Tarih: Nisan 2001
Gazete/Dergi: Roll
Karısını tecavüz ederek öldüren katilden intikam almak için Los Angeles’ı arşınlayan Leonard, ”yarı yolda” başına aldığı darbeyle hafızasını yitirir…Sundance’de en iyi senaryo ödülü kazanan ”Akıl Defteri”, çok başarılı bir ”tersine-karafilm” denemesi. Yönetmen Christopher Nolan ve senaryoya temel olan öykünün yazarı Jonah Nolan (Christopher Nolan’ın kardeşi) Filmmaker Dergisi’ne ”Akıl Defteri”ni anlatıyor.
Yalanlarına İnanma
Filmlerinizde farklı bir anlatım dili kullanıyorsunuz, ama hikayeleriniz belki de en bilinen tür olan kara film janrında. Neden?
Christopher Nolan: Kara filmde bakış açısı hikaye anlatmanın temel unsurlarından biridir. Ayrıca zamanda ileri geri sıçramalar ve bakış açısı değişiklikleri tamamıyla kabul edilir. Kara filmin en iyi örneklerinde hep her şeyin yeni baştan değerlendirilmesi gerekir. Özellikle kimin iyi, kimin kötü adam olduğu bağlamında. Aldatma, şaşırtma istenen ögelerdir. Seyircinin bütün hikayeyi bilmediğinin farkında olmasını, bütün karakterlere güvenemeyeceğini bilmesini istersiniz… Jonah bana hafızasında bir şey tutamayan ve intikam peşindeki bu adamın hikayesini anlatınca, kara film tarzını kullanmanın ve hikayeyi hemen hemen tümüyle bu karakterin bakış açısıyla anlatmanın en enteresan yöntem olacağını düşündüm. Psikolojik durumu ve onun bakış açısı filmin yapısında belirleyici rol oynuyor. Seyircinin onun gözleriyle çevresindeki insanlar ve durumları değerlendirmesini istedim.
Bağımsız sinema yıllardır kara film tarzından yararlandı ama gittikçe daha az etkileyici sonuçlar elde etti. “Akil Defteri”nde ise seyirci olayları birbirine bağlama çabasına kendini o kadar kaptırıyor ki, filmin ögelerinin aşinalığını tamamen unutuyor.
Christopher: Bu dediğiniz doğruysa çok iyi. Çünkü filmin yapısını bu janrın çok değer verilen kimi unsurlarını yeniden canlandırmak için kullandım: paranoya gibi, gündelik korkularımızın abartılması gibi. Ama janr o kadar çok kullanıldı ki, gerçekten ona yeni bir enerji katmak için çok uğraşmanız gerekiyor.
Filminizin Avrupa bir tadı var. Seyircinin çizgisel olmayan bir anlatımı hazmetmeye gönüllü olacağı gibi bir beklentiniz var mıydı?
Christopher: Belki. Ama ben “Akıl Defteri”ni bir sanat filmi olarak görmüyorum. Öyle algılanırsa da çok hayal kırıklığına uğrarım. Ben kendimi nihai olarak gayet mainstream bir sinemacı olarak görüyorum.
“Akıl Defteri”‘ne temel oluşturan hikaye nasıl oluştu?
Jonah Nolan: Bir dönem okuldan izin almıştım ve geziyordum. Bu psikolojik durumla ilgili Genel Psikoloji derslerinde bir şeyler okumuştum. Ayrıca kafamda zaten kimlik ve hafıza gibi temalarla ilgili bazı düşünceler vardı. O dönem kurban olma teması kafamı çok kurcalıyordu; kurban olma durumu insanları nasıl etkiliyordu, nasıl üstesinden geliyorlardı ve iyileşiyorlardı… İyileşme döneminde, olayın ilk etkisi silinirken, olayı hatırlamaya çaba harcanır. Bazı durumlarda elbette insanlar anıların akınına uğrar ve bundan kaçamazlar. Ama beni ilgilendiren, insanların yaşanan kötü şeyleri hatırlamaya kendilerini zorladıkları durumlardı. O ana takılıp kalmış bir karakter fikri ilgimi çok çekiyordu.
Filmin kahramanı Leonard’ın (Guy Pearce) durumuna karşılık gelen klinik bir terim var mı?
Jonah: Genel adı anterograd amnezya. Retrograd amnezyanın, klasik kafaya dabe alıp kim olduğunu unutma durumunun tersi. Anterograd amnezyada hem olayın öncesi hem de sonrasına dair hatırlama zorluğu çekersiniz. Elbette bu durumu metaforik bir araç olarak kullandım. Bu durumun derin bir irdelemesini yapmayı amaçlamadım. Umarım bu durumun gerek doğasına çok aykırı bir hikaye yazmamışımdır. Çok aleni bir şekilde felsefi olmadan bazı sorularla uğraşmada bir metafor olarak bu durumdan yararlandım. Hafızanın doğasını özelde de mamûl hatraların doğasını keşfetmek istedim. Öyle hatıralar vardır ki, son derece canlıdırlar, ama aslında kişi onları duyduğu hikayelerden kurgulamış ve bir araya getirmiştir. Bu biraz da kardeşim Chris’le ilişkimden esinleniyor. Kardeş kardeşe ilişkilerde büyük ağabey küçüğüne hikayeler anlatır. Bunlar doğru ya da bir hakikatin süslenmiş ve yanıltıcı bir versiyonu olabilirler. Kara filmin standart yaklaşımında eninde sonunda hakikate, büyük H’li bir hakikate ulaşırsınız. Bundan kaçındım.
