Christopher Nolan

Tarih: Nisan 2001

Gazete/Dergi: Roll

Karısını tecavüz ederek öldüren katilden intikam almak için Los Angeles’ı arşınlayan Leonard, ”yarı yolda” başına aldığı darbeyle hafızasını yitirir…Sundance’de en iyi senaryo ödülü kazanan ”Akıl Defteri”, çok başarılı bir ”tersine-karafilm” denemesi. Yönetmen Christopher Nolan ve senaryoya temel olan öykünün yazarı Jonah Nolan (Christopher Nolan’ın kardeşi) Filmmaker Dergisi’ne ”Akıl Defteri”ni anlatıyor.

Yalanlarına İnanma

Filmlerinizde farklı bir anlatım dili kullanıyorsunuz, ama hikayeleriniz belki de en bilinen tür olan kara film janrında. Neden? 

Christopher Nolan: Kara filmde bakış açısı hikaye anlatmanın temel unsurlarından biridir. Ayrıca zamanda ileri geri sıçramalar ve bakış açısı değişiklikleri tamamıyla kabul edilir. Kara filmin en iyi örneklerinde hep her şeyin yeni baştan değerlendirilmesi gerekir. Özellikle kimin iyi, kimin kötü adam olduğu bağlamında. Aldatma, şaşırtma istenen ögelerdir. Seyircinin bütün hikayeyi bilmediğinin farkında olmasını, bütün karakterlere güvenemeyeceğini bilmesini istersiniz… Jonah bana hafızasında bir şey tutamayan ve intikam peşindeki bu adamın hikayesini anlatınca, kara film tarzını kullanmanın ve hikayeyi hemen hemen tümüyle bu karakterin bakış açısıyla anlatmanın en enteresan yöntem olacağını düşündüm. Psikolojik durumu ve onun bakış açısı filmin yapısında belirleyici rol oynuyor. Seyircinin onun gözleriyle çevresindeki insanlar ve durumları değerlendirmesini istedim. 

Bağımsız sinema yıllardır kara film tarzından yararlandı ama gittikçe daha az etkileyici sonuçlar elde etti. “Akil Defteri”nde ise seyirci olayları birbirine bağlama çabasına kendini o kadar kaptırıyor ki, filmin ögelerinin aşinalığını tamamen unutuyor. 

Christopher: Bu dediğiniz doğruysa çok iyi. Çünkü filmin yapısını bu janrın çok değer verilen kimi unsurlarını yeniden canlandırmak için kullandım: paranoya gibi, gündelik korkularımızın abartılması gibi. Ama janr o kadar çok kullanıldı ki, gerçekten ona yeni bir enerji katmak için çok uğraşmanız gerekiyor. 

Filminizin Avrupa bir tadı var. Seyircinin çizgisel olmayan bir anlatımı hazmetmeye gönüllü olacağı gibi bir beklentiniz var mıydı? 

Christopher: Belki. Ama ben “Akıl Defteri”ni bir sanat filmi olarak görmüyorum. Öyle algılanırsa da çok hayal kırıklığına uğrarım. Ben kendimi nihai olarak gayet mainstream bir sinemacı olarak görüyorum. 

“Akıl Defteri”‘ne temel oluşturan hikaye nasıl oluştu? 

Jonah Nolan: Bir dönem okuldan izin almıştım ve geziyordum. Bu psikolojik durumla ilgili Genel Psikoloji derslerinde bir şeyler okumuştum. Ayrıca kafamda zaten kimlik ve hafıza gibi temalarla ilgili bazı düşünceler vardı. O dönem kurban olma teması kafamı çok kurcalıyordu; kurban olma durumu insanları nasıl etkiliyordu, nasıl üstesinden geliyorlardı ve iyileşiyorlardı… İyileşme döneminde, olayın ilk etkisi silinirken, olayı hatırlamaya çaba harcanır. Bazı durumlarda elbette insanlar anıların akınına uğrar ve bundan kaçamazlar. Ama beni ilgilendiren, insanların yaşanan kötü şeyleri hatırlamaya kendilerini zorladıkları durumlardı. O ana takılıp kalmış bir karakter fikri ilgimi çok çekiyordu. 

Filmin kahramanı Leonard’ın (Guy Pearce) durumuna karşılık gelen klinik bir terim var mı? 

Jonah: Genel adı anterograd amnezya. Retrograd amnezyanın, klasik kafaya dabe alıp kim olduğunu unutma durumunun tersi. Anterograd amnezyada hem olayın öncesi hem de sonrasına dair hatırlama zorluğu çekersiniz. Elbette bu durumu metaforik bir araç olarak kullandım. Bu durumun derin bir irdelemesini yapmayı amaçlamadım. Umarım bu durumun gerek doğasına çok aykırı bir hikaye yazmamışımdır. Çok aleni bir şekilde felsefi olmadan bazı sorularla uğraşmada bir metafor olarak bu durumdan yararlandım. Hafızanın doğasını özelde de mamûl hatraların doğasını keşfetmek istedim. Öyle hatıralar vardır ki, son derece canlıdırlar, ama aslında kişi onları duyduğu hikayelerden kurgulamış ve bir araya getirmiştir. Bu biraz da kardeşim Chris’le ilişkimden esinleniyor. Kardeş kardeşe ilişkilerde büyük ağabey küçüğüne hikayeler anlatır. Bunlar doğru ya da bir hakikatin süslenmiş ve yanıltıcı bir versiyonu olabilirler. Kara filmin standart yaklaşımında eninde sonunda hakikate, büyük H’li bir hakikate ulaşırsınız. Bundan kaçındım.

Parçalar bir araya geldiğinde hikaye inandırıcı bir bütünlüğe kavuşuyor mu? 
Christopher.
 Bence kavuşuyor ama seyircinin ilk izlemede her şeyi anlamasını beklemek mantıksız. Ayrıca belli ölçüde yoruma açık olmasını da istedim. Ama her şey filmde var, ikinci kez görme fırsatı bulursanız… Film nesnel gerçeğin ne olduğunu açık bir şekilde tanımlamıyor, bu zaten amacımıza aykırı olurdu. Yani nesnel gerçeklikle ilişki kuramayan kahramanın kafasının içinden bakma fikriyle çelişirdi. Bütün filmlerde olan abartma, melodram vb. gibi unsurlarla birlikte ”Akıl Defteri”nde her şeyin yerli yerine oturduğuna inanıyorum. 

Leonard’ın kafa karşılığıyla seyircininki içiçe geçiyor… 
Christopher:
 Benim için en ilginç olan şey, seyirinin filmin sonunda Teddy’nin (Joe Pantoliano) söylediklerine inanmak istememesiydi. Peki neden? Sanırım seyirci film boyunca Leonard ‘ın çektiği Teddy fotoğrafına bakıp üzerindeki ”Yalanlarına inanma” yazısını okuduğu için bu tepkiyi verdi. Bu imaj insanda kalıyor ve Leonard’ın görsel hafızasının tamamen güvenilmez olduğunu açık etmemize karşın bu imaja inanmaya devam ediyorlar. Çok şaşırtıcıydı ve planlanan bir şey değildi. Planlamış olduğumuz şey Leonard’ın kafasının dışına bütünüyle çıkmamak ve seyirciyi neye inanmak, neye inanmamak istediğini sorgulayan bir halde tutmaktı. 

Filmde hem Carrie-Anne Moss, hem de Joe Pantoliano’nun oynaması akla “Matrix”le olan benzerlikleri getiriyor. 
Christopher:
 “Matrix”le olan benzerliğj Carrie-Anne’le tartıştık. İki film de, çok farklı şekillerde de olsa gerçekliğiin öznel doğasıyla ilgiliydi. Carrie-Anne, ilk olarak “Matrix”de dikkatimi çekti. Aradığım ikili bir özellik vardı ki, Carie-Anne buna sahipti. Bir yandan güçlü, zırhlı olabilirken, bir yandan da duyarlı ve açık olabiliyor. 

Peki ya Guy Pearce? 
Christopher:
 Guy’ı hem “Los Angeles Sırları” hem de “Priscilla, Çöllerin Kraliçesi”nde izlemiştim, ama iki oyuncunun aynı kişi olduğu aklımın ucundan bile geçmemişti. Bunu anladığımda böyle bir oyuncunun kafasına koyduğu her rolün altından kalkabileceğini biliyordum. 

Filmin yapısı Cortazar ve Borges gibi yazarları çağrıştırıyor. Sizi etkileyen yazar ve sinemacılar kimler? 
Christopher
: Graham Swift’in romanı “Waterland”in hayranıyım: Paralel zaman dilimleri, geçmiş ve bugün birbiriyle içiçedir. Gayet deneysel bir sinemacı olan ama mainstream bir bağlamda çalışan Nicholas Roeg’u, özellikle de “Performance” adlı filmini beğenirim. Çok bilinmeyen bir Sidney Lumet filmi vardır, “The Offense” diye… Sonra John Boorman’in “Point Blank”i; kimlik sorunlarıyla uğraşan harika bir film. 

