Tarih: Ağustos 2001

Gazete/Dergi: Roll

New York acaip bir yer. İstanbul’a benziyor mu? Yok, alâkası yok. Ama nedense sanki evden bakkala çıkmışım da, binlerce kere arşınladığım sokaklardan geçiyorum gibi bir kayıtsızlıkla yürüyorum sokaklarında. İşim gücüm plakçı dolaşmak, akşam da konsere gitmek. Müzeymiş, neymiş aklıma geliyor gelmesine de, insan nasıl kendi evinde erteleyip gitmezse, New York’ta da öyle yapıyorum. Sanki hep burada yaşayacakmışım gibi. Niye böyle? New York seyirlik bir yer değil, yaşanan bir yer, bir şehir işte. Çok kozmopolit, sanki herkes zaten yabancı olduğu için kendini yabancı hissetmene gerek yok gibi. Belki de filmlerden o kadar aşinayız ki her şeye, gitmeden biliyoruz. Ama biraz dışına çıkınca da. “oh be dünya varmış” dedirten bir temposu, büyük boyutluluğundan gelen bir eziciliği var. 

Ama ben akşamları küçük boyutlu kulüplerde dolaşıyorum. Ve Şansıma haziranda hemen hemen her gece iyi bir konser var. Daha kalabilsem, sırada Calexico, Sparklehorse filan var 

ama… 

11 Haziran: Bowery Ballroom’da Ron Sexsmith 

Ron Sexsmith aslında ilk albümüyle bayağı beklenti yaratmış bir şarkıcı, sarkı yazarı. Elvis Costello ilk albümünü yere göğe koyamamış, albümüne de “Other Songs” (Başka Şarkılar) adını koymasına, albümün hakkını vermediği için pek kızmıştı. Mojo dergisinin bu ikinci albüme tam sayfa ayırdığını hatırlıyorum. Ama sonra Sexsmith’ten beklentiler azaldı. Üçüncü albümü “Whereabouts” pek yankı yapmadı. Sonra plak şirketi prodüktör değiştirdi. İlk üç albümünde Tchad Blake ve Mitchell Froom vardı. Haziran’da çıkan “Blue Boy”un prodüktörü ise alt. Country’ci Steve Earle. Yeni albüm daha bir rock olmuş, öyle deniyor. Sexsmith’in sınırlı bir şöhrete kavuşmasının nedeni, belki konserinde de bariz bir biçimde görünen karizma yoksunluğu. Çok sevimli, çok utangaç, çocuk gibi. Ama hiç seksi değil. Şefkat uyandıran bir rock’çu, nereden baksanız, eşyanın tabiatına aykırı. Salon tıklım tıkış değildi ama kalabalık sayılırdı. Küçük Ron (henüz 37, 37 yaşındaymış) pek sevindi: “Kimse gelmeyecek diye çok korkuyordum. Çok teşekkür ederim geldiğiniz için” dedi. Sahnedeki tavırları da çok şaşkın. Sexsmith, Elliot Smith’le, Badly Drawn Boy’un kabilesinden. Onlar gibi iyi yazar ve onlar gibi cerbezesiz. 

Fakat hiç pişman değilim. Temiz, sakin, güzel bir konserdi. Unutulmazlar arasına girmese de. 

12 Haziran: Joe’s Pub’da Si* Se 
Bu konsere geliş nedenim hem lojistik, yani mekanın o an yakınımızda olması, hem de Si*Se’nin solisti Carole C.’nin gördüğüm fotoğraflarındaki güzelliği. Si*Se, David Byrne’ün plak şirketi Luaka Bop’un gruplarından biri. İki yıldır birlikteler ve kendi adlarını taşıyan ilk albümleri bu yaz çıktı. New Yorklular ama köken muhtelif. Carole’un annesi Dominik Cumhuriyeti’nden bir Arap meleziymiş. Müzikleri de beklenebileceği gibi Latin, Arap ve hip-hopetkileri taşıyor. Kimi zaman Sade’ye çok benziyor. Grubun bence en sıkıcı olduğu zamanlar da bu anlar. Ama ritmin coştuğu anlarda Si*Se sahneyi dolduruyor. Carole’un kalça hareketleri de değme dansöze taş çıkartır. Taş dedim de… Neyse. Joe’s Pub tam anlamıyla bir konser salonu değil aslında. Daha çok bar, hatta biraz lüksçe bir bar. Müzik ikinci planda düşünülmüş. Bowery Ballroom öyle değildi. BB, Babylon’un daha büyüğü bir yerdi ve müzik öncelikliydi. 

14 Haziran: Knitting Factory’de Jim White 
İşte esas oğlan. Amerika’da Roll gibi bir dergi çıkmadığı için kendi vatanında pek tanınmayan güzel insan. Knitting Factory küçük bir yer. İki salonu var. Bizim oğlan ana salonda çıkacak. Ama ana salon da, Babylon’dan ufak. Ayrıca sigara da içilmiyor. İçki, sigara dışarıdaki barda. 