Parçalar bir araya geldiğinde hikaye inandırıcı bir bütünlüğe kavuşuyor mu?
Christopher. Bence kavuşuyor ama seyircinin ilk izlemede her şeyi anlamasını beklemek mantıksız. Ayrıca belli ölçüde yoruma açık olmasını da istedim. Ama her şey filmde var, ikinci kez görme fırsatı bulursanız… Film nesnel gerçeğin ne olduğunu açık bir şekilde tanımlamıyor, bu zaten amacımıza aykırı olurdu. Yani nesnel gerçeklikle ilişki kuramayan kahramanın kafasının içinden bakma fikriyle çelişirdi. Bütün filmlerde olan abartma, melodram vb. gibi unsurlarla birlikte ”Akıl Defteri”nde her şeyin yerli yerine oturduğuna inanıyorum.
Leonard’ın kafa karşılığıyla seyircininki içiçe geçiyor…
Christopher: Benim için en ilginç olan şey, seyirinin filmin sonunda Teddy’nin (Joe Pantoliano) söylediklerine inanmak istememesiydi. Peki neden? Sanırım seyirci film boyunca Leonard ‘ın çektiği Teddy fotoğrafına bakıp üzerindeki ”Yalanlarına inanma” yazısını okuduğu için bu tepkiyi verdi. Bu imaj insanda kalıyor ve Leonard’ın görsel hafızasının tamamen güvenilmez olduğunu açık etmemize karşın bu imaja inanmaya devam ediyorlar. Çok şaşırtıcıydı ve planlanan bir şey değildi. Planlamış olduğumuz şey Leonard’ın kafasının dışına bütünüyle çıkmamak ve seyirciyi neye inanmak, neye inanmamak istediğini sorgulayan bir halde tutmaktı.
Filmde hem Carrie-Anne Moss, hem de Joe Pantoliano’nun oynaması akla “Matrix”le olan benzerlikleri getiriyor.
Christopher: “Matrix”le olan benzerliğj Carrie-Anne’le tartıştık. İki film de, çok farklı şekillerde de olsa gerçekliğiin öznel doğasıyla ilgiliydi. Carrie-Anne, ilk olarak “Matrix”de dikkatimi çekti. Aradığım ikili bir özellik vardı ki, Carie-Anne buna sahipti. Bir yandan güçlü, zırhlı olabilirken, bir yandan da duyarlı ve açık olabiliyor.
Peki ya Guy Pearce?
Christopher: Guy’ı hem “Los Angeles Sırları” hem de “Priscilla, Çöllerin Kraliçesi”nde izlemiştim, ama iki oyuncunun aynı kişi olduğu aklımın ucundan bile geçmemişti. Bunu anladığımda böyle bir oyuncunun kafasına koyduğu her rolün altından kalkabileceğini biliyordum.
Filmin yapısı Cortazar ve Borges gibi yazarları çağrıştırıyor. Sizi etkileyen yazar ve sinemacılar kimler?
Christopher: Graham Swift’in romanı “Waterland”in hayranıyım: Paralel zaman dilimleri, geçmiş ve bugün birbiriyle içiçedir. Gayet deneysel bir sinemacı olan ama mainstream bir bağlamda çalışan Nicholas Roeg’u, özellikle de “Performance” adlı filmini beğenirim. Çok bilinmeyen bir Sidney Lumet filmi vardır, “The Offense” diye… Sonra John Boorman’in “Point Blank”i; kimlik sorunlarıyla uğraşan harika bir film.
Lumet bir Amerikalı ama “The Offense”i İngiltere’de çekti; Boorman ise İngiliz ama “Point Blank” bir Amerikan filmi. Sizinle bir benzerlik var sanki…
Christopher: (iç geçiriyor) Evet, doğru, ben yarı Amerikalı yarı İngilizim ve iki ülkede de film yapmaktan hep hoşlandım. Amerikan kentlerinin bazı unsurları çok homojen: Uçsuz bucaksız otoyol kültürü, benzin istasyonları ve moteller “Akıl Defteri”nde çok önemli bir rol oynuyor, çünkü belli bir anonimlik duygusu veriyor. Bu filmin Amerikan peyzajına ihtiyacı olduğunu düşünüyordum, çünkü insanın kaybolabileceği bir yer olmalıydı. Amerika’da, havaalanından bir kente giderken nerede olduğunuzu anlamanız mümkün değildir; şehir merkeziyle havaalanı arası her yerde aynıdır. İngiltere’de insanların konuşmasından anında nerede olduğunuzu anlarsınız.