Lumet bir Amerikalı ama “The Offense”i İngiltere’de çekti; Boorman ise İngiliz ama “Point Blank” bir Amerikan filmi. Sizinle bir benzerlik var sanki… 
Christopher:
 (iç geçiriyor) Evet, doğru, ben yarı Amerikalı yarı İngilizim ve iki ülkede de film yapmaktan hep hoşlandım. Amerikan kentlerinin bazı unsurları çok homojen: Uçsuz bucaksız otoyol kültürü, benzin istasyonları ve moteller “Akıl Defteri”nde çok önemli bir rol oynuyor, çünkü belli bir anonimlik duygusu veriyor. Bu filmin Amerikan peyzajına ihtiyacı olduğunu düşünüyordum, çünkü insanın kaybolabileceği bir yer olmalıydı. Amerika’da, havaalanından bir kente giderken nerede olduğunuzu anlamanız mümkün değildir; şehir merkeziyle havaalanı arası her yerde aynıdır. İngiltere’de insanların konuşmasından anında nerede olduğunuzu anlarsınız. 

Beck Röportajı

Tarih: Nisan 1997

Gazete/Dergi: Roll

Spin Dergisinden Çeviri

Beck taş çatlasa 50 kilo çeken tıfıl bir çocuk, üç yıl evvel, bütün Amerikan müziğini altüst etti. Kulağına gelen bütün tarzları hamarat bir ev hanımı gibi (Tricky onun yanında “mektepli” kalır) bir araya getirerek birdenbire ortalık yere püskürttü. ”Ben mağlubum yavrum/Neden beni öldürmüyorsun” diye akıp giden şarkısıyla 90’ların derbeder gençliğini şöyle bir salladı. İkinci (küçük-bağımsız şirketlerden çıkanları da sayarsak altıncı) albümü “Odelay” sayesinde sallantı devam ediyor. Folk, hip-hop, endüstriyel, blues, şu, bu, o… Yalnız Beck’in altından kalkabileceği bir bulamaç… Beck, Spin dergisine, müziği hakkında bazı ipuçları veriyor… 

Killi bir göğsüm var, 26 yaşındayım 

Dün geceki konserde Jackie Chan filmlerinde hep gördüğüm, şu yerde sırtüstü yatarken ellerinden destek almadan ayağa fırlama hareketini yaptın. 

Beck: Ben sahnedeki hareketlerimin tümünü Hong Kong filmleri ile Meksika ve Arap TV’lerinde gördüklerimden alırım. Arap TV’sinde, özellikle de pop müzik şovlarında gerçekten çok sıkı atraksiyonlar var. 

Kolunun her eklemini böyle oynattığın (göstererek) hareketi biliyor musun? 

Vay be, çok iyisin, hakkaten çok iyisin. Tam da bu bok işte. Seni misafir sanatçı olarak sahneye çıkarmamız lazım. Bu hareketi dün gece yapmıştım, değil mi? Bunu tamamen spastik bir şekilde yapmalısın. İnsanlar şunu bilmez: Ne kadar tutuk ve sarsaksan o kadar funky’sindir. Ters-funk denilen acaip şey bu. En funky dansçılara bakarsan, vücutlarının üst kısmı kaskatı dururken, vücutlarının diğer kısımlarının bambaşka bir şey yaptığını görürsün. 

Garip, çünkü insanlar rahatlamaları ve ritmi hissetmeleri gerektiğini sanır. 

Evet, ama bu hiç de funky değildir. Vücudunu böyle kaskatı yapacaksın ve sonra (göğsünden aşağı bir dalga göndererek) spastik olması için böyle yapacaksın. En funky’si budur. 

Bu turnende hiçbir soul vokal grubu ve nefesli çalgılar eşliği kullanmayı düşündün mü? 

Evet ama çok fazla parodiye dönüşmesinden korktum. Zaten halihazırda böyle düşünenler olduğundan eminim. Ama bence hiç de öyle değil. Müziğim gayet samimi. Mizahi bir yanı var. Ama iyi olan her müziğin mizahi bir yanı vardır. 

Adam Yauch’ın (Beastie Boys’dan) düzenlediği Tibet’e Özgürük Konseri’nden sonra hayranlarına imza ya da fotoğraf verirken, elinden geldiğince yaratıcı ve esprili bir şeyler yapmaya çalışıyordun. 

Evet, aksi halde belirli davranış kalıplarını tekrarladığımı düşünürüm. Bu benim içgüdüm: Klişeden kaçınmak. Ya da klişeyi alıp kullanmak ve sonunda mümkün olan en şiddetli patlamayla onu yok etmek. Ama bu insanı, parodi ve klişenin alanına sokabilir. Bunu yapmak gerçekten kolay. Kişiliği olan, dürüstlüğü olan, samimi ve dolaysız bir şey yapmak, işte mesele 

bu. 

Bu yaş grubunun ya da kuşağın çoğu üyesi, ki ben bile geçmişte bu suçu işledim, 70’lerden bir şeyi alıp, evirip çeviriyor, ya dalgasını geçiyor ya da yüceltiyor. Dolaysız, esin dolu pek bir şeye rastlayamıyorsun. Elbette müzik her zaman kendisinden ve kendi geçmişinden beslenir ama kendini adama duygusunu pek görmüyorum. Hep aynı kaçamak: “Biz aslında bunu söylemiyoruz, biz dalga geçiyoruz.” Ana babalarımızın yaptıkları ya da bizim on yıl önce yaptıklarımızla sürekli bir dalga geçme ihtiyacı. Bu tavırdan gerçekten uzak durmak istiyorum. Önce folk müziğe ve sonra da hip-hop’a gönlümü kaptırmamın nedeni de bu. O kadar yetkin ki! Bir sürü olanağa sahip. 

Bir dönem, Ice Cube’u konserlerinde cover’lamıyor muydun? 

1991’de, “Loser”, yaptığım sıralardaydı. Hip-hop’la folk’un birbirine uyum sağlayacağını düşünmeye başlamıştım. Eski folk şarkılarını söylemeyi seviyordum ama rock kulüplerindeki atmosfere uymuyordu. Diğer gruplar noise, deneysel, caz ya da hip-hop takılıyorlardı. Hepsi bir şekilde süzülüp yapmakta olduğum şeyi oluşturdular. 

Bir drum machine’le bir odaya kapatılsan sıkılmadan ne kadar süre kalabilirsin? 

Bilmem; bu iyi bir soru. “Odelay”i kaydederken 18 saat süreyle kaldım. Albümü dinlersen, bazı şarkıların çok geleneksel gibi gözüktüğünü ama arka planda bütün bu müziklerin yer aldığını göreceksin. Sonsuza kadar bunlarla vakit geçirebilirim. Bir sound hakkında kafamda bir fikir oluşmuşsa ve bir enstrümanla bu sound’u yaratamıyorsam kendi sesimle yaratmaya çalışırım. Doğru sesi bulabilmek için uç noktalara giderim. 

Tibet konserinin sahne arkasında, bana kaydettiğin yeni şarkıları arabanda test ettiğini söylemiştin. 

Evet, çünkü stüdyolar öyle izole yerler ki! Şarkıyı dışarı çıkarıp akıp giden hayata nasıl bir fon müziği oluşturduğunu görmek gerekiyor. Kayıt yaparken görsel bir yaklaşımla hareket ederim… Live çalabilmek için gerçekten sıkı çalışmamız gerekiyor. Çünkü, örneğin “High 5” tam anlamıyla stüdyo deneyleriyle yaratılmış, dekonstrükte bir şarkı. Konserde bir akış elde etmek gerçekten zor. Ama benim genelde hedeflediğim de bu: Farklı öğeleri bir araya getirip akmasını sağlamak. İnsanlar benim yaptıklarımı televizyonda kanaldan kanala zaplamaya benzetiyor. Ama ben hiç de böyle düşünmüyorum: Akışı ve kaosu bir araya getirip, bundan özlü bir şey oluşturmak olarak görüyorum. Rastlantısallık değil ama o rastlantısallığı alıp ona bir vücut vermek. Zapçılık değil gerçekten. Daha çok ayrıksı otlarını büyümeye bırakmak. Sanki doğa daha yeni biçimleniyor, düzenleniyor ve kalıba dökülüyor gibi… Beni hep sabırsız ve yıldız olmak isteyen biri olarak algıladılar. Belki benim hatam. Yaptığım şeyi geliştirmeyi kesinlikle sürdürüyorum. Sağımı solumu yokluyorum, o sulak araziyi arıyorum. Bir sürü insan ilerleyebilmek için mantığa ve düzene ihtiyaç duyar. Benimse çıkış yolunu bulabilmek için cangılda olmam gerekiyor.

Bir sonraki albümünün nasıl bir olacağı hakkında bir fikrin var m?

Daha fazla enstrümantasyon içeren bir şeyler yapmak istiyorum galiba; bunu biraz daha geliştirmek. Bilmiyorum. Her şey içeri girip, bir ritm tutturup gerisinin gelmesini beklemekten ibaret. Kesinlikle hip-hop unsuru büyümeye devam ediyor. Sadece “Loser” ve “Beercan”le sınırlı kalacağını sanıyordum. O ilk albümdeki şarkılar yalnızca deneylerden ibaretti. Önceden üzerlerinde düşünülmemişti. Bu albümdeyse şarkının hip-hop tarzında olacağını biliyordum. Benim için en zorlayıcı olan dolayısıyla da elbette en ilginç olan bu. Ve içine daldıkça daha fazla müptelası oluyorum. Bu üslup gerçekten insanı deneyselliğe yöneltiyor. Bir country ya da hard rock şarkısıyla yapabileceklerinin sınırları bellidir. Yani sanırım başka olanakların peşinde koşacağım. 

Şöyle bir şey hoş olurdu: Hip-hopla iyi aranje edilmiş bir şeyi karştıracaksın ve ortaya… 

…Sert ve iğrenç bir şey çıkacak. Bu günlerde biz de bunun peşindeyiz. 

