TARİH: 17 Şubat 2006
GAZETE/DERGİ: Birgün
Zenginler, şanslılar ve kötüler
‘Maç Sayısı’ beklentilerime ya da beklentisizliğime uygun bir şekilde başladı ve uzunca bir süre öyle devam etti. Yaratıcılıktan yoksun diyaloglar, ilk görüşte aşklar, inandırıcı olmayan tiplemelerle doluydu film. Her şeye rağmen Woody Allen’ın son yıllarda yaptığı en iyi film.
Orijinal Adı: Match Point Yönetmen: Woody Allen Oyuncular: Matthew Goode, Scarlett Johansson, Jonathan Rhys-Meyers, Emily Mortimer Türü: Romantik – Dram – Gerilim Ülke: İngiltere – Lüksemburg
Woody Allen hemen hemen her yıl yeni bir film yapar ve yine hemen hemen her yeni filmi Allen’ın eski formuna geri dönüşü olarak lanse edilir. Gel gör ki kazın ayağı öyle değildir çünkü zaten eski formuna bir önceki filmiyle dönmüş olan birinin eski formuna dönmesiyle belki de eski formsuzluğuna dönmesi kastedilmektedir, falan. Kısacası bu eski formuna dönüş efsanesine pek takılmamak gerekir, bu kadar çok forma dönmekte hayır yoktur. “Maç Sayısı” açıkçası beklentilerime ya da beklentisizliğime uy gun bir şekilde başladı ve uzunca bir süre öyle devam etti. Yaratıcılıktan yoksun diyaloglar, ilk görüşte aşklar, inandırıcı olmayan tiplemelerle doluydu film. Allen’ın özenti kişiliğine bağlıyordum gördüklerimi. Yüksek sanat (opera. Dostoyevski, Tate Modern Müzesi), ince zevklerle donatılmış ultra zenginler (gerçi bazıları eski Türk filmlerindeki burjuvalar kadar yapaydılar) ve onların aşk hikayeleri tam Allen’a göre diyordum. Ama bazı sahneler inandırıcılıktan o kadar uzaktı ki acaba Allen, Cronenberg’in “Şiddetin Tarihçesi’nde yaptığı gibi bir şey mi yapmak istemiş diye sormaya başladım. Gerçek şiddetin ve kötülüğün sahneye girmesi ise açıkçası hiç beklemediğim bir şeydi ve film aniden gözümde ilginçleşmeye başladı, sonuna kadar da merakımı ayakta tutmayı başardı.
Şans üzerine felsefe
“Maç Sayısı”nın baş kahramanı Dostoyevskiyen bir karaker olan Chris’i – (Jonathan Rhys- Meyers) zenginlerin üye olduğu bir klüpte tenis hocalığı yapmaya başladığı sırada tanırız. Ultra zengin öğrencisi Tom’un (Matthew Goode) arkadaşlığını kazanır önce Chris. Tom’un kız kardeşi Chloe (Emily Mortimer), benzer sınıfsal kökene sahip akranları Paris Hiltonvari hayatlar sürerken her nasılsa ultra saf kalmayı başarmıştır ve görür görmez Chris’e aşık olur. Chloe film boyunca bu inanılmaz saflığını koruyacak, çocuk sahibi olmaktan başka bir şey düşünmeyecek ve kocasının kendisini aldattığını her nedense hiç aklına getirmeyecektir. Peki Chris’in Tom’un sevgilisi Nora’yla (Scarlett Johansson) ilk karşılaştığı sahneye ne demeli? İşte Croneberg’in “Şiddetin Tarihçesi”ni düşündürten sahne bu sahne. Chris sanki Clark Gable, Nora ise tam bir Femme Fatale. Sigaralar yakılıyor, kesikler atılıyor, damardan konuya giriliyor falan. Sahne, o kadar sinema kokuyor ki Allen’ın başka bir derdi var herhalde demeye başlıyoruz. Chris’le Nora’nın aşkı tabii ki trajediyi çağırıyor ve Allen filmlerinde girmediğimiz türden bir kötülükle karşılaşıveriyoruz. O andan itibaren Allen’ın bütün o rafineliğe hayranlık duymak bir yana inanmadığını da görüyoruz. Hatta zengin sınıflara özenmenin, sınıf atlama özleminin kişiyi nasıl hayvanlaştırdığını göstermek istediğine şahit oluyoruz.
Sınıf atlamak
Şans konusundaki felsefesine ne demeli peki Allen’ın? Hiç kuşkusuz şansın bireylerin hayatında müthiş bir önemi var. Bırakın nasıl yaşadığımızı, yaşayıp yaşamamamızı bile tesadüfler belirliyor. Ama kadercilik bireyler söz konusu olduğunda bile bir yere kadar manalı. Maçı kazanmak için maç sayısı atacak kadar iyi olmanız gerek önce. Ondan sonrası şansa kalıyor. Ölçek büyüdükçe, bireyden sınıfa, toplumlara geçildikçe şansın rolü de giderek azalıyor. Şansı bu kadar belirleyici kılmak Allen’ın sınıf sal ilişkiler üzerine söylediği şeylerin etkisini de azaltıyor. Son tahlilde zenginlik ve fakirlik yalnızca şansla açıklanır hale geliyor. Her şeye rağmen “Maç Sayısı” Woody Allen’ın son yıllarda yaptığı en iyi film. Sınıf atlamak için şansın önemini vurgularken, kötülüğe de hatırı sayılır bir rol biçiyor. Böylece o atlanılan konumu da değersizleştiriyor.