Tarih: 2008

SİYAD 40. Yıl

40 YILIN SERÜVENİ

SİNEMA YAZARLARININ SEÇTİĞİ EN İYİ FİLMLER

İSYAN

Queimada / Burn!

Yönetmen: Gillo Pontecorvo / Senaryo: Franco Solinas, Giorgio Arlorio

Görüntü Yönetmeni: Marcello Gatti, Giuseppe Ruzzolini

Müzik: Ennio Morricone /Oyuncular: Marlon Brando, Evaristo Marquez, Norman Hill

Yapım: 1969, İtalya-Fransa

Süre: 112 dk. /Tür: Tarihsel

İsyan iki kez sinema yazarları tarafından yılın en iyisi seçilmekle tarihe geçmiş bir film. Filmin sinemalarımızda gösterildiği dönemi hatırlıyorum. Yasaklanmasını, 2 yıl sonra tekrar gösterime girmesini, çıkardığı tartışmaları… En önemlisi de bu tartışmalardı çünkü o günlerde beni çok şaşırtan şeyler konuşuluyordu. Bir film biçimsel açıdan gerici olup da içeriksel açıdan ilerici olabilir miydi? ‘İsyan’ı böyle değerlendirenler yani biçimsel açıdan gerici, içeriksel açıdan ilerici olarak tanımlayanlar vardı. Gerçekten devrimci bir film yalnızca içerik açısından devrimci olmakla yetinemezdi, biçimsel açıdan da yenilikçi olmalıydı ve klasik konvansiyonlara kahramanlara dayalı öykü anlatımına sırt çevirmeliydi. Film solcu olduğu için yasaklanmıştı, nasıl olurdu da solcular filmi gerici bulabilirdi?

Doğrusu bugünden bu tartışmalara bakınca güzel günlermiş diye düşünmek mümkün. Sinema dünyasında böyle heyecanlı tartışmalar yapılmıyor artık. Ama zaten böyle filmlerde yapılmıyor. 

‘İsyan’ı bir olay haline getiren neydi? Tabii ki sömürgeciliğe, kapitalizme ve emperyalizme karşı şeyler söylemesi, bir gün ‘beyaz adamın’ yani Avrupalı’nın egemenliğinin sona ereceğine yönelik bir inanç taşımasıydı. Ama sadece bunlar değildi, o günün konjonktürüne de göndermeler içeriyor, yani Vietnam Savaşı’na (Vietnamlılar için Amerikan Savaşı) dokunduruyordu. Vietnam Savaşı ki ‘68 kuşağının neredeyse varlık nedenlerinden biriydi. Fakat filmi bugün seyrederken yakın tarihten birçok olayın benzerlerini de görebiliyoruz, bu yaşananlar bir yerlerden çok tanıdık geliyor diyoruz. Çünkü, baskının ve direnişin kuralları pek değişmiyor. 1840’larda Küçük Antiller’deki hayali bir adada geçen filmin bu kadar çok şeyi çağrıştırması, yazarlarının sağlam bir tarih bilgisine dayanması ve de tarihin tekerrürüyle açıklanabilir. Ama bu kadar doğru şeyler söylemek garip bir şekilde filmin aleyhine işliyor. Filmi ‘jenerik’ yani her duruma uyan, özel olmayan bir öykü anlatma durumuna düşürüyor. Dramatik bir yapı tutturabilme uğruna her türlü tarihsel değişim tek bir kahramanın faaliyetleriyle ilişkilendiriliyor. Ama burada yine filmin büyük bir silahı var: Bu kahramanı dahi aktör Marlon Brando canlandırıyor. Denilir ki Brando bu filmde oynayabilmek için ‘Sonsuz Ölüm’de (Butch Cassidy and the Sundance Kid, 1969) ve ‘İrlandalı Kız’da (Ryan’s Daughter, 1970) oynamaktan vazgeçmiş. Bu da onun ne kadar idealist biri olduğunu gösteriyor. Ama gel gör ki Tam da canlandırdığı anti-kahramanın özellikleri nedeniyle filme biçimsel açıdan gerici denmiştir. 

Bu kahraman, ki adı William Walker’dır, İngiltere adına çalışan bir casustur. Portekiz egemenliğindeki küçük Queimada Adası’na gönderilir. Adanın adı ‘Yanmış’ anlamına gelmektedir ve Portekizlilerin yerlilerin isyanını bastırmak için çıkarttığı yangından sonra konulmuştur. Bütün yerliler ölünce adaya Afrika’dan siyah köleler getirilmiştir. Adanın yerel burjuvazisi Portekiz’den bağımsızlığını kazanmak istemektedir. İngiltere’de aynı şeyi istemektedir çünkü serbest ticaret çıkarınadır ve halkının adanın şekerine ihtiyacı vardır. Walker’dan beklenen yerlileri ayaklandırıp Portekizlileri devirmek ve iktidarın yerel burjuvazinin eline geçmesini sağlamaktır. Walker, Jose Dolores (Evaristo Marquez) adlı bir hamaldan önce bir banka soyguncusu, sonra bir isyancı giderek bir halk lideri yaratır. Bununla da kalmaz, adanın önde gelen toprak ağalarından Sanchez’e Portekiz valisini öldürtür ve Sanchez’in başa geçmesini sağlar. Bu arada kölecilikle, ücretli emek arasındaki farkı neredeyse bir Marksist gibi yorumlamayı ihmal etmez burjuvaziye verdiği tarih derslerinde. Walker İngiliz ajanı olarak çalıştığı ve filmin ilk yarısını oluşturan bu bölümde Batı uygarlığına ve ilerlemeye inanan biridir. Filmin ikinci yarısında 10 yıl sonrasına gideriz. Dolores’in önderliğini yaptığı İsyan bastırılamamaktadır. Walker ise bu dönemde devlet memurluğunu bırakmış, ideallerini yitirmiş, yoksul mahallelerde yaşayan ve barlarda kavga çıkaran birine dönüşmüştür. İşte Şeker Şirketi burada devreye girer ve Walker’ı isyanı bastırmakla görevlendirir. Walker bir tür heykeltraş Pygmalion ve Dr. Frankenstein karışımı gibidir. Yarattığı esere hem aşıktır hem de emrinde çalıştığı şirkete göre bir canavar olan bu adamın gücünü yok etmek zorundadır. Her şeye kadir Walker bunu da yapacaktır ama kendisi için tek anlam taşıyan insanı da yok etmiş olacaktır. 

Walker karakteri tek başına o kadar çok şeyi değiştirir ki, işte kahramana dayalı klasik öyküleme ile eleştirilmesine temel nedenlerinin başında bu gelir filmin. Tabii Walker tarihe çobanlık yaparken (ama sürünün sahibi başkalarıdır), diğer insanlara da koyun gibi güdülmek düşer. Film egzotizmden de erotizmden de yararlanır: çıplak bir yerli kadın ancak çok güzel bir vücuda sahipse çerçeveye girer. Film kusurludur, şematiktir ama Brando’nun canlandırdığı mutsuz, inançsız ama sağlam bir analiz yeteneği olan Walker karakteriyle, amatör Marquez’in canlandırdığı devrimci Dolores’le ve daha adil bir dünyaya olan inancıyla unutulmaz sıfatını yine de hak eder. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com