Houston’da aldığım bir gazetede konserinle ilgili bir yazı vardı. Seni betimlemek için hangi sözcüğü seçtiklerini tahmin edebilecek misin? 

Oh, hayır. Herhalde Elvis’in figürlerinin ne kadar kötü bir taklitçisi olduğum hakkında bir şeyler demişlerdir. Hakkaten Elvis’i taklit ettiğimi sanıyorlar ama hiç de değil. 

Bundan söz etmemişler. 

“Eksantrik” miydi? 

Hayır ama bunu söylemiş olabilirlerdi. 

“Aylak”? 

Hayır, hemen hemen yalnızca seni betimlemek için kullanılan bir sözcük. Sana bir ipucu vereyim. New York konserinde, “Asshole”un nakaratını bu sözcükle değiştirmiş ve aynı derecede tacizkar olduğunu söylemiştin. 

Ah, evet. ‘Çocuk-adam’ (manchild). Elbette. Bu değişikliği yapmamın nedeni, hakkımda yazılan hangi yazıya baksam ‘çocuk-adam Beck’ lafıyla karşılaşmamdı. Ne yapmalıyım? Kıllı bir göğsüm var. 26 yaşındayım. Tamam, genç gösteriyorum. Bu lafta hep biraz saygısızlık görüyorum. Sanki ciddiye alınacak biri değilmişim gibi. 

Seni nasıl görmelerini istersin? 

İnsan tabiatı der ki, alnına BECK damgası vurulmuş ve balmumuyla mühürlenmiş biri olarak kategorize edilmek istemezsin. Ben yalnızca bazılarının beğendiği bir müzisyenim. Bütün bu etiketlerden hoşlanmıyorum: Bu aylaklık hikayesine ihtiyacım yok, kesinlikle retro ya da kitsch kültürü meraklısı hikayesine de ihtiyacım yok. Olmadığınız bir insan olarak algılanmak sürekli bir huzursuzluk nedeni. Belki azıcık daha fazla ciddiye alınmak isterdim. Albümlerim aptalca saçmalıklarla ya da eksantrikliklerle dolu değil. 

Kendini Beck Hansen yerine yalnızca Beck olarak lanse ederek, bir parça mitleştirilme keyfini yaşadığını düşünmüyor musun? Sanki aslın da olduğundan farklı bir persona yaratmaya çalışıyor gibisin. 

Bundan hiç hoşlanmıyorum. Nefret ediyorum. Bu albümde adımın Beck Hansen olarak yazılmasını istedim. Albümün ön kapağına koymak istemediler ama arka kapağın sağ alt 

köşesinde son derece küçük harflerle ‘Hansen’ yazıyor. Artık değiştirmek için çok geç. 

Başlangıçta “Beck’ olarak lanse edilmek senin seçimin değil miydi? 

Aslında açık mikrofon gecelerinde ve küçük konserlerde çaldığım sıralarda başladı. Afişi hazırlarken sadece adımı hatırlıyorlardı ve soyadımı öğrenmekle uğraşmıyorlardı. Beck, Beck Hansen’dan daha kolay akılda kalıyor. Ama “Mellow Gold”u çıkarmak üzereyken, adımın Beck Hansen olması gerekmez mi diye düşündüm. Çok önemli olmadığını, kimsenin umurunda olmayacağını düşündüm. Bileydim… 

Bir tür nevi şahsına münhasır seks sembolü haline de geldin. Ama senin hakkında böyle hislere sahip kişilerle konuştuğumda, seninle birlikte bir trip yaşamayı, seninle yatmayı aynı derecede istediklerini gördüm

Ah, evet kesinlikle. Aptalca. İnsanlar uyuşturucuların kimliğimin önemli bir parçası olduğunu sanıyor ama gerçek böyle değil. Yaratıcı olmak için uyuşturuculara ihtiyacım yok. Müziğimin uyuşturucularla ilgisi yok. Uyuşturucular yalnızca yaratıcı bir destek. Müziğimde bir yönünü kaybetme duygusu var ama bu daha çok modern hayata ve kültürümüze dair bir şey. 

Bunu anlıyorum. Çünkü “Odelay”deki “Ramshackle”, “Derelict”, “Readymade” ve “Jackass” gibi şarkılar kayıp, toplumun dışındaki yalnız karakterleri konu alıyor. Sürekli turnede olmanın ve birdenbire gelen başarının buna katkısını merak ediyorum. 

Doğrusu epey katkısı var. Ama “Odelay”in, ‘şöhretin şeytanları’ ve benzeri bir sürü zırvayla ilgili bir albüm olmaması konusunda kararlıydım. Şöhret ağır, çok ağır bir şey ama atlatıyorsun. Bir daha gitarı eline almak istememene neden olan o kadar çok insan var ki! Ne tarafa dönsen, “Ne yaptığını çaktım” diyen birilerine tosluyorsun; sonra arkanı dönüyorsun ve birileri yaşamaya hakkın olmadığını söylüyor. Bu albümde asıl yapmak istediğim müziğe dair sevdiğim her şeyi kutlamaktı. “Mellow Gold”u kaydederken her şey benim için hâlâ çok yeniydi ve o iki haftalık süre içinde yaşadığım duygu buydu. İkinci albümde şöhretin zorluklarından söz etmek çok klişe. 

“Hotwax” adlı şarkında hastalığı ülke sathına yay maktan söz ediyorsun. Konu ne?

Funk’i yaymak gibi. Konserlerimizi izlersen hastalığa yakalanırsın. 

Yaşlı müzisyenler bu analojiyi çok kullanmıştı ama gençler AIDS’e dair çağrışımlar yaptığı için hiç kullanmıyor. 

Evet, evet, biliyorum, biliyorum. Ama yeniden başlamak lazım. Eski tip argoyu, modası geçmiş deyimleri seviyorum. Şarkılarıma hep birer ikişer koymaya çalışıyorum. Japonların, İngilizceyi tercüme edişlerinden etkilendiğini söylemiştin. Herhangi bir yabancı dili. Ben çoğunluğun İspanyolca konuştuğu, İngilizcenin ikinci dil olduğu bir yerde yetiştim. Dilin bu yeniden yorumlanışını hep sevmişimdir. İskandinavya’da 13 heceli, bir sürü sessiz harfin, t’lerin ve x’lerin çifter çifter yan yana geldiği en korkunç kelimeleri seçip bir araya getirdim ve tercüme ettirdim. Benim yazabileceklerim den çok daha iyi bir şey çıktı ortaya… John Cage’in, içgüdülerin bir kenara bırakıldığı, kişiliğin müziğe etkisi olmadığı ve böylece müziğin gerçek bir dışavurum haline geldiği şans operasyonu tekniğini kesinlikle denemek isterdim. Yalnızca yapmak için bunu yapmam, bir lezzeti olmalı yaparsam. Bir planınız ya da sisteminiz olabilir ama sonuçta amaçlanmamış olanın, bütün makineler kırıldığında ortaya çıkanın, hataların ilginç olduğunu düşünüyorum. 

Şarkı sözlerinde böyle kavramsal yaklaşımlar var mı? 

Hayır, yok. Şarkı sözlerime bakıp bunların bir yığın rastgele bir araya getirilmiş zırvalar olduğunu, hepsini kıçımdan uydurduğumu düşünebilirsin. Ama hiç de öyle değil. Benim için bir anlam ifade etmeselerdi, yaşadıklarımla ya da bir arkadaşımla paylaştığım bir şakayla ilgili olmasalardı onları söyleyemezdim. Başkaları anlamasa da bir gerçeklik duygusu var şarkı sözlerimde. 

Mükemmeliyetçi misin? 

Hijyenik saplantı anlamında değil. Mükemmeliyetçilik denilince aklıma bu geliyor, her şeyin yerli yerinde olmasını istemek. Şeyler olması gereken yerlerde olmamalıdır. 

Jim Morrison

Tarih: Ağustos 1997

Gazete/Dergi: Roll

Çeviri

Geçen ay -memlekette ve tüm dünyada yeniden- Doors külliyatını tamamlar nitelikte çok iyi bir albüm yayınlandı: 1969-70 döneminden bir konser derlemesi, “Absolutely Live”. Jim Morrison, albümü oluşturan konserlerden biri için şunları söylüyor: “Korkunç iyi değil, ama iyi bir gecede genellikle yaptıklarımızın gerçek bir portresi.” Bir saati aşkın albüm boyunca “Kertenkele Kral”ın ortak hafızalarda yaşatılan imgesi hakkında tekrar uzun boylu düşünmeye çalıştık. Hazır gerilere gitmişken orada biraz daha kalmak en doğrusuydu. Oliver Stone’un beyin yıkamaları”ndan arınıp asıl kaynağa müracaat ettik: Morrison’ın kendisine. Kritik bir dönemde, “Soft Parade” ve ”Morrison Hotel” albümleri arasında bir zaman diliminde, 26 Temmuz 1969’da Jerry Hopkins tarafından gerçekleştirilen ve Rolling Stone’da yayınlanan 10 küsur sayfalık meşhur söyleşiye “kısa” bir bağlantı yapıyoruz. 

İnsanlar Yaşadıkça…

Bant kayda başladığında Jim’le Jerry Hopkins, ”Oldies But Goodies” üzerine, yani klasikleşmiş şarkılar üzerine konuşmaktadır. 

