TARİH:  23 Nisan 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün

İstanbul Film Festivali her zamanki güzelliğiyle hayatımıza gireli 2 hafta oldu. Yine Ak Sanat’ın cafe’sinde buluşup, hangi filmleri seyrettiğimizi sorduk birbirimize,
yine İstiklal Caddesi’nde seanstan seansa koşturduk. Yine uzun süredir görmediğimiz yerli, yabancı arkadaşlarımızı gördük
Ve yine festival-ertesi depresyonu yaklaşıyor, sinsi sinsi. Festival sosyalliği ve ortak hedeflere odaklanmışlığı bitince, bir süre sudan çıkmış balık gibi olacağım, biliyorum.
Bu yıl, benim için biraz medyatik de geçti. Changa’da verilen ve François Ozon, John Malkovich ile Peter Greenaway’in katıldığı yemeğe ben de çağrılmıştım.  Malkovich’in yanına ben oturdum ama diğer yanıma da Greenaway oturunca en stratejik yere yerleşmiş oldum. Bu iyi mi kötü mü bir durumdu tartışıldı. Mesela Serra Yılmaz, bu iki konuğa bu kadar uzun süre katlanabilmemden evli olduğum sonucunu çıkardı. Ama o gece konuklarla konuştuklarımı yazmak bana biraz garip geliyor. Yani, orada röportaj yapmadım ki! Sonradan yazarım diye sormadım sorularımı, onlar da umarım sonradan yazılır diye cevaplamadılar. Yani birkaç fotoğraftan başka bir şey paylaşmayacağım sizle.

TAŞRA VE ŞEHİR İLİŞKİSİ
Festival’de her zamanki gibi paneller de yapıldı. Tül Akbal, Fatih Özgüven, Engin Ertan, Dan Fainaru ve Rüdiger Suchsland’ın katıldığı panelde Türk sineması konuşuldu. Fainaru “suskun” karakterlerin biraz da yönetmenlerin kaçak dövüşmesinin ürünü olduğunu düşündüğünü söyledi; Tül Akbal, 12 Eylül’de yaşanan dehşetin “kendinden nefret eden” karakterler yarattığını ve bu karakterlerin öfkesinin çoğunlukla kadına yöneldiğini ileri sürdü. Taşra ve şehir ilişkisi de panelde yoğun olarak konuşulan bir konuydu.
Filmlere gelince her zaman olduğu gibi çok iyiler de, vasatlar da, kötüler de vardı. En iyilerden biri Şili filmi “Tony Manero”’ydu. Tony Manero John Travolta’yı meşhur eden karakterin, “Saturday Night Fever”ın kahramanının adı. Filmin meşhur olduğu yılar Şili’de darbe sonrasına, Pinochet’nin kanlı rejimine karşılık geliyor. Film, Tony Manero benzerleri yarışmasına katılan ve kazanmak için cinayet işlemekten çekinmeyen kahramanı aracılığıyla, bir insan tipini, bir rejimi, bir değerler bütününü mükemmel bir biçimde veriyor. Dahiyane gözükmeden, dahiyane olmak bu filme ait bir özellik olabilir.
Festivale filmi gösterilmeden damgasını vuran yönetmen ise Ozu’ydu. Dorris Dörrie’nin kısmen mükemmel “Kiraz Çiçekleri”, Kurosawa’nın “Tokyo Sonata”sı ve Claire Denis’nin “35 Tek Rom”u hep Ozu’ya gönderme yapıyordu.  Kore-eda’nın “Bitmeyen Yürüyüş”ü de Ozu’ya selam duran bir başka filmdi ve ayrıntılı portreleriyle festivalin en iyileri arasındaydı. Aile denen cennet/cehennemi bu filmden daha iyi tasvir etmek zor.
Film Festivali’nin ve hatta bu hafta gösterime giren “Devlet Oyunları”nın içine Katrina Fırtınasının getirdiği sular bir şekilde sızdı. Festival belgesellerinden “Su Belası” tamamen Katrina üzerine içeriden bir bakıştı. Katrina sırasında devletin halkı ne kadar yalnız bıraktığını bildiğimizi sansak da öğrenecek daha bir çok şey olduğunu gördük. “Yes Men Dünyayı Kurtarıyor” önceden de iki filmleriyle tanıdığımız muzip-muhalif Yes Men ekibinin yeni icraatlarını içeriyordu. Yes Men büyük işadamları kılığına girerek kapitalizmin insanlık dışı karakterini bizzat o kapitalistlere veya üst düzey yöneticilere gösteren bir ekip. Bu sefer de kah Dow Chemicals adına Bhopal’de yaşanan en büyük sanayi kazalarından biri için (Union Carbide tesislerinden yayılan zehirli gazlar binlerce kişinin ölümüne neden olmuştu) Hint halkına tazminat ödemek vaadinde bulunuyor kâh Amerikan kamu kuruluşları adına New Orleans’de Katrina mağdurlarına toplu kanıt yapılacağı müjdesi veriyorlardı. Bu hafta gösterime giren “Devlet Oyunları”nda ise meşum bir şirket Katrina’nın yarattığı fırsatlardan yararlanmıştı. “Devlet Oyunları” bir bakıma eli yüzü düzgün iyi niyetli bir film ama anlattığı tip şeyler 70’lere ait, günümüze değil.  Film savaştan ve felaketlerden büyük çıkar sağlayan Halliburton, Blackwater gibi gibi şirketler, yoz politikacılar ve dürüst sağlam gazetecilere dair. Ne öyle bir basın kaldı ne de basının öyle bir etkisi açıkçası. Bugün yaşadığımız dünyada kahraman gazetecilere yer yok ne yazık ki. Demek ki geçmişte de sanıldıkları adar etkili değilmişler, yoksa bugünlere gelmezdik.
Diğer filmlere gelince: Genç Rus kadın yönetmen Gai-Germanika’nın “Ben Hariç Herkes Ölsün”ü genç kızlığa geçiş sancılarını çok sert ama yine de sevecen bir bakışla anlatıyordu. Çok övülen ve yine çocukluktan gençliğe geçişle ilgili olan vampir filmi “Gir Kanıma” benim ruhuma hiç nüfuz etmedi. Filmin niye bu kadar yüceltildiğini keşke anlayabilseydim. Aynı şey “Kör Domuz Uçmak İstiyor” için de geçerli. Endonezya’da Çinli yani azınlık olmanın zorluklarını anlatan bu film  seyircisinden çok şey talep ediyordu ve benim de verecek halim yoktu galiba. Yusuf Şahin anısına gösterilen “Sessizlik Lütfen… Çekim Var” şöhret, yalnızlık, aşk ve hırs üzerine hoş bir Arabesk müzikaldi. “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” kahramanlarını karikatürize eden ve onların politik özelliklerini gençlik isyanına indirgeyen bir filmdi. Andreas Baader filmdeki gibi bir serseri idiyse nasıl olmuş da bu kadar kişiyi etkilemiş anlamak zor. “Tyson” adı üstünde boksör Tyson’ı anlatıyordu. Tecavüzden hapis yatmış, rakibinin kulağını ısırmış, çok para kazanıp, çok da kaybetmiş, çok adam dövüp, çok da dayak yemiş bu adamdan geriye öksüz kalınca ne yapacağını şaşırmış bir çocuk portresi kalıyor. “İl Divo” italya’nın Süleyman Demirel’i Andreotti üzerine değişik bir biyografi çalışmasıydı ve etkileyiciydi (Yeni Rüya bazen bayağı kötü bir projeksiyonla sunabiliyor filmleri, Il Divo’da da öyleydi). “Il Divo”da yükselmekte olan bir başka politikacı ve medya patronun da gölgesi vardı: Berlusconi! Başbakan Erdoğan’ın  dünürü ve yakın arkadaşı, bugünün karanlığının da baş mimarı Berlusconi’nin ağlarını nasıl örmeye başladığını görüyoruz filmde. Andreotti bile onun yanında demokrat!

