Tarih: Mart 2001
Gazete/Dergi: Roll
Arkadaşımız Cüneyt Cebenoyan yine “yolcu Abbas!” dedi, kendini yollara vurdu. Bu seferki film festivali hikayemiz Amerika’nın bağrından, bağımsız sinemanın cenneti Sundance’den. Hem oraların havasını koklayalım, bu işin bağımsızı nasıl oluyormuş öğrenelim, hem bizim festivale de gelmesini temenni ettiğimiz bazı filmlere göz atalım…
Uludağ’da İstanbul Festivali
“Festivaller piyango gibidir, katılmazsanız kazanamazsanız. Sundance bütün film festivallerinin anasıdır -başvurmak zorundasınız”
Joal Ryan, yönetmen (“Former Child Star“)
Coen kardesler, Robert Rodriguez, Jim Jarmusch, Quentin Tarantino, Steven Soderbergh ve daha bircokları… Amerikan sinemasının son dönemdeki en parlak isimlerinin hemen hemen hepsinin ortak bir özelliği var: İlk filmlerini Sundance Festivali’nde göstermiş olmak. Garip ama gerçek: Sundance’e yani yirmi yıl öncesine kadar Amerika’da doğru dürüst bir film festivali de yoktu. (Oscarlar bir ödül töreninden ibaret.) Bu perspektiften bakıldığında, Sundance gerçekten de Amerika için bütün festivallerin anası.
Sundance’in tarihi biraz karışık. Aslında adı Sundance olmadan ve Robert Redford işe karışmadan önce, 1978’de başka bir adla Salt Lake City’de bir festival başlatılıyor. Redford’un Sundance Enstitüsü 1981’de kuruluyor ve bu festivalle birleşiyor. Redford’un festival kataloğundaki önsözünde, ilk festivale başlama tarihi olarak 1985 gösterilmiş. Ama bütün bunları boşverip genel olarak kabul gören yirmi yıla sadık kalmakta yarar var.
Sundance bugün yine Redford’un deyişiyle bir “canavar”a dönüşmüş. Ama 1989’a kadar kendi yağıyla kavrulan ufak bir festival. Dönüm noktası Steven Soderbergh’in ki hazret bu yıl iki filmiyle Oscar’a aday – “Sex, Lies and Videotape”inin Sundance’te ilk kez gösterilmesi. Film büyük ödülü alamıyor ama seyirci ödülünü kazanıyor, ardından da Cannes’da Altın Palmiye’yi aliyor. “Sex, Lies and Videotape” bağımsız bir film için o güne kadar görülmedik bir kâr da sağlıyor. Ve birden Sundance, dağıtımcıların ilgi odağı oluyor. Bu ilgi 1999’da “Blair Witch Project”le zirveye vuruyor. Şimdi bir düşüş başlamış. Nedeni de yüksek fiyatlarla kapışılan bağımsız filmlerin son birkaç yılda pek de iyi bir getiri sağlayamamış olması. Bu arada bağımsız film deyince anlaşılan çok basit: Büyük Hollywood stüdyolarınca finanse edilmemiş film bağımsız film oluyor. Bu film ister çok düşük isterse çok yüksek bir bütçeyle üretilmiş, ister star oyuncularla ister amatörlerle çekilmiş olsun, belirleyici olan bunlar değil.
Bu kadar tarih ve genel kültürden kişisel tarihe geçelim. Salt Lake City, mormonlar diyarı. İstanbul’dan çok ama çok uzakta. New York’a kadar 10,5 saatlik uçuştan sonra bir beş saat de Salt Lake’e varmak için uçmak gerekiyor. İstanbul’la saat farkı dokuz. İşte bu saat farkı sayesinde sabah İstanbul’dan çıkıp akşam Salt Lake’e varıyorsunuz. Orada beni karşılayan arkadaşımın evine yerleştikten sonra kendimi Sundance’e hazır hissederek uyudum. Oysa ertesi gün acı gerçekler beni bekliyor.
