TARİH: 21 Nisan 2004
GAZETE/DERGİ: Birgün
İstanbul Film Festivali’nin bu yıl en heyecan uyandıran bölümlerinden biri Martin Scorsese’nin liderliğinde gerçekleştirilen yedi blues belgeseli oldu. Hem sevdiğimiz bir müziğin tarihini, bu gününü ve yarınını öğreneceğiz, hem iyi müzik dinleyeceğiz hem de iyi filmler seyredeceğiz. Kaçıranlar üzülmesinler. Elbette bu filmler blues üzerine çok şey söylediler ama hiçbir konuda olmadığı gibi, bu konuda da hap kürünün çok faydası yok. Hele konu blues olursa: Çünkü filmlerde de sık sık söylendiği gibi ‘blues her şeyden önce duyguyla’ ilgili bir şey. Bu duyguyu yedi filmin de yakalayabildiğini söylemek güç. Birbirlerini sık sık tekrarlamaları da cabası. En başarısızı ve sonuna kadar seyretmeye katlanamadığım film Charles Burnett’in ”Şeytanın Ateşiyle Isınmak”ıydı. Bu yarı-otobiyografik film on yaşında bir oğlan çocuğun amcası tarafından blues’la tanıştırılmasını anlatıyordu. Ama oyunculuk ve mizansen bir okul müsameresi düzeyini geçmiyordu. Elbette blues sanatçılarının görüntüleri ilginçti ama bunların içine konulduğu çerçeve derme çatmaydı. İşin enteresan tarafı Burnett’in yedi yönetmen arasInda tek ‘Siyah’ olan olmasıydı.
Beyaz bir İngiliz’in, Mike Figgis’in ”Kırmızı, Beyaz ve Blues”u ise Burnett’in yapamadığını yapıyor ve blues’un ruhuna dokunabiliyordu. Filmin adı, Figgis’in ilk grubunun da adı aynı zamanda. Figgis filmlerinin müziklerini de çoğunlukla kendi yapıyor ve belki de bu nedenle görüntü ve sesi en iyi eşleştiren yönetmenlerden biri. “Kırmızı, Beyaz ve Blues” bu müziğin Britanya’daki serüvenini ele alıyor ve konusunun sınırlarını iyi çizerek bir bütünlüğe ulaşmayı başarıyor.
SCORSESE VE LOMAX
Eric Clapton da filmde röportaj yapılanlardan biri. Bir dipnot olarak Clapton’ın 1976 da bir konserinde ırkçılığı nedeniyle Muhafazakar Parti’den kovulan Enoch Powell’ı destekleyici ve mülteci alınmasına yönelik liberal politikaları yeren bir konuşma yaptığı ve bu konuda hiçbir zaman özür dilemediğini hatırlamak lazım. Clapton çok şey borçlu olduğu Siyah’ları sadece kendi ülkelerinde yaşadıkları sürece seviyor.
Martin Scorsese’nin filmi ise araştırmacı ve Amerikan halk müziğinin ünlü derlemecisi Alain Lomax’in ve blues’un köklerinin izini sürüyor. Bu yolculuk onu Afrika’ya götürüyor doğal olarak. Burada Afrika’nın çağdaş blues’cuları diyebileceğimiz Salif Keita, Habib Koite ve Ali Farka Toure ile buluşuyor. Çok yeni bir şey söylemiyor film. Bilinen Mississippi Deltası efsanesi etrafında dolaşıyor.
Wim Wenders ‘Bir Adamın Ruhu’nda bir anlatı çatısı kurmaya çalışmış. Film Voyager uydusunun görüntüleri ile açılıyor. Blind Willie Johnson filmin hayali anlatıcısı rolünü üstleniyor. Voyager muhtemel uzaylılara Johnson’ın Amerikan Kongre Kütüphanesi’ndeki kayıtlarını taşıyor. Film çağdaş rock’çılarla (Nick Cave, Beck) geçmiş arasında gidip geldikten sonra J.B. Lenoir’in iki hayranının çektiği filmler üzerinde yoğunlaşıyor. Açıkçası keyifli görüntüler ve performanslar olsa da film, bir bütünlüğe ulaşamıyor.
Marc Levin’in ‘Babalar ve Oğulları’ filmi diğerlerine göre daha dar bir çerçeve çizmiş. Film Chess plak şirketinin sahibi Marshall Chess’in, Chuck D.’den (Public Enemy’den) aldığı bir mail üzerine Muddy Waters’ın ‘Electric Mud” albümünün hiphop’çı desteği ve sağ kalan üyelerce yeniden çalındığı bir konser örgütlemesi üzerine. İlginç ama yapılacak daha iyi bir iş ‘Electric Mud” albümünü satın alıp dinlemek. Marshall Chess’in de asıl istediği bu gibi.
TEK BAŞINA TURNEDE
Richard Pearce’in filmi ‘Memphis’e Giden Yol” Siyah kültürünün nasıl yok edildiğini gösteren önemli bir belge niteliği taşıyor. Memphis’in Beale Caddesi zamanında Siyah kültürünün nabzının attığı en önemli merkezken, Sivil Haklar Hareketi sırasında başka kentlerde çıkan isyanlar bahane gösterilerek bu cadde Siyah’lardan temizleniyor. Film ayrıca Bobby Rush ve BB King’i turne yolculukları sırasında takip ederek bir yol filmi niteliği de kazanıyor. Turnenin konser dışında nasıl yıpratıcı, yalnızlaştırıcı bir şey olduğu blues duygusuna katkıda bulunuyor.