TARİH: 7 Ocak 2005
GAZETE/DERGİ: Birgün
ÖLEN BİR KÜLTÜR ÜZERİNE…
Bir Yavuz Turgul filmi, onu başkalarından ayırt eden belirli özelliklere sahip olarak dünyaya gelir. Bu konuda Altyazı dergisinin son sayısında yayımlanan Övgü Gökçe ve Berke Göl’e ait yazıyı sinema meraklısı herkese tavsiye ederim. “Gönül Yarası” da bu özellikleri taşıyan tipik bir Turgul filmi. Kuşaklar, kültürler, dünyalar, hayat görüşleri arasındaki bir çatışmanın filmi “Gönül Yarası”, diğer Yavuz Turgul filmleri “Eşkıya” ya da “Muhsin Bey” gibi. Filmin asıl kahramanı Nazım (Şener Şen) yurtsever, solcu bir sülalenin bu nitelikleri taşıyan son temsilcisidir. Adını kimden aldığı, ailesi hakkındaki bilgiler ortaya döküldükçe netleşir. Nazım hayatını memleketini aydınlatmaya adamış, en uzak Kürt köylerinde ders vermiş (kendisi de Kürtçe’yi öğrenmiş), fişlenmiş, sorguya çekilmiş ama bildiği doğrulardan şaşmamış biridir. Ama tipik bir solcu hastalığından da mustariptir: Nazım çok yakınındakilerin dertlerine duyarsız kalır, ormana bakmaktan, kendi bakımına muhtaç bazı ağaçları göremez. Tarihe ve insanlığa karşı duyduğu sorumluluk, kendi kızının sağlığına karşı sorumsuzca davranmasını engellememiş, hatta bu duyarsızlığının bizzat nedeni olmuştur. Nazım öğrencileriyle kurduğu sıcak ilişkiyi kendi çocuklarıyla kuramamıştır. Oysa onların da kendi dünya görüşüne sahip olmalarını ne çok istemiştir… Çocuklarının isimlerini koyarken de babası gibi Nazım Hikmet’i örnek almıştır ama oğlu Memet (Güven Kıraç) babasının zıddına dönüşmüş, para dışında fazla bir şey düşünmeyen bir beyaz eşya bayii tüccarı olmuştur; kızı Piraye (Devin Özgür Çınar) ise duyarlı kişiliğine karşın Özal – Çiller prensi ruhunda bir bankacıyla evlenmeye niyetlenecek kadar da babasının dünyasına uzaktır. Nazım’ın sülalesinin son kuşağının artık egemen kültürden ayrılan bir niteliği kalmamıştır.
Nazım emekli olup, İstanbul’a döndüğünde ilk buluştuğu kişiler çocukları değil, mahalle arkadaşları olur. Bunlardan Takoz (Sümer Tilmaç) Nazım’a yaşayacağı bir ev kiralar, ayrıca taksisinde geceleri şoförlük yaparak geçinme olanağı sağlar. Takoz’un şahsında somutlanan bir mahalle çevresi tasviri de yapar film. Bu çevre birbirleriyle dayanışma içinde, iyi kalpli, paylaşımcı, temiz insanlardan oluşan ve belli ki bu kuşakla birlikte de yok olacak olan ideal bir çevredir. Bu çevrede farklı dinlerden insanlar bir dönem barış içinde yaşamıştır ama Hıristiyanlar nihayetinde eşyalarını bile bırakarak terk etmişlerdir. Nazım bir Rum’un evinde yaşamaktadır.
Nazım’ın dünyasıyla bir gün kelimenin tam anlamıyla başka bir Dünya (Meltem Cumbul) çarpışır. Dünya, suskun kızı Melek’le (Ece Naz Kızıltan) birlikte, psikopat kocası Halil’den kaçıp (Timuçin Esen), Mardin’den İstanbul’a pavyon şarkıcılığı yapmaya gelmiştir. Beyoğlu pavyonculuğu da ölen bir başka kültürdür. Dünya’nın hayallerini de pavyon değil, bir türkü barda söylemek süsler. Ama Halil, karısını bulmaya İstanbul’a gelince Nazım, Dünya’yı koruması altına alır. Ne kendisine ne de başkasına itiraf etmese de Nazım, Dünya’ya karşı ayıp bulduğu duygular da beslemektedir. Nazım’ın yaşı göz önüne alındığında karşı cinsle yaşayabileceği son aşk, büyük ihtimalle Dünya’ya duyduğu aşktır. Bu aşkın yaşaması da çok ama çok zordur.
Gelecek ise susmayı seçmiş Melek’te simgelenir. Her şeye rağmen umut tükenmez. Filmin finalinde Melek, Nazım’ın çabaları ve sıcak ilgisiyle konuşmaya başlayarak geleceğe dair umutları ayakta tutar. Nazım’ın iradeciliği kaderi (gerçekliği) temelinden değiştiremese de, tamamen boşuna değildir.
“Gönül Yarası” adından başlayarak ve bolca şarkıya yer vererek yerli, Türkiye’ye özgü bir dili oluşturmaya, buralı olmanın sinemadaki karşılığını bulmaya çalışan bir film. Bunu yaparken doğuyla batıyı, geçmişle geleceği, kaybolmakta olanla yeni doğanı kucaklamaya çalışıyor. Kendi adıma filmin biraz daha az duygusal ve biraz daha az kapsayıcı olmasını tercih ederdim. Bu filmin karakterlerine de daha fazla nefes alma imkanı verirdi.
Oyunculuklara gelince; Şener Şen her zamanki standardında, Meltem Cumbul ise üstünde. Timuçin Esen’in tipinin, kılık kıyafetinin canlandırdığı karaktere çok uymadığını düşünüyorum ama oyunculuğu “Kasap”taki Eric Bana’yı hatırlatıyordu, yani oldukça iyiydi. Peki Yeşilçam geleneklerini alıp bunları geleceğe taşıyacak bir sinemacı kuşağı var mı ya da yetişiyor mu? Şu anın gerçekliğine bakacak olursak, incelediği kültürler gibi Turgul’un kendisi de ölen bir kültürün temsilcisi gibi gözüküyor.