TARİH: 13 Haziran 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
‘Adamım Benim’ pornomantik komedi tarzının yeni ve hayranlarına göre çok iyi bir örneği. Film, ‘Woody Allen’in (evet!) ‘Barselona Barselona’sıyla da akraba
Amerikalılar, üç hafta kadar önce ‘Arkadaşımın Aşkı’ vesilesiyle sözünü ettiğim yeni romantik komedi türüne bir ad takmışlar: ‘Bromantic comedy’. Anladığım kadarıyla romantikle, brother’ın yani biraderin karışımı bu kelime. Erkeklere de hitap ettiği varsayılıyor, bu filmlerin. Ama sonuç itibariyle ergenlere hitap ediyorlar daha çok. Bana kalsa ‘poromantik komedi’ ya da ‘pornomantik komedi’ derdim, porno ile romantizmi harmanlayarak. Bu türün öncüsü ve akla ilk gelen ismi yazardım; prodüktör ve yönetmen Judd Apatow (Kırk Yıllık Bekar, Kaza Kurşunu, Aşkzede). Onun açtığı yoldan bir dolu isim gelmeye devam ediyor.
BABANIN İKİLEMLERİ
‘Adamım Benim’ bu tarzın yeni ve hayranlarına göre çok iyi bir örneği. Film, ‘Arkadaşımın Aşkı’ ve hatta Woody Allen’in (evet!) ‘Barselona Barselona’sıyla akraba. Akrabalık şöyle: Bu filmlerde son derece antisosyal karakterler var. Ve bu filmlerde bu antisosyalliğin öncülüğünü baba figürleri ya da bizzat babaların kendileri yapıyorlar. Ergen kafada ama yaşça yetişkin erkek kahramanlar bu örnekleri izliyorlar, erkek olmanın sırlarını onlardan damıtıyorlar. ‘Adamım Benim’de sevdiği kızı elde edemeyen ergen-yetişkin, antisosyal ama sert erkek Tank’den yardım istiyor. Tank’in de bir babası var ve o baba her kadını cinsel birer obje olarak algılıyor ve öyle de davranıyor. ‘Barselona Barselona’da Javier Bardem’in babası yazdığı şiirleri yayımlamıyor çünkü halkı şiirlerini okumaya layık görmüyor. Ve daha da acayibi sabık gelinini ‘düzmeyi’ hayal ettiğini oğluna açıkça söylüyor. Bardem’in canlandırdığı karakter de babasının çok ötesine düşmemiş biri. ‘Adamım Benim’in asıl kahramanı Peter’in (Paul Rudd) babası da aile yemeğinde apış arası kıllarından, ağza almaktan son derece sıradan konuşma konularıymış gibi söz edebilen bir baba. Fakat Peter babasının dışladığı evlat. Baba, enteresan bir şekilde asıl oğlu olarak eşcinsel küçük oğlunu görüyor ve onu hayattaki iki arkadaşından biri olarak değerlendiriyor (diğeri önemli değil). Peter açıkça dışlanıyor. Babasının ilgisine mazhar olamayan Peter de ömrü boyunca sadece kadınlarla arkadaşlık kuruyor. Fakat iş evlenmeye gelince düğünde sağdıçsız kalacağı korkusuna kapılıyor. Kendisine erkek arkadaş edinmeye karar veren Peter arkadaştan da ötesiyle, kendisine erkek olmanın sırlarını öğretecek bir baba figürüyle karşılaşıyor.
Sydney (Jason Segel) adlı bu baba figürü, diğer filmlerdekiler gibi antisosyal özelliklere sahip. Sydney mesela köpeğinin kakasını yoldan toplamıyor. Kakaya basan ve şikâyet edenlere de şiddet uyguluyor. Bu arada köpeğin adı da Enver Sedat! Siyah renkli köpeklere tercihan ‘Arap, Arap’ diye seslenen bizlerin söyleyecek pek bir şeyi yok bu konuda, ne yazık ki… Velhasıl-ı kelam Sydney, Peter’den bir erkek yaratıyor, onu rock konserlerine götürüyor, bas gitarı yeniden eline almasını sağlıyor vs.
ROMANTİZMİN SON HALİ
Ama böyle bir baba figürüyle nereye kadar gidilebilir? Bundan nasıl bir romantik komedi çıkar? Bu antisosyal, ergen erkek nasıl bir aile kurabilir? Tabii kadınların durumu da ayrı bir konu. Onlar da birbiriyle cinsel hayatlarını bütün teknik ayrıntılarıyla konuşuyorlar. Yani bu romantik filmlerde, romantizmin yerinde tümüyle ilkel ve kaba bir gerçekçilik hakim. Görsel olmasa da sözel bir pornografi hakim bu tarz filmlere ve filmlerdeki ilişkilere.
Sonuçta bu filmsel babaların aşılması ve çiftlerin evlenmesi gerekiyor. El çabukluğu marifet, bir şekilde ergenlik durumu aşılıyor ve nihayetinde çiftler bir araya geliyor. Ama bu ergen tarzı aşılırken onaylanıyor ve normalleşiyor. Ergen tavrı demek de bir yerde haksızlık, söz konusu olan kadın erkek ilişkilerindeki metalaşma, öznelerin ‘şey’leşmesi, pornografikleşmesi. Bu tavrın güya reddedilişi, aslında bir kabulleniş gibi duruyor. Pornografiye romantizm eklemleniyor.
Romantizmin son hali işte böyle bir şey. Pornoyla aşkın evlendirilmesinden doğan hilkat garibelerinin son örneği ‘Adamım Benim’ insan ilişkilerinin gidişatına değin umut vermiyor. Ama kimin umurunda?