TARİH: 19 Nisan 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün
Alaturka ‘Nuar’ ve diğerleri
Sinemaseverlerin beslenme çılgınlığı günlerine nedense bu ylı geç adapte oldum. İstanbul Film Festivali’nin ilk haftasını neredeyse boş geçirdikten sonra ben de kendimi kahve, sohbeti, film ve eh biraz da alkol döngüsüne kaptırdım. Çok da güzel oldu. Yılın en güzel günleri arasında İFF günlerini.
İtirazım var
İFF’de her geçen yıl ulusal yarışma daha öne çıkıyor ve asıl merak odağını oluşturuyor. Geçen sene Yozgat Blues, Sen Aydinlatırsın Geceyi ve Köksüz gibi şahane filmler IFF’de gün yüzü görmüştü. Bu yıl da iyiyiz. Onur Ünlü ‘İtirazım Var’la iyi bir seri yakaladığını kanıtlıyor. Ünlü, trajik kahramanları seviyor. SAG’nin Cemal’i, biraz Taksi Soförü’nün Travis’iydi. “İtirazım Var”ın kahramanı imam/detektif Selman Bulut ise Polanski’nin Çin Mahallesi’ndeki detektifi Jake Gittes’le (Jack Nicholson) ruh hemşerisi. Selman da Jake gibi burnunu sokmaması gereken yerlere sokuyor. Sokulmaması gereken yerlere sokulan o burunlar belalarını da buluyorlar. Selman da Jake gibi filmin önemli bir bölümünde burnu bandajlı dolaşıyor. Ama Los Angeles nire, İstanbul nire? Kara film türünün, İstanbul’a yaklaştıkça kıçı başı oynamaya başlıyor. Burası epey bir doğu be kardeşim. Burada trajedi de tam trajedi olmaz, içinde bolca komedi olur. Hem halkız biz, kolay ölmeyiz. Selman kafasına kurşunu yese de, denize düşüp kaybolsa da bir Jake değil ve olmayacak. İstanbul’un sonu Los Angeles gibi olacak ama; hatta daha da kötü olacak. Çin Mahallesi’nde Los Angeles talan edilir, kentin arzına geçilir ve bu uğurda cinayetler işlenirken, “İtirazım Var”ın İstanbul’u da benzer bir dönemden geçiyor. “İtirazım Var” üstü açık, kapalı göndermelerle ne yaşadığımızı bize fısıldıyor. Biber gazını yerken eğlenen bir kuşağın ve şehrin kara filmi olursa böyle olur. Filmin açılış sekansına özellikle hayran oldum. Batı icadı ampullerin sarı ışığının ardından görülen İznik duvar çinileri sadece bu topraklarda yapılabilecek bir filmle karşı karşıya olduğumuzu bize söylüyordu. Yine de bir eleştiri, filmin sonlarına doğru sarktığını düşünüyorum. Ya da festival yorgunluğu benim de dikkatimi dağıtmaya başladı, bilemem.
Sesime gel
Hüseyin Karabey’in “Sesime Gel”i de çok sevdiğim bir film oldu. Kürt bir annenin gözaltına alınan oğlunu, aynı adamın kızının da babasını kurtarmak için yaptıkları yolculuğu anlatıyordu film. “Sesime Gel”in, Doğu’nun sözlü anlatım geleneğini sinemaya kusursuzca geçirdigini söyleyebilirim. Film özellikle yolculuğun başladığı andan itibaren çok yumuşak, çok güzel bir tempo yakalıyor. Üstelik bunu, koşulların bütün sertliğini hissettirmeyi ihmal etmeden başarıyor. “Sesime Gel”in Berfe anasının nezdinde oğullarını kaybeden bütün Berfe anaların ellerinden öperim.
Kül kedisi değiliz
Emel Çelebi’nin “Kül Kedisi Değiliz”ine bir devam filmi diyebiliriz. Çelebi daha önce “Gündelikçi” ile ev işçisi kadınların sorunlarını anlatan bir belgesel yapmıştı. Bu kez aynı kadınların sendikalaşma mücadelesini de anlatıyor. Sadece “kadın” diye anılan temizlik işçileri, işçi sınıfının en güvencesiz kesimleri arasında. Pencere temizliği gibi tehlikeli işler yapan, iş hastalıklarından kaynaklanan kalıcı fiziki sorunlar yaşayan “kadınlar” artık “kadın” değil, işçi olmak, belirli güvencelere kavuşmak istiyorlar. Emel Çelebi de ısrarla bize onların hikâyesini anlatıyor. Çoğumuzun, bu filmi izledikten sonra aynaya bakmaya ve kendimizle de hesaplaşmaya ihtiyacımız olacak. Çünkü ev işçisi kadınlar, çoğumuzun hayatına şu ya da bu şekilde girmiş durumdalar. Biz bu mücadelenin neresindeyiz? İşçi sınıfının mı yanındayız yoksa patron muyuz? Hadi bakalım…
Tuncel kurtiz ve sürü
Perşembe akşamı da büyük oyuncu Tuncel Kurtiz’in oyunculuk kariyerindeki dönüm noktalarından biri olan Sürü’yü yeniden izledim. Halit Ergenç, Kenan İmirzalıoğlu ve Menend Kurtiz filmden önce çok samimi birer açılış konuşması yaptılar. Kurtiz’e yine hayran kaldım ve sinemamızın kaybının büyüklüğünü bir kez daha gördüm. Tuncel Kurtiz olmasa “Sürü” de olmazmış. Başka her şey belki değişebilirmiş ama Sürü’yü Kurtiz’siz düşünmek mümkün değil.
Bu festivalde az yazdım, kusuruma bakmayın. Ama ayrıca şu 3 filmin bende iz bıraktığını söyleyebilirim: “Yedinci Uydu”, “Göldeki Yabancı” ve “Eksik Resim”. Gelecek festivale buluşmak üzere.