Moss soğukkanlılığını zerrece yitirmez. Can çekişen ve su isteyen bir Meksikalının makineli tüfeğini alır ama adama hiç ilgi göstermez. Akıl yürüterek, uyuşturucu varsa para da olmalıdır sonucuna varır; eğer biri parayı almışsa nereye gitmiştir diye düşünür ve parayı alan kişiyi ölü bir şekilde bulur. Parayı alır ve karavanına döner. Şimdi bu adam o gece kalkıp da can çekişen kişinin yanına döner mi, dönerse niye döner? Ya adam yaşıyorsa ve arkadaşlarına ya da polise benden söz ederse diye düşünür mantıken. Belki parmak izi de bırakmıştır. Tipi ve parmak izi bilinirse, yakalanabilir. Belki parayı aldım ama uyuşturuculardan da hiç olmazsa birkaç paket alsaydım diye de düşünebilir, değil mi? Ve yanına bir bidon benzin alıp, parmak izi bıraktığı ve içinde eşkâlini tarif edebilecek biri olan pikabı yakmak için olay mahalline dönebilir. Ama filmde böyle olmaz. Gördüğü korkunç manzara karşısında kılı kıpırdamayan Moss, gangsterlerce yakalandığı takdirde öldürüleceğinin tamamen bilincinde olarak, can çekişen adamı kurtarmak için olay mahalline bir bidon suyla döner. İnandırıcı gelmedi mi? İster inanın ister inanmayın, olaylar böyle gelişiyor.
KÖTÜLÜĞÜN SEMBOLÜ YABANCILAR
Moss’un bu iyiliği cezasız kalmaz ilerde göreceğimiz gibi. Moss, iyilik yapayım derken, bölgeye keşif yapmaya gelen haydutların gözüne çarpar. İki milyon doları aldığını düşündükleri Moss’u kovalayan haydutlar, dereye atlayan Moss’un peşine köpeklerini salarlar. Kendileri ise herhalde 2 milyon dolar için ıslanmaya değmeyeceğini düşünürler. Moss köpekten kurtulunca, günü kurtarmış olur çünkü kimse peşine düşmez. İnandırıcı değil mi? İster inanın ister inanmayın, olaylar böyle gelişiyor.
Moss filmin hem iyi hem kötü yanları olan normal insanıyken, filmin iyi insanlarını canlandırmak polislere, kötüsünü canlandırmak ise bir yabancıya; adının nasıl telaffuz edileceğini kimsenin bilemediği Anton Chigurh’a (Javier Bardem) düşer. Filmin Teksas’ta yani Meksika sınırına yakın bir bölgede geçtiğini hatırlarsak, bir İspanyol’un kötüyü, polislerin ise iyiyi oynamaları nasıl kimseyi rahatsız etmez, şaşırmamak mümkün değil. Her gün sınırı geçmeye çalışan yoksul Meksikalılarla, Amerikalı polislerin çatıştığı bu bölgede bu ahlaki işbölümü mide bulandırıcı değilse nedir? Hadi onu bir kenara bıraktık, 11 Eylül sonrasında kötülüğü sembolize edenin bir yabancı olması da rahatsız edici değil midir?
YETER Kİ SÖYLENSİN
Ama film bu kadar basit bir güncel konjonktürle yetinecek kadar iddiasız olmadığından kötülüğü dışsallaştırıp lanetlemekle yetinmez, aksine yüceltir ve soyutlaştırır. Çünkü kötülüğü ezeli ve ebedi, kutsal kitaplara özgü metafizik bir varlığa dönüştürüp, anlaşılmaz kılmak çağın (başta ABD’nin) suçlarının sorumluluğunu sırtlanmaktan daha kolaydır. Chigurh, gangsterlerce Moss’u bulması için görevlendirilir ama o, kimseden emir alacak biri değildir. İşverenlerini öldürüp Moss’u kendi adına aramaya başlar. Filmin karizmatik tek bir kişisi varsa o da Chigurh’dur. Chigurh ilkelidir, Chigurh sarsılmaz bir iradeye sahiptir, Chigurh soğukkanlıdır, bütün büyük kötüler gibi hedefine doğru telaşsızca ilerler. Chigurh’u yaralayabilirsiniz, sarsabilirsiniz ama asla deviremezsiniz. Gerekirse kendi kendisine açık kalp ameliyatı yapar ve yine yoluna devam eder Chigurh. Bir kez polis tarafından yakalandığında, Chigurh istifini hiç bozmaz. Hannibal Lecter gibi hiçbir kafesin onu tutamayacağından emindir. Nitekim de öyle olur, kelepçeli elleriyle silahlı bir polisi öldürüp kurtulur. Filmi beğendiğini söyleyenler üstün yaratık Chigurh’a âşık oldum, onunla özdeşleştim filan deseler bu anlaşılabilir. Benzer olmasa da Eric Bana’nın ‘Kasap’ı, Robert De Niro’nun ‘Taksi Şoförü’ gibi anti kahramanlardan ben de çok etkilenmişimdir. Bu karakterler Chigurh gibi soyut kötülük timsalleri değil, insandılar ama olsun, Chigurh’e hayranlığı yine de anlayabilirim. Yeter ki söylensin. Ama söylenmiyor. O zaman filmde neye hayranlık duyulduğunu anlamak benim için imkânsızlaşıyor.