Bir Park City lafı duymuştum ama, festivalin Salt Lake’de olduğunu sanıyordum. Salt Lake’de de filmlerin bir kısmı gösteriliyordu, ama asıl festival Park City denilen başka bir yerdeydi. Şimdi diyeceksiniz ki, “taa oralara festivalin nerede olduğunu bilmeden mi gittin? Evet, ne olmuş? Arada her gün katedilmesi gereken bir 2×70 kilometre kadar daha vardı yani. İşte bu gerçekle ertesi gün tanıştım. Ve bu hiç de kolay değildi, çünkü gidenler bilir, gitmeyenler de duymuştur: Amerika arabasız yaşanabilecek bir ülke değil (New York filan istisna). Ne otobüs, ne tren, ne de başka bir şey vardı Park City’ye gidip gelen. Tek yol araba kiralamaktı. Ben de onu yaptım, akşama açılış galası var ya, ona yetişeceğim. İlk kez Amerika’da araba kullanacağım. Gece, bilmediğim bir kentten bilmediğim bir kente gideceğim. Çünkü telefondaki festival görevlisi bana galanın Eccles Sineması’nda olduğunu söyledi. O sinema da Park City’de. Neyse, kaybola ede, Park City’yi ve sinemayı buldum. İn cin top oynuyor. Meğer gala geleneksel olarak Salt Lake City’de başka bir sinemada yapılırmış. İyi mi? İyi.
Ertesi gün yeniden yollara koyulup festival merkezine vardım. Kaydımı yaptırdım. Uslu bir Türk vatandaşı olarak altı adet fotoğrafımı yanımda getirmeyi ihmal etmemiştim. Yüz vermediler Zümrüt Foto’nun vesikalıklarına. Dijital bir kameranın karşısına geçtik, iki dakikada plastik kartım hazırdı. Bu kart bana basın gösterimlerini ücretsiz izleme şansı verecekti. Şimdi filmlere filan geçmeden biraz ilk Park City izlenimlerini anlatayım. Yine garip ama gerçek, Park City bir kış sporları tatil merkezi (ya da kasabası, her neyse). Şehir değil. Bir sürü otel, kayak kıyafetleriyle dolaşan insanlar ve bir de festivalciler. Olur mu, olur. Tek bir caddesi var yürüyüş yapılabilecek; adı yaratıcı bir şekilde konmuş: Main Street (ana cadde yani). Başka da Allah için bir tane bile sokak yok gezilecek, dükkanlara bakarak dolaşılacak. Yani İstanbul Film Festivali’ni Uludağ’da yapmak gibi bir durum söz konusu olan. Fakat sinemaların hepsi bu cadde üzerinde filan da değil. Küçük bir yer olmasına rağmen, sinemalar birbirine çok yakın değil. İnsanların yürümesi de hiç düşünülmediğinden, yani çoğu zaman kaldırım filan da olmadığından ücretsiz otobüs ring seferleri yapılıyordu. Zaten o soğukta (2.500 metre civarındayız) yürümek mümkün de değil. Şunu söylersem nasıl bir yer olduğu daha iyi anlaşılır: 2002 Kış Olimpiyatları kısmen burada yapılacak. Her neyse, ilk günün acemiliğiyle zar zor sinemayı bularak ilk filmime girdiğimde, kendi hırsıma küfür ediyordum. Ne işim var benim burada?