Jim Morrison: Country ve blues, olan biten bundan ibaret. İnsanlar bir dönem yeni bilgi kaynaklarından ve fikirlerden yararlandılar ve bayağı yol katettiler ve sonra sona erdi. Böylece şimdi yeniden müziğin bu temel biçimine dönülüyor. Görünen o ki, muhtemelen iki ya da üç yıl içinde yeni bir senteze ulaşılacak. Bu kadarlık bir süre içinde bir çevrim tamamlanıyor, bir kuşağı tamamlayacak süre artık bu kadar. 

Country ve blues arasında yeni bir sentez mi demek istiyorsun? 

Ne bileyim yahu, Rock’n’roll bu dediğindi. Bilmiyorum. İnsanların farkına vardıkları bir sürü başka yeni öğe var, Hint müziği, Doğu müziği, Afrika müziği ve elektronik müzik gibi. Tahminimce oldukça uçuk bir sentez olacak. Bu ülkede dönüp dolaşıp blues ve country’ye geliyoruz diye düşünüyorum, çünkü bunlar bizim iki temel müzik biçimimiz. Sanırım… Ne olabileceğini söyleyeyim mi? Geçmişte klasik müzikle uğraşmış olan dehalar popüler müzikle ilgilenebilirler. 

Şimdiden o tarz insanlar ortaya çıkmadı mı? Van Dyke Parks gibileri ve… 

Henüz dinlemediğim için bir şey söyleyemem. Mesela Bach gibi büyük bir dehanın bugün olduğunu düşünmüyorum. Kitle kültürü alanında gerçek büyük dehaların var olduğunu sanmıyorum. Hepimiz oldukça funky’yiz. Çok güzel niteliklerimiz var. Ama popüler alanda büyük bir dehanın olduğunu düşünmüyorum. Büyük şairler ve şarkı sözü yazarları ve melodi ustaları var ama büyük kavramlar yok. 

Ama Mozart gibi bir sürü insan harika çocuk olarak ortaya çıkmıştı; çok genç yaşlarda harika şeyler yazıyorlardı. Bir sürü teyp ve elektrikli aletlerle… Moog synthesizer’in bir uzantısı gibi -tüm bir orkestranın zenginliğine ve giriftliğine sahip bir klavye, anlıyor musun?- yalnız bir sanatçı hayal ediyorum. Orada, bir bodrum katında çalışıyor, yepyeni bir müzikal biçim keşfediyor. Birkaç yıl içinde göreceğiz. Bu kişi her kimse, tam anlamıyla popüler olmasını, büyük konser salonlarında çalmasını isterim, yalnızca plak yapmasını değil, Carnegie Hall’da, dans edilen yerlerde… 

Tabii dans edilebilir bir müzik yapıyorsa…

Dansla kastettiğim, ‘Koltukta otur ve dinle’ tarzı bir gösteri olmaması. Kaynaşmanın yaşandığı bir ortam, anlıyor musun? 

Senin konserlerinin çoğu bu ‘otur ve dinle’ tarzına girmiyor mu? 

Evet ama ben her zaman dinleyicilerin kalkması, nasıl hareket etmek istiyorlarsa öyle yapmakta kendilerini özgür hissetmesi için çaba harcıyorum. Kaosa yol açmak değil. Daha çok… Nasıl olur da yoğun bir ritm bombardımanı altındayken, kendinizi fiziksel olarak hareket ederek ifade etmek istemeyip bir sandalyede oturmaya dayanabilirsiniz? İnsanların zincirlenmemiş, özgür olmasını isterim. (Suskunluk). Uzun zamandır çalmadık. 

Whisky isimli o küçük bir kulüpte yeniden çalmak istediğin söyleniyor. 

Müzikal anlamda en iyi triplerimizden bazılarını kulüplerde yaşadığımızı hatırlıyorum. Konserler de keyifli ama müzikle çok fazla alakası olmayan bir kitlesel olaya dönüşüyorlar. Kulüplerde farklı bir atmosfer oluyor. Dinleyenler senin terlediğini görüyor, sen onları görüyorsun. Çok daha az saçmalık yaşanıyor. Konserlerde başarısız olman olanaksızdır. Onca insan oraya toplanıyor ve aslında ne yaptığın o kadar da önemli değil. Bir kulüpte insanları müziğinle uçurmak zorundasın. İyi değilsen herkes farkındadır. 

Konserlerde başarısız olmak daha mı zor? 

Evet, hemen hemen imkansız çünkü bir araya gelmiş o kitle bir tür elektriklenme üretiyor ve bu da müziği etkiliyor. Heyecan verici ama müzik değil. Kitle histerisi. 

Bir kez bana her gece çalıştığın bir kulüpte, performans sırasında yazma ve yaratma şansının olduğunu, böyle bir olanağın konserlerde bulunmadığını söylemiştin… 

Doğru. Ayrıca çalışmayı seviyorum. Bir dinleyici grubuna çalmaktan daha keyifli bir şey yok. Provalarda deneyler yapabilirsin ama atmosfer ruhsuzdur. Dinleyici tepkisinden yoksunsundur. Küçük bir dinleyici kitlesinin bulunduğu bir kulüpte bir gerilim yaşamazsın, istediğin her şeyi yapabilirsin. Yine de iyi olmak zorunda hissedersin kendini, tamamen gevşeyemezsin; insanlar seni izliyordur. Böylece hoş bir atmosfer oluşur. Hem özgürsündür hem de iyi çalmak zorunda hissedersin kendini. 

Müziğe nasıl başladın?.. Müzisyen olmaya nasıl karar verdin? 

Sanırım bunun gibi bir şey yapma isteği, ilk kez duyduğumdan beri bilinçaltımda vardı… Rock and roll’un doğuşu benim ilkgençliğime, kendimin farkına varışıma denk düştü. Tam anlamıyla vurulmuştum ama yine de o sıralarda kendimi bunu yaparken düşünemiyordum, bu hayali kurmaya izin vermiyordum kendime. Sanırım bütün bu süre boyunca bilinçaltımda fikir olgunlaşıyordu ve dinliyordum. Sonuçta gerçekleştiğinde bilinçaltım her şeyi hazırlamıştı. Üzerine düşünmem gerekmedi. Her şey hazırdı zaten. Hiç şarkı söylememiştim. Hayal bile etmemiştim. Bir yazar ya da sosyolog olacağımı düşünüyordum, belki bir oyun yazarı. Hiç konserlere gitmezdim, en fazla bir iki tane konsere gitmiştim. TV’de bir şeyler görmüştüm ama olayın tamamen dışındaydım. Sonra kafamın içinde bir konser ortamını bütünüyle canlandırdım, bir orkestra, şarkıcı ve dinleyicilerle, kalabalık bir dinleyici grubuyla. O yazdığım ilk beş, altı şarkıyı, kafamın içinde gerçekleşen o fantastik rock konseri sırasında aldığım notlar üzerine kurdum. Şarkıları bir kez yazınca da onları söylemek farz oldu. 

Bu anlattıkların ne zaman oldu?

Üç yıl kadar önce. Bir grupta filan değildim. Üniversitenin son günüydü, okuldan çıkıp sahile indim. Pek bir şeyle uğraşmıyordum o sıralar. İlk kez özgürdüm. Aralıksız olarak on beş yıldır okula gidiyordum. Nefis, sıcak bir yaz geçiriyorduk ve öylesine birdenbire şarkılar duymaya başladım. Sanırım o şarkıları not ettiğim defter hâlâ duruyor. Bu tarz fantastik bir konser… Bir gün bunu yeniden hayata geçirmeyi isterdim, ya gerçek bir konser olarak ya da albümde. O gün sahilde duyduğumu yeniden üretmek isterdim. 

Hiç bir enstrüman çaldın mı? 

Çocukluğumda bir süre piyano çalıştım ama sürdürecek disiplinden yoksundum. 

Ne kadar süreyle piyano çalıştın? 

Sadece birkaç hafta. Galiba üçüncü etüd kitabına kadar gelmiştim. 

Şimdi bir alet çalma arzun var mı? 

Pek sayılmaz. Maracas calıyorum, Piyanoda çalabildiğim birkaç parça var. Öylesine, kendi uydurduğum şeyler, gerçek anlamda müzik değil gürültü. Çalabildiğim bir şarkı var. Ama sadece 

iki akoru var, yani bayağı basit bir şey. Gitar çalabilmeyi gerçekten isterdim ama bende o yetenek yok. 

Şarkılar içinde daha çok beğendiklerin var mı? 

Doğruyu söylemek gerekirse, şarkılarımı pek de dinlemiyorum. Söylemeyi kişisel olarak daha çok sevdiğim şarkılar var. Blues söylemeyi seviyorum; belirli bir başlangıcı ya da sonu olmayan, özgür, uzun blues triplerini seviyorum. Herkesin solo yaptığı ve şarkının akışı içinde yaratmayı 

sürdürebildiğim şarkıları seviyorum. 

Emprovize tripler… 

Evet. Bu albüm için yeni bir şarkıya ihtiyacımız vardı. Nasıl bir şarkı olması gerektiği üzerine kafa patlatıyorduk, Stüdyodaydık. Bütün eski şarkıları elden geçirmeye başladık. Blues tripleri. Rock klasikleri. Sonunda çalmaya başladık ve yaklaşık bir saat çaldık. Rock tarihinin bütün duraklarına uğradık; blues’la başlayıp. rock and roll’dan, surf müziğe, latine, hepsine. Adını ‘Rock Öldü’ (Rock is Dead) koydum. 

Geçenlerde rock’un öldüğünü söylediğin yazıldı. Buna gerçekten inanıyor musun?