BİRÇOK İYİ FİLM FESTİVALDEYDİ
“Tulpan” bizi Kazak steplerine götüren insancıl, hayvancıl, doğacıl hoş bir filmdi. “Piçler” ABD’de çalışan Meksika göçmeni işçiler üzerine acıklı, sert, çarpıcı ve yalın bir filmdi. Etkileyiciydi. Yine Latin Amerikalılara, Perululara dair bir belgesel olan “Unutmak” çöken, yoksullaşan, umutsuz ama direnen bir halk tablosu sundu. Egoyan’ın son filmi “Tapınma” babalar, oğullar, kızlar ve torunlardan kültürlerarası çatışmadan, terörden Egoyan’a özgü tarzla söz eden ve kendisini ilgiyle izleten bir film oldu. “Kızılırmak Karakoyun” çok çok iyiydi, bu filme dair festivalist.com’da bir yazım çıktı. Yeni Türk filmlerine gelince hepsi hoşlukları olan filmlerdi diyebilirim. “Köprüdekiler” belgeselle kurmacayı iç içe geçiren yapısıyla ve karakterlerini  gayet inandırıcı ve insancıl bir biçimde tanıtışıyla diğerlerinden öne çıktı. Filmin adındaki köprü Boğaziçi Köprüsü’ne işaret ediyor ama aslında köprü çok da belirleyici bir öneme sahip değil. Bir dolmuş şoförüyle karısı, köprüde çiçek satan bir çocuk ve arkadaşları ile bir trafik polisi filmin kahramanları. Bu hayatların kesişmemesi, yan yana ama dokunmadan süren yaşamlarımızı “hyper-link” adı verilen “kesişen hayatlar filmleri”nden daha iyi betimliyor.  Pelin Esmer’in amcasını anlattığı “11’e 10 Kala”da herkesin hemfikir olduğu bir şey vardı: Film daha kısa olmalıydı. Yeni bir kurguyla “11’e 10 Kala” daha iyi bir film olabilir. Film yaşlı bir “her şey koleksiyoncusu”nun çevresiyle, akrabalarıyla ve de fırsatçı kapıcıyla ilişkilerini anlatıyor. Film, koleksiyonculuğun nedenine girmiyor ama nasılını gayet iyi veriyor.  “Uzak İhtimal” de insancıl ve sevimli bir filmdi. Özellikle şaşkın ve aşık müezzin tiplemesi başarılıydı. Fakat filmin diğer kahramanlarına aslında yoktular desek yeridir. Müezzinin aşık olduğu rahibe ve onun babası, üçkağıtçı arkadaş falan çok silik tiplerdi. Ayrıca Türkiye’de Hıristiyanlardan söz edeceksen Rumlar ve Ermeniler dururken tesadüfen burada olan bir yarı İtalyanı konu almak biraz kaçak dövüşmek gibi geldi bana. Bir de filmin görüntü yönetimi sorunluydu. Hep mavi tonlar, bir tür “İstanbul blues” duygusu vermek için miydi, bilemedim. Yine de filmin artısı eksisinden fazla.  Bu hafta gösterime giren “Mommo- Kız Kardeşim” de yine aynı şekilde yani insancıl ve sevimli olarak nitelendirilebilecek bir film. Ama yeni Türk filmlerinin galiba en zayıfı o. Anneleri olmayan, babalarının da dedelerine terk ettiği iki küçük çocuğun hikayesi dokunaklı ama akılda geriye küçük oyuncuların sevimliliği dışında pek bir şey kalmıyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com