Jim White’ın iki albümü var: “Wrong Eyed Jesus” ve “No Such Place”. Luaka Bop’un ilk Amerikalı sanatçısı. Sahneye dört kişilik bir ekiple geliyor. Kovboy şapkası kafasında, kafası öne eğik, başlıvor çalmaya. Grubuyla arasında bayağı yaş farkı var. Yeğenlerini gezmeye götürmüş bir amca gibi. Malum, Jim 40’ını çoktan devirdi. 

Salon pek de dolu sayılmaz. Sanki adamın şarkılarını en çok bilen de benim gibi bir hisse de kapıldim. Öylesine gelmiş ama sonuçta eğlenen bir dinleyici kitlesi var gibi. Birkaç şarkıdan sonra şapkasını çıkarıyor ve seyirciyle her şarkı arasında konuşuyor. Her şarkısını “another heartfelt song” diye yani ”yürekten gelen bir başka şarkı” diye takdim ediyor. Ekibin uyumu mükemmel, belli ki çok iyi çalışmışlar. Jim muzip bir ifadeyle hem seyircinin attığı laflara cevap yetiştiriyor, hem de özellikle gitarcısına takılıyor. Bir ara Pete Townshend zıplaması yapıp ilerideki rockkariyerine hazırlandığını söylüyor. Yerden sadece birkaç santim yükselebildiğini belirtmek gerek. 

İki albümünden de çalıyor. Konser bitiminde yanına gidiyorum. Elimde kendisiyle yapılan söyleşinin yer aldığı, Roll var. Dergiyi gösteriyorum, “Bak, burada Türkiye’de çıkmış bir dergide senle yapılmış röportaj var” diyorum. Belli ki çok seviniyor ama kulise gitmesi gerektiği için “hatırladım, şimdi gitmem lazım, sonra görüşürüz” diyor. Birkaç dakika sonra bis için geliyor. Bis bitiminde satılık CD’leri ve t-shirt’leri olduğunu söylüyor ve arkadan bir çanta ve karton bir koli getiriyor. Tam bir işportacı gibi çantadaki CD’lerle, t-shirtleri satmaya başlıyor. Sahne, biraz üzücü gibi görünse de öyle yaşanmıyor. Bir de Amerikan kültüründe böyle bir şey ayıp değil bizdeki gibi. Fakat Jim’i kışkışlıyorlar salondan, bir sonraki topluluğa yer açmak için. Kolinin bir ucundan ben tutuyorum, dışardaki barda bir köşede tezgahı açıyoruz yine. Bu arada Jim her nedense, bırakın röportajı ben yaptım demeyi, Roll’la alakamı bile söylememiş olmama rağmen, o röportajı yapanın ben olduğuma karar vermiş durumda. Koliyi taşırken Ankara doğumlu arkadaşına sesleniyor, “Bak, Türkiye’den gelmiş, benle röportaj yapmıştı” filan gibi bir şeyler söylüyor. Bunu satış sırasında diğer müşterilerine de gerekli gereksiz söylüyor. Artık düzeltmek için çok geç deyip yeni kimliğimi benimsiyorum. 

Bir extra-large t-shirt de ben alacağım ama arkada birileri x-large’ları yürütmüş bile. Large’a kalıyoruz. Artık almamak da olmaz.

Jim bir de hikayesini kitaplaştırmış, onu da bedava dağıtıyor. Bir gün çeviririz inşallah. Kalabalık dağıldık tan sonra, bir süre laflıyoruz. New York’un kendi taksicilik yaptığı döneme göre çok daha güvenli bir yere dönüştüğünü söylüyor. Çektiği filmden, New York Üniversitesi’nde okuduğu yıllardan, şundan bundan konuşuyoruz. Sonra ekibiyle eski püskü minibüsüne biniyor. Yolun açık olsun Jim. 

23 Haziran: Baltimore’da, adı hatırlanmayan bir barda White Stripes 
White Stripes Detroitli bir ikili. Jack White ve kızkardeşi olduğunu iddia ettiği (ayrı yaşadığı eşi olduğu da söyleniyor) Meg White’tan oluşuyor. Jack gitar, piyano ve vokalde, Meg bateride. Bugüne kadar üç albüm yayımlamışlar: “The White Stripes” (1999). “De Stijl” (2000) ve “White Blood Cells” (2001). Özellikle bu son albümleri çok beğenildi. Ayrıca NME’de “en iyi canlı topluluk” gibi övgüler aldılar. Hoş NME böyle birinci, ikinci seçmeye çok düşkündür. 

İkinci albümlerinin adından da anlaşılabileceği gibi, stil sahibi bir grup The White Stripes. Kırmızı ve beyazdan başka renk yok, ne giysilerinde ne de enstrümanlarında. Sıkı bir elektrik

blues konseri çekiyorlar. Bazı şarkılarını bir kategoriye sokmak zor gerçi. Klasik Broadway etkisinde şarkıları da var. Topu topu iki kişi olmalarına rağmen sahneyi dolduruyorlar. Ama zaten sahne de küçücük. 

Sonra kürkçü dükkanına geri dönüyoruz. Sırada PJ ile Nick Cave var. Demeden geçemeyeceğim. Nick Cave’i Münih’te izlemiştim, mayıs sonunda. Biz seyirci olarak çok daha iyiydik, dolayısıyla adamlar da çok daha iyiydiler. Ya, işte böyle…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com