Daha önce müzikte köklere dönme üzerine konuşmuştuk, ona benziyor. Başlangıçtaki o pırıltı yok oldu. Rock dedikleri şey, bir zamanlar rock and roll olarak adlandırılan şey yozlaştı. Sonra İngilizlerin ateşlediği bir rock canlanması yaşandı. Çok iyi şeyler yaptılar. Sonra o doğallık yok oldu, bu her tür hareket için ölüm demektir. Kendini seyretmeye başladı, içe döndü ve bir tür ensest yaşamaya başladı. Enerjisi tükendi. Artık inandığı bir şey yok. 

Bence kendinin bilincinde insani bir birim olarak kabul edilmek isteyen her kuşak, geçmişle arasına bir çizgi çekmek zorundadır. Yani belli ki bizden sonraki kuşağı oluşturacak olan gençlerin duygularının bizimkilerle fazla ortak bir yanı olmayacak. Kendilerine özgü bir müzik yaratacaklar. Savaş ve parasal çevrimler gibi şeylerin de rolü var. Rock’n’roll belki de şöyle açıklanabilir… Kore Savaşı’nın bitmesinden sonraydı… Ruhsal bir arınma yaşanıyordu. İnfilak gibi bir şeye, bir yeraltı patlamasına ihtiyaç duyuluyor gibiydi. Yani belki Vietnam Savaşı bittikten sonra -muhtemelen birkaç yıl daha sürer, bir şey söylemesi zor-, ama ölümlerin birkaç yıl içinde sona ermesi mümkün ve kendisini ifade edecek, kabul ettirecek yaşamsal bir güce yeniden ihtiyaç duyulacak. 

Bunun bir parçası olacağını düşünüyor musun? 

Evet, o zaman geldiğinde ben herhalde başka bir şeyle uğraşıyor olacağım. Bir şeyler söylemek zor. Belki bir işadamı, şirket yöneticisi olurum… 

Hiç ciddi olarak kendini o rolde düşündün mü? 

Bu imajdan bir şekilde hoşlanıyorum. Büyük bir ofis. Sekreter… 

Kendini nasıl görüyorsun? Şair? Rock yıldızı? Ne? 

Okuduklarım dışında fazla bir feedback almıyorum. Yazılan şeyleri okumaktan hoşlanıyorum. Olayın bütünü hakkında alabildiğim tek feedback bu. L.A.’de yaşamak büyük bir olay değil. Anonim bir kent ve ben de anonim bir hayat sürüyorum. Kimilerinin ulaştığı kitlesel bir olgu olma seviyesine bizim grubumuz hiçbir zaman ulaşmadı zaten; hiçbir zaman kitlesel bir tapınma yaşamadık. Kısacası ben de öyle çok etkilenmedim. Sanırım kendimi düzenli olarak çalışan, çevresinde olan bitene açık, bilinçli bir sanatçı olarak görüyorum. Kendime ait bir tiyatro kumpanyam olsun isterdim. Şu sıralarda bu çok ilgimi çekiyor. Gerçi şarkı söylemekten de hâlâ hoşlanıyorum. 

Rock dünyası içindeki birçok kişinin gerçekte rock’a pek ya da hiç saygı duymadığı gibi bir duyguya sahibim. Rock şarkıcısı ya da müzisyeni olmalarını kabullenememeleri bağlamında söylüyorum bunu. Hep gerçekte cazcı ya da sinemacı olduklarını söylüyorlar… 

Ne demek istediğini anlıyorum. Aslında çoğu rock şarkıcısı ve müzisyeninin yaptıkları işi sevdiklerini düşünüyorum. Bu işi sırf ekmek parası için yapmak fiziksel olarak çok yıpratıcı olurdu: Bence işin bokunu çıkaran basın, dedikodu yazarları ve fan dergileri. Bir davulcu ya da şarkıcı ya da gitarist yaptığı işten keyif alır ama sonra birdenbire birileri çıkıp adamın tribini boka bularlar. Böylece o da motivasyonlarından kuşkuya düşer. Nedenleri ne olursa olsun duyarlılıkları çatlak sesleriyle dumura uğratan bir yağcılar grubu hep vardır. Böylece yaptığın şeyden bir parça utanç ve hayal kırıklığı duymaya başlarsın. Çok kötü. Gerçekten çok kötü. Daha açık ifade edebilmeyi isterdim ama sanırım ne demek istediğimi anladın. 

Kişisel olarak sen de böyle bir durum yaşadın mı? 

Evet, doğrusunu istersen yaşadım. Belki de eleştirileri okumamak daha iyi. Plak eleştirileri gibi bir sürü şey gerçekten çok işe yarıyor. Hakikaten sizi zenginleştirebiliyor, iyi fikirler edinmenizi sağlıyor. Ama bir şey okumaya başlayınca neyle karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Sizi bir budala gibi gösteriyor olabilir. Bazıları aydınlatıcı, zihin açıcı ve büyük bir kısmı da sadece… Ama başlarken neyle karşılaşacağını hiç bilemezsin… 

Hakkında yazılanlara nasıl bir tepki gösteriyorsun? 

Mesela, kötü bir fotoğraftan daha berbat bir şey olabilir mi? Bir fotoğraf herhangi bir insanın bir aziz, bir melek, bir budala, bir şeytan, bir hiç gibi görünmesine neden olabilir. Büyük bir kısmı şansa ve büyük bir kısmı kötü niyete bağlı. Ve büyük bir kısmı da tapınmacılıktan dolayı. Kötü bir fotoğraf bir süre için gerçek anlamda ruhsal bir çöküş yaşamanıza neden olabilir. Birinin sizi o şekilde göstermeyi seçtiğini bilirsiniz. 

Daha önce sayısız kere muhatap olduğun bir soru: Kendine politik bir rol biçiyor musun? Doors’u bir keresinde “erotik politikacılar” olarak betimlemiştin. 

Çocukluğumdan beri ulusal medyanın farkında oldum. Her zaman evimizin civarında oldular, ben de dolayısıyla ne yazdıklarını okumaya başladım. Ve böylece zamanla üslupları, gerçekliğe yaklaşımları hakkında osmoz yöntemiyle bilinçlendim. Müzik dünyasına girince, kendime sağlam bir yer edinmek istedim ve içgüdüsel olarak neler yapmam gerektiğini biliyordum. Akılda kalıcı laflar, başlık olarak kullanabilecekleri, üzerine bir yazı döşeyebilecekleri alıntılar peşinde koşarlar. Bu da bir şey ifade eden türden bir terim, ama açıklaması mümkün değil. Benim için ne anlam ifade ettiğini anlatmaya kalksam bütün etkileyiciliği yok olurdu. 

Medyayı bilinçli bir şekilde yönlendirmek, öyle mi? Aklıma iki soru geliyor. Başka bir şey değil de özellikle bu ifade tarzını niye tercih ettin? Ve de medyayı yönlendirmenin çok kolay olduğunu mu düşünüyorsun? 

Kolay mı değil mi bilmiyorum, çünkü medya sizi de hedef alabilir. Ama orada yalnızca bir gazeteci vardı ve ben de yalnızca onun sorularını cevaplıyordum. O zamandan beri bir sürü insan bu ibareyi ele aldı ve içini ellerinden geldiğince doldurdu ama ben aslında sadece… Adamın bunu kullanacağını ve nasıl bir resim çizeceğini biliyordum. İnsanın bir yazıdan 

aklında sadece birkaç anahtar sözcüğün kaldığını biliyordum. Akılda kalıcı bir ibare kullanmak istedim. TV ve film gibi medyumları yönlendirmenin daha güç olduğunu düşünüyorum. Basın benim için bir anlamda daha kolay çünkü yazma eylemi hakkında fikir sahibiyim, yazmayı ve yazarların zihninden neler geçtiğini anlıyorum; aynı medyumla çalışıyoruz, basılı sözcükler. Dolayısıyla bu oldukça kolay. Ama televizyon ve film çok daha zor ve henüz öğrenme aşamasındayım. TV’ye her çıkışımda bir öncekinden biraz daha rahat oluyorum, biraz daha açık bir iletişim kurabiliyorum ve bunu denetleyebiliyorum. İlginç bir süreç. 

Bu filme duyduğun ilgiyi açıklıyor mu?

Filme ilgi duyuyorum çünkü bence film, sanat dalları içinde bilinç akışına-hem rüyalarımıza hem de yaşamı gündelik algılayış biçimimize en çok yaklaşanı. 

Filmle her geçen gün daha çok ilgileniyorsun… 

Evet, ama bitirdiğimiz tek bir film var: “Feast of Friends”. Aşağı yukarı sona ermiş bulunan ruhsal ve kültürel bir rönesansın ardından yapılmıştı. Avrupa nüfusunun yarısını yok eden veba salgınının sonunda yaşananlara benziyordu. İnsanlar dans ediyor, rengarenk giysiler giyiyordu. Sanki inanılmaz bir bahar gibiydi. Yine olacak ama şimdi bitmiş durumda ve film de onun sonunda yapıldı. Şimdi ikinci bir film üzerinde çalışıyoruz. Ticari bir şansı olacağını sanmıyorum. Filmin çok kolay yok olabilir bir madde olmasını seviyorum. Büyük bir atom patlaması bütün filmleri eritebilir. Ortada film diye bir şey kalmaz. “Yalnızca Aşıklar Sağ kaldı” (Only Lovers Left Alive) adlı kitapta çok güzel bir bölüm vardı. Kitabı okudun mu? 