Hâlâ sıkılmadıysanız şikayetlerime devam ediyorum. Basın gösterimleri küçücük iki salonda yapılıyordu. Küçük ekran, rahatsız sandalyeler, ne çıkarsa bahtına durumu. Yani Berlin ya da Viyana’da olduğu gibi bir sürü seçenekten birini seçmek ve halkla birlikte film izleyebilmek durumunda değildim. Ve bunların da etkisiyle ödül kazanan filmlerin çoğunu izleyemedim. Artık filmlere geçelim…
Festivalin izleyebildiğim en ilginç filmlerinden biri, Christopher Nolan’ın “Memento”suydu. Filmin kahramanı Leonard Shelby (Guy Pearce) karısının katiliyle boğuşurken başına aldığı darbe sonrası az rastlanır bir hafıza kaybı türünden muzdarip oluyor. Darbe öncesini hatırlamasına karşın, kısa dönemli hafızasını kaybedivor. Yani üç beş dakika öncesine kadar yaşadığı şeyleri hatırlamıyor. Ve bu hafızayla karısının katilini bulup intikam almaya çalışıyor. Hafızasını çektiği polaroidlerin üzerine notlar alarak, vücuduna hatırlaması gereken şeyleri dövmelettirerek ikame ediyor. Trajik ve kimi zaman komik bir durum. Bir sahnede birisinden kaçarken ne yaptığını unutuveriyor: “Acaba kaçıyor muyum, yoksa kovalıyor muyum?”
Filmin sonunda seyirciye de kolay bir çözüm verilmiyor. Kimin hafızasından olaylara baktığımız, gerçeğin ne olduğu, Nolan’ın da bir söyleşide belirttiği gibi, bir seyredişte kavranamıvor. Ama yönetmene göre filmin içinde her sorunun cevabı varmış, kendisi bunu açıklamıyor ama. “Memento”, filmin senaristi ve yönetmeni Christopher Nolan’a en iyi senaryo ödülünü kazandırdı (Waldo Salt Senaryo Ödülü).
Çok başarılı bulduğum bir başka film de, başrol oyuncuları Tom Wilkinson ve Sissy Spacek’e Jüri Özel Ödülü kazandıran “Yatak Odasında”ydı (In the Bedroom). Todd Field bu ilk uzun metrajlı filminde gayet olgun bir anlatım yakalamıştı. Filmin konusu bir entrika üzerine kurulu değil, ama bir kırılma noktası içeriyor ve bundan söz etmemek en iyisi. Belki gelir de seyredersiniz diye. Küçük bir kentte sınıflar, kuşaklar ve cinsiyetler arasındaki ilişkileri, gerilimleri ayrıntılara önem veren bir dille anlatıyordu “Yatak Odasında”
Uzun metrajlı film yarışmasında en iyi yönetmen ödülünü “Hedwig ve Öfkeli İnç”le (Hedwig and the Angry Inch)John Cameron Mitchell kazandı. Film ayrıca seyirciler tarafından da en iyi film seçildi. “Hedwig”i bir yıl önce bir off-Broadway oyunu olarak New York’ta izlemiştim, filmi göremesem de Canlı bir rock orkestrasının da sahnede yer aldığı oyun, bu yanıyla müzikal kavramına da bir yenilik getirmişti. Filmin kahramanı Hedwig’in asıl adı Hansel’dir ve Doğu Almanya’da doğmuştur. Bir Amerikan askerine aşık olur. Onunla evlenebilmesi için operasyon geçirip kadın olması gerekir. Ama operasyonla erkeklik organından tam anlamıyla ayrılamaz. Geriye üç santimlik öfkeli bir parça kalmıştır. Üstelik sevgilisi de Hedwig’i terk eder. Hedwig, The Angry Inch adlı bir topluluk kurar ama şarkılarını yürüten yeni sevgilisi bir süperstara dönüşürken o küçük salonlarda sahneye çıkar. Ama sonunda Hedwig her insanın sahip olduğuna inandığı diğer yarısıyla bir araya gelecektir. İnsanı çok derin düşüncelere sevketmeyen ama başarılı glam-rock tarzı parçaları ve oyuncularının performanslarıyla eğlendirmeyi başaran bir müzikaldi “Hedwig”. Anlaşılan Mitchell sahnede yakaladığı başarıyı perdede de tutturmuştu.
