TARİH: 1 Ağustos 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
July Delphy ikinci yönetmenliğinde bu kez tarihi bir kişiliği konu almış. Transilvanya’nın havasında ve suyunda bir şey var herhalde, III. Vlad’dan gayri kanlı bir kahraman daha varmış bu topraklarda yetişen. Macar Kontes Erzebet Bathory, feodal düzenin acımasızlığı içinde yetişmiş. İdamları işkenceleri seyretmiş, serflerin acımasızca öldürülüşüne tanık olmuş. Yine de ilk aşkı bir serf olmuş. Erzebet hamile de kalmış üstelik. Köylü acımasızca öldürülmüş, çocuğun ise akıbeti belli değil. Kontes babasının arzusu üzerine sevmediği bir adamla evlenmiş. Osmanlıyla o dönem sürekli savaş halinde olan kont bir gün ölünce, Kontes kendisiyle evlenmek isteyen bir soylunun genç oğlu Istvan’a abayı yakmış. Fakat soylu oğlunu alavere dalavereyle Kontesten uzaklaştırmış. Yaşlandığı ve artık çirkin olduğu ve sevgilisinin bu yüzden kendisinden ayrıldığı vehmine kapılan Kontes, bir süre sonra bakir kızların kanının cildine iyi geldiğine ve kendisini gençleştirdiğine inanmaya başlamış. Ve bundan sonra, özel büyücüsünün bütün karşı koyma çabalarına rağmen, bakire köylü kızları tuzağına düşürmüş ve onların kanıyla yıkanmış.
TARİHİ KAZANANLAR YAZAR
Aristokrasinin sınıfsal acımasızlığı, Batıdaki Türk korkusu ve düşmanlığı üzerine enteresan şeyler var filmde. Ama Alperen tosuncukları heyecanlanmasınlar, film Türk düşmanı değil. Türk düşmanlığı sadece kahramanların dilinde karşılaştığımız bir şey. Filmde görsel olarak Türk vahşeti diye bir şey yok. Aksine, vahşeti gösterilen tek taraf Hıristiyanlar. Yine de AB kapısında beklerken, bu tarihsel korku ve nefreti de görmek anlamlı olabilir. Filmin asıl söylediği şey ise ne kadar güçlü olursa olsun, kadının gençlik ve güzellik kültü karşısında ne kadar zayıf olduğu. Tabii sadece bu da değil, güçlü bir kadın bile, her an siyasi rakipleri tarafından cadılıkla suçlanmakla karşı karşıya kalabilir. Ya da şöyle de söylenebilir, güçlü bir kadın tam da bu nedenle yani güçlü olduğu için cadılıkla suçlanabilir. Tabii ki, Erzebet bir canavar, fakat birkaç yüz köylü kızın öldürülmesi, ne kralın ne de hiçbir soylunun umurunda değil aslında. Hatta kralın bunu ilk duyduğundaki tepkisi, ‘ne olmuş yani’ şeklinde… Kısacası bir erkek olsa, Erzebet’i mahkûm etmek hiç de kolay olmayacakmış. Filmin başında da söylendiği gibi, ‘tarihi kazananlar yazar’. Erzebet canavar sınıfın kaybeden cinsiyetinden.
DELPHY’NİN YÖNETMENLİĞİ UMUT VERİCİ
July Delphy eli yüzü düzgün bir film yazmış (hem senaryoyu hem de müziği), yönetmiş ve oynamış. Ortaya büyük bir film çıkmasa da, bir şeyler de söyleyen bir film çıkmış. William Hurt de iyi oynamış ama genç Istvan’da Daniel Brühl fazla silik kalmış. July Delphy yönetmenlik mesleğinde daha iyi işler yapabilecek gibi duruyor.
‘Şok’ (Traitement de Choc) diye 1973 tarihli bir Fransız filmi vardı (Alain Delon ve Annie Girardot’lu). O filmde de gençleşmek isteyen burjuvalar, genç Portekizlilerin kan ve organlarının güzellik müstahzarı olarak kullanıldığı bir kliniğe gelirdi. 2005 tarihli Ada (The Island) da aynı temanın bir başka versiyonuydu. Aslında yoksulların kanı ve canıyla gençleşme fantezisi ne gerilim filmlerinde ne de tarihte kalmış bir şey. Öyle ya, organ ticareti yapanlar kan emiciliğin bu en doğrudan biçimini ifa etmiyor mu?