Evet, okudum. Bir ara Rolling Stones o romanı filme çekecek değil miydi? 

Evet, epey önce. Eğer becerebilselerdi, iyi bir iş yapmış olacaklardı. Her neyse, dünyayı çocuklar ele geçirmiştir, bütün yetişkinler intihar etmiştir. Altıyla on iki yaş arasında bir grup çocuk, artık çalışmayan bir televizyonun çevresinde toplanmıştır ve içlerinden biri eskinin TV şovlarının taklidini yapmaktadır. Bu sahneyi çok güzel buluyorum. Şiiri de bu kadar sevmem bu yüzden, öylesine ölümsüz ki. İnsanlar yaşadıkça sözcükleri ve sözcüklerin bir araya gelerek oluşturdukları dizeleri hatırlayabilir. Büyük bir yıkımdan yalnızca şiir ve şarkılar kurtulabilir. Kimse bütün bir romanı hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli, bir resmi betimleyemez. Ama insanlar var oldukça şarkılar ve şiir varlığını sürdürebilecektir. 

“Feast of Friends”de bir sahnede sırtüstü yatıp şarkı söylüyorsun… Senin sahne performanslarında geldiğin teatrallik düzeyini gösteren bir sahne. Bu teatrallik nasıl gelişti? Bilinçli bir seçimmiydi? 

Bir kulüpte, teatralliğe pek yer olmadığını düşünüyorum. Mekan çok küçüktür, teatrallik grotesk kaçar. Büyük bir konserde ise, bence… Gerekli olduğunu düşünüyorum çünkü orada müziği aşan bir şeyler var. Bir tür gösteriye dönüşüyor. Ve her seferinde farklı bir şey ortaya çıkıyor. Hiçbir performansımızın bir diğerine benzediğini sanmıyorum. Tam bir cevap veremiyorum. Ne olup bittiğinin çok bilincinde değilim. Çok da nesnel olmak hoşuma gitmiyor. Olayları akışına bırakıyorum, belki bir parça bilinçli yönlendirme yapmam söz konusu, ama daha çok her farklı ortamın kendine özgü titreşimlerini yakalayıp ona uymaya çalışıyorum. Bir şov tasarlamıyoruz önceden. Ne çalacağımızı bile önceden tam olarak bilmeyiz. 

Bir şeyler yazmaya başladığında, bilinçli olarak basılacak bir şey, bir şiirle… söylenecek bir şey, bir şarkı arasında seçim yapıyor musun? 

Benim için bir şarkı müzikle birlikte oluşur, bir melodi ya da ritm önce gelir, sonra mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde, o duyguyu kaybetmemek için sözleri oluştururum. Sonunda neredeyse sözler ve müzik eşzamanlı ortaya çıkar. Şiirde müzik olması diye bir şart yok. 

Ama yine de genellikle bir ritm duygusu vardır… 

Doğru, doğru. Bir ritm duygusu ve bu anlamda da bir tür müzik. Ama şarkı şiire göre daha ilkeldir. Genellikle bir kafiyesi ve temel bir ritmi vardır. Şiirin ise sonsuz bir özgürlüğü var. 

Bestelerin altında Doors imzası bulunan ilk üç albümün aksine, bir sonraki albümde şarkıların bestecileri ayrı ayrı belirtilecekmiş. Neden? 

Başlangıçta şarkıların çoğunu ben yazıyordum. Her yeni albümle birlikte Robbie’nin yazdığı şarkı sayısı arttı. Yeni albümde neredeyse yarı yarıya olacak. Oldukça farklı bir bakış açımız var, farklı savlar öne sürüyoruz. Yani zamanı gelmişti. Biz bir ortaklığız, anlıyor musun? Sanatsal ve mali anlamda. Eşit paylaşıyoruz. Başlangıçta birliktelik duygusunu perçinlemek önemliydi. Şimdi artık beraberliğimiz tehlikede olmadığına göre, kimin ne söylediğini bilmek insanların hakkı diye düşündüm. Bu şarkıların altında yazarların imzası bulunan ilk albümümüz olacak ve sanırım bunu sürdüreceğiz.

Robbie’yle bakış açınız ne anlamda farklı? Yani, mesela o senden daha mı romantik? Ya da…Kısaca nedir? 

Emin değilim. Kendin bulmalısın. Müzikal olarak, bir gitarist olarak onun yaptıkları daha karmaşık, akor değişiklikleri, güzel melodiler gibi. Benim müziğim daha blues çizgisinde Uzun, esasa ilişkin ve ilkel. İki şair arasında nasıl bir fark varsa, öyle.

Başlangıçta, Robin ya da benim şarkılarım temel bir fikir, sözler ve melodiyle birlikte ortaya çıkardı. Ama şarkının bütün aranjmanlarıyla gerçek anlamda ortaya çıkışı her gün ve her gece provalarda veya kulüplerde çalarken gerçekleşirdi. Bir konser grubu olduğumuzda, albümler yapmaya başladığımızda ve her yıl şu kadar albüm, her altı ay şu kadar single çıkarmamızı öngören sözleşmeye imza attığımızda, o doğal, kendisinden, üretken süreci başlangıçtaki gibi yaşama şansımız kalmadı. Şarkıları stüdyoda yaratmak zorunda kaldık. Artık Robbie ya da ben, şarkıyı süreç içinde yavaş yavaş oluşturmak yerine kafamızda tamamlamış olarak stüdyoya getirmeye başladık. 

Bu müziğini olumsuz anlamda etkiledi mi? 

Evet. Albüm yapmak dışında bir şey yapmasaydık sorun olmayabilirdi. Ama başka şeyler de yapıyoruz. Bu da yapmak istediklerimize yeterince vakit ayıramamak demek. İlk albümümüzdeki şarkılarda hepsinde ortak olan belli bir ruh hali vardır. Belli bir yoğunluğu vardır çünkü yaptığımız ilk albümdü. Ve birkaç haftada bitirmiştik. Yaklaşık olarak bir yıl boyunca hemen hemen her gece birlikte çaldıktan sonra ortaya çıkmıştı. Gerçekten taze ve yoğun ve beraberdik. 

İlk albüm kolay oldu yani…

Hızlı. Hemen başladık ve bazı şarkılar yalnızca bir iki denemede ortaya çıktı. Yalnızca daha iyisini yapamayacağımızdan emin olmak için birkaç deneme kaydı yaparız. İlk albüm için fazla para harcamak istemedikleri de doğru. Grup da istemez çünkü albümün prodüksiyon masraflarını grup öder. Bu telif hakları karşılığında verilen avansın parçasıdır. Albümün prodüksiyon masraflarını ödemeden telif hakkı alamazsın. Sonuçta ne biz ne de plak şirketi parayı riske atmak istemedik. Kısacası hem ekonomik nedenler ve hem de hazır olmamızdan dolayı çok hızlı oldu. 

Sonraki albümler daha mı zor oldu? 

Daha zor ve daha pahalıya maloldu. Ama bu doğal. Her albümden bir milyon dolar kazanınca ve bu albümlerden hit single’lar çıkınca, bu masrafı karşılayabiliriz. Ama bunun her zaman en iyi yol olduğu da söylenemez. 

Eski günlerden özellikle beğendiğin, şarkılarını cover etmek istediğin sanatçılar var mı? 

Bu konuda da yazarlar hakkında hissettiklerime benzer şeyler hissediyorum. O kadar çok var ki tek tek isim veremiyorum gerçekten. Bence biz pop müzik alanında inanılmaz derecede yetenekli, inanılmaz derecede zengin bir ülkeyiz. Şu son on, yirmi yıl içinde Amerika’dan çıkan isimleri bir düşün. Blues ve rock’un tarihi üzerine düşünmek gerçekten ilginç. O kadar hızlı gelişti ki her şey. Tarihsel bir perspektiften bakınca muhtemelen Fransa’daki troubadourlar dönemiyle bir paralellik kurulacaktır. İnanılmaz derecede romantik görüneceğine inanıyorum. 

Bir bize baksana. İnanılmazız. Motorsiklet ve hızlı arabalar kullanan, enteresan kıyafetler giyen, bir şeyler söyleyen, kendilerini dürüstçe ifade eden insanlardan söz ediyorum. Genç insanlar. Evet, bana romantik geliyor bütün bunlar. Bu dönemde yaşamaktan memnunum. İnanılmaz. Gelecekte insanlara çok güzel görüneceğimize inanıyorum çünkü o kadar çok şey değişiyor ki… Biz de bunu incelikle hayata geçiriyoruz.

Bu konuyu gündeme getirmeye çekiniyorum çünkü hakkında o kadar çok şey söylendi ki. Sanırım bu söylenenlere senin tepkini ve gerçekte ne demek istediğini öğrenmek istiyorum… “The End”deki Oedipusbölümü. Bu şarkı senin için ne ifade ediyor? 

Bir bakalım… Oedipus bir Yunan efsanesidir. Sofokles bu konuda yazmıştır. Daha önce kimin yazdığını bilmiyorum. İstemeyerek babasını öldüren ve annesiyle evlenen bir adam hakkındadır. Evet. Bir benzerlik olduğunu düşünüyorum, kesinlikle. Ama gerçeği söylemek gerekirse, bu şarkıyı ne zaman dinlesem, bana farklı bir şey ifade ediyor. Ne söylemek istemiş olduğumu gerçekten bilmiyorum. Basit bir veda şarkısı yazmak üzere işe başlamıştım. 

Neye ve kime veda?