Festivalin yarışma dışı olan ama seyircilerin en iyi flm ödülü verdiği bir de Uluslararası Festival bölümü vardı. Bu ödülü geçen yıl Berlin’de yarışan ve jüri özel ödülünü kazanan “Evin Yolu” (Wo De Fu Kin Mu Kin) aldı. Zang Yimu’nun bu filminden daha önce Berlin Festivali vesilesiyle Roll’da söz etmiştim. Onun için tekrarlamıyorum. Uluslararası Festival çerçevesinde bu yılın Berlin Festivali birincisi “Mahremiyet” (Intimacy) de vardı. Hanif Kureishi’nin son romanından uyarlanan, Marianne Faithfull’un da küçük bir rolde göründüğü “Mahremiyet”. Tindersticks müziği eşliğinde son yıllarda sinemada gördüğümüz en açık seks sahneleriyle başlayınca bir an kroke olduk desek yeridir. Üstelik bu sahneler, kısa aralarla tekrarlanarak yarım saat kadar sürdü. Bütün bu açıklığın cinsellik sömürüsüyle uzaktan yakından alakası olmaması, filmin belki de en başarılı yanıydı. Birbirini tanımayan, hiç konuşmayan bir erkekle bir kadının sevişmesinde en fazla hissedilen duygu yalnızlıktı. “Paris’te Son Tango”ya benzer biçimde gelişen ilişki erkeğin kadını tanımaya çalışmasıyla varlık nedenini yitiriyordu. “Mahremiyet” ama sonuç olarak bir “Paris’te Son Tango” değil. Kısmi bir başarıdan söz edilebilir ancak Favori yönetmenlerimden Tom DiCillo’nun son filmi “Çifte Darbe”nin (Double Whammy) prömiyeri de Sundance’te yapıldı. DiCillo yine sıcak, yine insaniydi, ama biraz form düşüklüğü mü vardı, yoksa Elizabeth Hurley’nin varlığı mı beni rahatsız etti, bilemiyorum. Eski masumiyeti yoktu sanki.
Belgeseller arasında DJ kültürünü, turntablism’i anlatan “Scratch” başarılıydı. Bir tecavüz iddiasını, üstelik filme alınmış bir olayı anlatan “Raw Deal” kafalan karıştıran bir film oldu. Çok şey görülmesine rağmen, olay tecavüz müydü sorusuna kimse net bir cevap veremedi.
Park City’de olan biten Sundance’le sınırlı değildi, Sundance de filmlerle sınırlı değildi zaten. Paneller, senaristlerle söyleşilerin yanısıra çok hoş bir festival mekanı da Music Cafe’ydi. Her firsatta gittiğim bu cafe’de her gün dört-beş topluluk ya da solo artist konser veriyordu. Bu topluluklardan en cok The Billy Nayer Show’dan hoşlandım. Hatta iki kez izledim. The Billy Nayer Show’un bir özelliği de festivalin yarışma bölümüne bir filmle katılıyor oluşuydu. “The American Astronaut”, hoş bir görselliği olan, abuk sabuk bir filmdi. Zaten konusundan belliydi az çok nasıl bir film olduğu, ama The Billy Nayer Show’dan çok hoşlanınca filme de gittim. Topluluğun solisti ve beyni Cory McAbeeetkileyici bir performans sahneliyor konserlerde. Park City’nin bir güzelliği de pıtrak gibi çoğalan Sundance alternatifi festivaller. Sundance’in sermayeye satıldığını düşünen ya da Sundance’e kabul edilmeyen bir sürü genç sinemacı, alternatif festivallerle seyirciye ulaş maya çalışıyorlardı. Slamdance, Tromadance, Nodance vb. vb. Her yer ücretsiz seyredilebilecek bu filmlerin ilanlarıyla doluydu. Ya da direkt genç yönetmenler, filmleriyle ilgili broşürler dağıtarak ilgi toplamaya çalışıyorlardı. Kısaca, Park City’de yapacak bir şey her zaman vardı.