Filmin polisleri ya genç ve aptallık derecesinde saftırlar ya da Şerif Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones) gibi yaşlı ve bilgedirler. Bell, ülkenin her zaman kötü bir damarı olduğunu düşünmekle birlikte bugünün korkunçluğunu kavramakta güçlük çekmektedir. Kötülük karşısında çaresizliğini kabul etmiştir. Ama yine de yaptıklarını anlamak mümkün değildir. Chigurh, Moss’u kovalarken, Bell de onların izini sürer. Bir süre önce Moss’un karavanında bulunduğunu anladığı, Chigurh’un süt içtiği şişeden parmak izi almaz mesela. Şişeyi eline alır ve kafasına diker, biraz önce aradığı katilin o şişeyi ellediğini bildiği halde. İnanmadınız mı? İnanın. Çünkü Bell karakteri bize kötülüğün yenilemez olduğunu anlatmak göreviyle yükümlüdür. Boşuna uğraşmanın manası yoktur. Genç ve saf Amerikalı polisler kötüleri yenebileceklerini sansalar da tecrübeli ve ihtiyar Bell dış mihraklı bu kötülüğün alt edilemeyeceğini bilir. Bir zamanların masum Amerika’sının yitmesine yanar; ona artık yer yoktur bu kötü çağda.
Gerçi kötülük Amerika’da yerli bir kaynağa da sahiptir ama bu kötülük yine şeytani ve nedensizdir. Ayrıca vurgu, bu yerli malı kötülüğe değil yabancı olanadır.
İNANDIRICI OLMAYAN ÇOK ŞEY VAR
Filmde inandırıcı olmayan daha o kadar çok şey var ki hangisini sayacağını insan bilemiyor. Chigurh saf bir Amerikalının alnına sığırları öldürmede kullanılan basınçlı havayla çalışan silahını dayadığında adam hiçbir refleks göstermiyor mesela. Böyle bir silah kullanmak da çok manasız ya, o da başka hikâye. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki ilişkiye değin söyleyeceği şeyleri var yazarın ve yönetmenin. Ama bunun ne olduğu çok da belli değil. İki kez insanlar dururken köpeklere acıyor filmdeki karakterler. Hayvan öldürmede kullanılan bir silah bu yüzden mi ön planda? Belki ama belki de sadece korkutuculuğundan.
Woody Harrelson’ın canlandırdığı bir karakter girip çıkıyor hikâyeye bir aşamada. Bu karakterin tek işlevi Chigurh hakkında bilgi sağlamak. Bunun dışında hiçbir inandırıcılığı yok bu karakterin. Aslında karakter de değil ya, neyse.
Kötü hikâye kurgusu, ‘İhtiyarlara Yer Yok’un en hafif kusuru fakat. Asıl kusuru dünya görüşünde. Kötüyü ve kötülüğü yücelten, kötülüğün ekonomik ve sosyal kökenlerini göz ardı edip, onu şeytanileştiren, kötülüğün kaynağı olarak yabancıları, özel olarak da Hispanikleri (Latin Amerika kökenlileri) işaret eden sığ ve tehlikeli dünya görüşü filmin asıl kusuru. Kısacası ‘İhtiyarlara Yer Yok’ bence değil bir başyapıt, iyi bir film sıfatına bile layık değil. Javier Bardem’in oyunculuğunda da abartılacak bir şey yok çünkü canlandırdığı karakter tek yönlü, sadece kötü biri.