Muhtemelen yalnızca bir kıza ama bir tür çocukluğa veda olabileceğini de görüyorum. Gerçekten bilmiyorum. İmgeselliğinin, istediğiniz şekilde yorumlayabilmenize olanak sağlayacak kadar karmaşık ve evrensel olduğunu düşünüyorum. 

Eleştirmenlerin ne yazdıkları umurumda değil ama bir şey beni rahatsız etti… Kullandığı ağır uyuşturucular sonunda psikiyatrik tedavi gören bir kızla karşılaştım. Bana bu şarkının koğuşunda kalan çoğu hastanın favori şarkısı olduğunu söyledi. Önce “Vay canına” diye düşündüm… Ve bunları öğrendiğimde ona, bu şarkının birçok anlama gelebileceğini, bir tür yapboz gibi düşünülebileceğini söylemiştim. İnsanların şarkıları bu kadar ciddiye aldıklarını farketmemiştim. Sonuçlarını dikkate almam gerekiyor mu diye düşündüm. Bu bir anlamda komik çünkü aynı şeyi ben de yapıyorum. Sonuçları hakkında düşünmüyorsunuz, düşünemezsiniz de. 

Şarkı sözlerinin ailenle alakası var mı? 

Bu konuda konuşmak istemiyorum. Kendileri istemedikçe kimseyi konuya dahil etmek istemiyorum. 

Birkaç kentte… Mesela New Haven’da müstehcenlikle suçlanarak tutuklandın. Phoenix’te başka şeyler oldu… 

Başımızın belaya girdiği durumlar yalnızca şu tip olaylarda oldu. Diyelim ki adamın teki, kalabalık bir caddede yürürken ve de ortada hiçbir neden yokken çırılçıplak soyunur ve yürümeye devam eder… Evren, doğa, toplum her neyse, bunlarla uyum içindeyse her şeyi yapabilirsiniz. Eğer uyumluysa, eğer işliyorsa her şeyi yapabilirsiniz. Herhangi bir nedenle çevrenizdeki insanlardan farklı bir telden çalıyorsanız, herkesi huzursuz edersiniz. Ya sizden uzaklaşırlar ya da sizi engellerler. Yani ya onlar için çok ötede bir şeyler yapıyorduk ya da o gece herkes farklı bir trip yaşamaktaydı ve ortak bir şey yakalanamadı. Her şey birbiriyle bağlanıyorsa ve bir araya gelebiliyorsa, cinayet de işleseniz başınıza bir şey gelmez. 

Savaşı düşün. Bu şekilde bir bak. Mesela bir manga düşün, gerillalar, Vietnam’da ateş hattının arkasına gönderilen adamları düşün, tamam mı? Bunlar eğitimli katiller. Bütün işlevleri öldürmek. Peki, ya bu ekipteki adamlardan biri o gece öldürmede aşırıya kaçarsa? O kadar ki, onlar bile başa çıkamazlarsa? O kadar iştahla öldürse ki, diğer adamlar “Hey, hepimiz öldürüyoruz ama bu kadarı da fazla” deseler? Bu tip bir karakterin edebiyata ve sinemaya birkaç kez konu olduğunu sanıyorum. Çok iyi birer katil olan ama arkadaşlarının hoşgörebilecekleri sınırları aştıkları için yargılanan adamlar var. Her neyse… Bu, söylemek istediklerimin yalnızca bir metaforuydu: Her şey yalnızca bir zamanlama meselesidir. 

Vietnam’da savaşan Yeşil Bereliler tarzı tipler Doors konserlerine nasıl tepki gösteriyor? 

Mesele, insanlara istediklerini ya da istediklerini sandıkları şeyi vermektir, o zaman her şeyi yapmanıza izin verirler. Ama onlar için fazla hızlı giderseniz ve ummadıkları bir şey yaparsanız kafaları karışır. Bir müzikal gösteriye, konsere, oyuna ya da başka bir şeye gittiklerinde uçurulmak isterler, bir tribe girmiş gibi hissetmek, farklı bir şey, sıradan olmayan bir şey yaşadıklarını sanmak isterler. Ama, kendilerini bir tripte gibi, berabermiş gibi hissetmelerini sağlamak yerine onlara bir ayna tutup gerçekte ne ye benzediklerini, gerçekte ne istediklerini gösterirseniz ve onlara beraber olmak yerine yalnız olduklarını gösterirseniz şoke olurlar ve kafaları karışır. Ve o şekilde hareket ederler. 

Polisin, yetkililerin bir şehirde bulunmalarının tek nedeni düzeni, statükoyu korumaktır… Bu da onların güç ilişkilerini güvence altına almak, kaosa yol açmadıkça insanların istedikleri şeyi yapmalarına izin vermek demektir. İnsanların kendilerinin kafası karışmasaydı eminim ki yetkililerin umurunda bile olmazdı. Yani bu gibi durumlarda yetkililerin var olan düzende bir çatlağın oluşturulduğunu sezmesi söz konusudur. 

Sana atfedilen bir söz var. Sık sık yayınlanıyor. Şöyle: “Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor…” 

“… özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler.” 

Evet. O konuşmadan söz ediyorum. Bu da medyayı yönlendirme çabalarının bir örneği mi. Bunu da bir gazeteciye mi söyledin? 

Evet, kesinlikle. Ama aynı zamanda doğru da. Kim kaostan büyülenmez ki? Ama kaostan çok, ben bir anlamı olmayan aktivitelerle ilgileniyorum. Bununla bütün söylemek istediğim özgür aktivite, eylem. Oyun. Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylem. Yankıları, sonuçlan olmayan. Yönlendirmesi olmayan. Özgür.. Eylem. Rio’daki Mardi Gras gibi bir karnaval da burada olmalı. Ulusal bir şamata haftası olmalı… Çalışmaya, ayrımcılığa, otoriteye tamamen son verilen. Mutlak bir özgürlük haftası. Bu bir başlangıç olabilir. Elbette güç ilişkileri, hiyerarşi gerçekte değişmeyecektir. Ama herhangi bir -nasıl seçileceğini bilmiyorum, rastgele olabilir- başkan olacak. Bir başkası başkan yardımcısı. Başkaları da senatörler, kongre üyeleri, yargıtay üyeleri, polis falan. Yalnızca bir hafta sürecek ve sonra her şey eski haline dönecek. Buna ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Evet. Bunun gibi bir şeye. 

Saygısızlık olacak ama kafaya alınıyormuşum gibi bir his içindeyim… 

Biraz. Ama bilmiyorum. İnsanlar bir hafta için hakiki olmak zorunda kalsalar… Belki sonraki günler için iyi olurdu. 

Ahlak anlayışını anlamaya çalışıyorum. 

Politika anlayışımı söylemeyi tercih ederim. Çok iyi formüle ettiğim bir şey değil ama en gelişmiş hali şu anda bu. Benim için politika belirli bireylerin kendileri için güç arayışından başka bir şey değil. Bunun üstünü herhangi bir ideolojiyle veya herhangi bir romantik, felsefi zırvayla örtebilirler ama özünde kendileri için bir güç arayışıdır. Bence politikan, dinin, felsefen, içtiğin sigaradan, içkiden, giysilerinden… saçından, yüzünden, yaptığın şeylerden daha fazla bir şey değildir. Dinin ya da politik çizgin zamanının çoğunu vakfettiğin şeydir. Ne daha fazla, ne daha az. Kapitalist mi, anarşist mi, komünist mi olduğunun bir önemi olmadığını düşünüyorum. Bir önemi yok. 

Laf arasında dinden söz ettin. Genellikle de bir haç takıyorsun. Katolik misin? 

Din felsefe gibidir, zamanının çoğunu adadığın şeydir. Bu bir kadın da olabilir. Bir uyuşturucu olabilir. Alkol olabilir. Para olabilir. Edebiyat olabilir. Bence din, hakkında düşündüğün ve en çok emek verdiğin şeydir. Ben bir şekilde sanat ve edebiyat oyununa kaptırmış durumdayım. Sana daha önce de söylediğim gibi benim kahramanlarım sanatçılar ve yazarlardır. 

O zaman taktığın haçın anlamı… 

Bir tesadüf sayılabilir, gerçekten. Hıristiyan kültürüyle yetiştirildim ve haç da onun sembollerinden biri, hepsi bu. 

Edebiyata daha fazla yönelmeyi düşünüyor musun? 

Bu benim en büyük arzum. Her zaman benim hayalim oldu. 

Seni şiire kim yönlendirdi? 

Sanırım bana konuşmayı öğreten her kimse, o. Gerçekten. Konuşmayı ne zaman öğrendiysem o zaman olduğunu sanıyorum. Dilin keşfine kadar temasa dayalı, sözel olmayan bir iletişim vardı. 

Gazetecilik hakkında ne düşünüyorsun? 

Gazeteci olabilirdim. Röportajın yeni bir sanat biçimi olduğunu düşünüyorum. Bence kendinle söyleşi yapmak yaratıcılığın özüdür. Kendine sorular sormak ve cevap bulmaya çalışmak. Yazarlık, yalnızca bir dizi sorulmamış soruya cevap vermektir. 

İki kez medyayı istediğin biçimde yönlendirdiğinden söz ettin. Bu söyleşinin ne kadarı yönlendirildi? 

Söylediğin şeylerin bir gün yayınlanabileceği gerçeğini göz ardı edemezsin, bu aklının bir köşesinde durur. Bunu unutmaya çalıştım. 

Konuşmak istediğin başka bir konu var mı? 

Alkol hakkında konuşmaya ne dersin? Yalnızca kısa bir konuşma. Uzun bir sohbet değil. Alkole karşı uyuşturucular mesela? 

Tamam. Senin hızlı bir içkici olduğun efsanesi vardır. 

En temelde içmeyi seviyorum. Ama yalnızca süt ya da su ya da Coca Cola içmeyi hayal edemiyorum. Benim için işin tadını tamamen kaçıran bir şey bu. Bira ya da şarap olmadan bir yemek eksik kalır. (Uzun sessizlik). 

Bütün söylemek istediğin bu mu? 

Sarhoş olmak… Bir noktaya kadar her şey kontrolün altındadır. Her yudumda bir seçim yapıyorsun. Birçok küçük seçim yaparsın. Şey gibi… Sanırım intiharla yavaş yavaş teslim olma  arasındaki fark… 

Bu da ne demek? 

Ne bileyim be adam. Hadi gel yandaki bara gidip bir şeyler içelim. 

“İstemek yetmez, olmak gerekir…”

Tarih: 3 Aralık 1994

Gazete/Dergi: Express

Frank Zappa

Frank Zappa: bir garip adem… Dünyaya bakışıyla, yaptığı müzikle, söylediği ‘farklı’ sözlerle anlaşılması zor bir dahi. Hakkında çıkarılan rivayetler ve dedikodular bir araya getirilse kuşkusuz yaşamı boyunca yayımladığı altmış küsür albümdeki notalardan daha çok yer tutar. Fakat Zappa, kendisi hakkında söylenenlere hiç aldırmayacak kadar başına buyruk ve kararlıydı. Hangi akla hizmet kızına Moon Unit, oğluna Ahmet adını vermişti, ya da atonal müziği popüler kılmaya çalışmıştı bilinmez… 52 yıllık ömründe, rock dünyasında eşine az rastlanır bir kişilik sergiledi: Uyuşturuculara karşı tavır aldı, bir ‘star’ gibi değil, bir sanatçı gibi yaşadı, mutlu bir evliliği 25 yıl sürdürmeyi başardı.

 geç geçti 4 kansere yenik düşer sehpa ile yapılmış bir söyleşiyi özetleyerek aktarıyoruz

Birlikte çalıştığınız müzisyenler gerçekten ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. İlginçtir, solo atarken bile kafalarına göre takılmıyorlar.

Evet.

Nasıl çalacaklarını da daha önceden söylüyor musunuz? Yoksa yalnızca müziğin onları zorladığı bir biçimde mi çalıyorlar?

Nedeni çalışmalarından önce onlarla konuşmam ve canlı kaydedilen her şeyi benim mikser masasının başında son haline getirmem. Her müzisyenin yapabildiğinin en iyisini arıyorum. Her melodinin çalınışını bir biçimde mükemmelleştiriyorum. Yani yalnızca yazdıklarımın değil onların doğaçlamalarının da en iyisini buluyorum.

Konserlerde, grubumun elemanları hangi notadan gireceklerini nasıl bir solo olmasının beklendiğini ve yaklaşık ne kadar uzun bir süre çalacaklarını bilirler. Bundan sonra sahnede onlar vardır, ben değil.

Müzisyenleriniz, fusion’cuların  sık sık yaptıkları gibi sıkıcı bir tarzda notalar arasında yukarı aşağı gezinmiyorlar.

Eh diğerlerinin dinlediğini biliyorlar. İyi bir iş yapmaları için güçlü bir motivasyonları var. Koltuklarda oturanlar bir yana, topluluktaki diğer elemanlar oldukça eleştirel bir dinleyici kitlesi oluşturuyor. Eğer boktan çalıyorsanız sahnedeki diğer elemanlar bunu size fark ettireceklerdir.

İnsanlar müziğinizi oldukça kafa karıştırıcı buluyor… 

Neden?

Bir tavsiyeniz var mı?

Evren böyle. Evrenin durumu bu.

Notaların yazılmasının yapıtlarınızdaki rolü nedir? Yalnızca amacınızı gerçekleştirmede bir araç işlevi mi görüyorlar? Başka bir deyişle, sanat notalarda mı, yoksa son haline getirilmiş master bantta mı?

Eğer müzisyenlerden istediğim onlara mırıldanarak aktaramayacağım kadar karmaşık olmasaydı notalara gerek bile olmazdı. Rock’n Roll’da çoğu zaman en iyi sonucu müzisyenlerin nota okumak yerine ezbere çaldıkları zaman alıyorum. Eğer parça ezberlenmişse, o zaman onu yönetebilir. Notadan okunduğu zaman elde edilemeyecek sonuçlara ulaşabiliriz. Yani nihai sanatsal sonuç master banttır

Sanatı yaşamla ilişkisi konusunda sizi yönlendiren bir formülünüz var mı?

Sanatın yaşamla ilişkisi mi? Size daha önce söylemiştim. Ben eğlendirmeye çalışıyorum. Eğlendirici bir yaşamla diğer tür “sanat” yaşamı arasında bir seçim yapın. Cevap aşikar.

“Freak Out” albümünüzeki adlar listesinde James Joyce neden yer alıyor?

Joyce’un yazdıklarının hiçbirini sonuna kadar okuduğumu söyleyemem. Ama okuduğum birkaç sayfa sonunda işte gerçek bir adam dedim. Beni etkilemesi için fazla okumam gerekmedi.

Velvet Underground’un “Venus in Furs”ü herkesin bildiği sado-mazoşist klişelerden ibaretken, ‘Penguin in Bondage’ gerçekten garip bir şey.

Hah. Ha ha. Evet öyle.

Başkalarından daha deneyimli olduğunuz için mi yoksa hakkında şarkı yazmayı kimsenin düşünmediği deneyimler hakkında yazmaya çaba harcadınız için mi farklısınız?

‘Penguin in Bondage’dakine Benzer deneyimler yaşayan insanların sayısını bilmiyorum ama yalnızca müzik yazarlarının daha önce ele almadıkları- diş ipi ya da benzeri- konularda yazıyorum.

Ünlü müzisyenlerin kadınlara cazip gelmesi bu müzisyenlerin tavırlarını etkiliyor mu? Genç insanlara seks hakkında verilen bunca enformasyonun ayrıcalıklı konumdaki erkeklerden gelmesi garip değil mi?

Evet öyle. Her zaman bir didaktik blues sanatçıları geleneği olmuştur. – Kadınınıza nasıl davranmanız gerektiği, size kötü davranırsa ne yapacağınız, nasıl bir kadını elde edebileceğiniz- bunlar yaygın blues konularıdır. 

Hımmm. Bu dinleyicilerin erkek olduğunu varsayıyor.

Blues Için genelde doğru olduğunu sanıyorum. Çok fazla kadın blues meraklısı yok.

Hiç ‘Jeder Mann sein eigener Fussball’ deyimini duydunuz mu?

Hayır.

‘Herkese kendi futbolu’ demek. Bir Dada Dergisinin adıydı. 1. Dünya Savaşı’nda Berlin’deki işçi sınıfı ayaklanmalarında yaygın bir slogan olmuştu.

Biliyor musunuz ‘20’lere dair en güzel şey buydu işçi sınıfı kavramıyla Dada’yı birleştirmek. Tanrım o günlerde neyi kaçırdıklarını bilmiyorlardı.

Dadacılar işçi sınıfı mahallelerinde anti-militarist yürüyüşler düzenlerlerdi ve herkes tarafından alkışlanırlardı.

Dadayı her zaman takdir ettim. Oğlum Ahmet’in de bu konuda okuması için çaba harcıyorum. Stravinsky’nin  dediği gibi “istemek yetmez, olmak gerekir.” Dada olmak isteyen ama hiçbir zaman olamayacak insanlar vardır. Dadacılık Ahmet’in ruhunda var, ne olduğunu daha bilmesine karşın.

Anti-Nazi birliğe katılmayı düşünür müydünüz?

Hayır hiçbir şeye katılmam. Nazileri sevdiğimden değil, gerçekten nefret ederim onlardan. Boka katılmam. Katılmanın bir etkisi olacağına inansam, herhalde bir kez daha düşünürdüm. Ama olmayacağından eminim. Çünkü her şeyden önce bu heriflerin neden var olduklarını hatırlamak lazım. Her şeyden önce bu bir protesto oyu, ikinci olarak kimse kime ya da ne için oy verdiğini bilmiyor. Bu yüzden her yerde her zaman olabilirler.

Sorularla hiçbir zaman uzlaşmıyorsunuz, sorunun çıktığı yeri unutturan bir şeyler söylüyorsunuz.

Bir rock söyleşisi yapmanın sorunlu yanı her şeyden önce sizinle konuşmaya gelen kimsenin; a)  ne yaptığınızdan haberi olmaması b)  genelde müziği bilmemesi c)  size gelmeden önce değerli küçük sorusuna nasıl bir cevap verilmesi gerektiği konusunda kararını vermiş olmasıdır. Uzlaşmak için bir neden yok. Hayatını çekilmez hale getirmek istemem ama eğer istediğiniz olgularsa, bunu size veririm. Başka bir şey istiyorsanız başka yere gidin. “Rock  gazeteciliği yazmayı beceremeyen insanların, okumayı beceremeyen insanlara materyal sağlamak için, konuşmayı beceremeyen insanlarla söyleşi yapmalarıdır.” Hâlâ bunun söylediğim en akıllı laflardan biri olduğunu düşünüyorum.

Mojo’dan çeviren CÜNEYT CEBENOYAN

© 2020 -CuneytCebenoyan.com