Tarih: Şubat 1996
Gazete/Dergi: Müzük
Carrington başlarken, biyografik filmlerin hemen hepsinde rastlanılan birkaç cümle perdeye yansıtıyor: Dora Carrington gerçek hayattan alınmış bir karakterdir. Film de onun hayat hikayesini anlatmaktadır. Bu tip cümleler, sunuş yazıları seyirciyi bir anlamda köşeye sıkıştırır. ‘Bu anlattıklarımıza inanmak zorundasın, çünkü bunlar hakikaten olmuştur’. der gibidir bu tip yazılar. İşte, tarih orada durmaktadır. Seyirciye de ‘vay canına neler olmuş’ diye izlemek kalır.
Ama sonra başka ver ortaya çıkar, filmin söylemediklerini, atladıklarını ya da yanlış yansıttıklarını ortaya döker. Filmin tarihi gerçekleri doğruyu yansıtmadığını öğrendiğimiz anda tıkanıp kalırız. Karakterleri anlama çabamız sekteye uğrar. Olaylar zaten öyle yaşanmamıştır ki! O zaman film karakterlerini anlama çabası da nafiledir. Eksik, kopuk, hatalı bir resme baktığımız bilinci bizi hep rahatsız eder. Bu kez köşeye sıkışan, filmi gerçekleştirenler olur. Avantaj dezavantaja dönüşür.
Tarihi ya da biyografik filmler (ya da başka sanat eserleri) bu açmazı genellikle yaşarlar ve yaşatırlar. Tarihin gölgesi filmin üzerine düşmüştür ve bu izi silemeyiz. Carrington da aynı dertten muzdarip bir film. Ya da seyircisini aynı dertten muzdarip eden bir film. Sanatçı elbette ki bir vakanüvis ya da tarihçi değildir. Gerçekten yaşamış kişileri, eserlerinde özgürce yorumlayabilir, bütünüyle öznel portreler çizebilir. Yeter ki bunun öznel bir bakış olduğunu, yaşamış kişilerin dünyasını değil, o dünya aracılığıyla, sanatçının kendi dünyasını yansıttığını izleyicisine aktarabilirsin. Zaten başka bir çözüm de yoktur.
Ne yazık ki, Carrington gerçeği anlattığı izlenimini vermeye çalışan bir film. O zaman nesnelliği niye eksik yansıttığı haklı, meşru bir soru oluyor. Carrington, oyun ve senaryo yazarı Christopher Hampton’ın (‘Tehlikeli İlişkiler’le Oscarkazanmıştı.) yönettiği ilk film. Filmin senaryosunu da yönetmen, Michael Holroyd’un Strachey üzerine yazdığı biyografiden yola çıkarak yazmış. Carrington en genel hatlarıyla ressam Dora (Leonora) Carrington’la (Emma Thompson) yazar Lytton Strachey’nin (Jonathan Pryce) 1915’le 1932 yılları arasında 17 yıl süren ilişkilerini anlatıyor. Oldukça sıradışı bir ilişki bu. Strachey bir eşcinsel. Ya da belki eşcinsel yanı daha ağır basan bir biseksüel. Strachey, Virginia Woolf’un da aralarında bulunduğu Bloomsbury grubunun önemli yazarları arasında yer alıyor. En başarılı olduğu alan biyografi. Victoria döneminin ünlülerini anlattığı ”Eminent Victorians” başyapıtı sayılıyor. Dora Carrington ise hiçbir zaman sergi açmamış bir ressam. Gerçeküstücüler arasında yer almış. Ama kadın özgürlüğünü ”burjuvalık” olarak değerlendiren gerçeküstücüler, Carrington’a da fazla yüz vermemiş. Hatta sevgililerinden Max Ernst, Carrington’ın resimlerine boş tuval muamelesi yapmış. Carrington’ın kadın bir sanatçı olarak yaşadığı sıkıntılara filmde hiç değinilmemiş. (Filmin sonunda yer alan resimleri görebilmemiz ise sinemalarımızda makinistin insafına kalıyor. Ben İstanbul’daki Kent Sineması’nda göremedim, çünkü projeksiyon kesildi. Altyazıların çoğu da yanlış ve senkronsuzdu.)
Carrington bir dönem yaşadığı ruhsal rahatsızlığı alt-personaarının bedenini ele geçirmesi olarak tanımlamış. Carrington’a göre yaşadığı şizofreni, biçim ve kimliğin katılığına, belirliliğine başkaldırısının doğal bir sonucuymuş: ”Belirli bir biçim içinde yaşamamıza neden olan varoluşsal alışkanlıktan kurtulmak zorundayız. Tıpkı benim, deliliğim sırasında yaptığım gibi.” Carrington gerçekten de -en azından cinsel hayatında- sabit bir kimliğe hapsolmamış. Erkeklerle de, kadınlarla da birlikte olmuş. Oldukça radikal görünen filmde ise, Sight and Sound yazarlarından Cleire Monk’un da dediği gibi heteroseksüelleştirilmiş.* Carrington’ın eşcinsel ilişkileri tamamen konu dışında bırakılmış. Filmde izlediğimiz Carrington’ın imajı başlarda oldukça erkeksi. Hatta Strachey, Carrington’ı ilk gördüğünde erkek sanıyor. Sonra bu imaj değişiyor. Daha bir kadınlaşıyor Carrington. Strachey ise atletik yapılı, eski asker Ralph Partridge’le evleniyor önce. Ama Ralph’le Strachey’nin nasıl bir ilişki yaşadığı filmde çok belirsiz. Bazı sahneler cinsel birlikteliği ima ederken, başka sahnelerde bu tür bir ilişkinin olmadığı izlenimini ediniyoruz. Strachey’nin Carrington’la ilişkisinin sınırları da belirsiz. Gerçek hayatlarında yaşadıkları cinsellik filme yansıtılmamış. Strachey’nin diğer erkeklerle yaşadıkları gibi, bu da bir tür iç-sansüre uğramış. Oysa Carrington’ın diğer erkeklerle ilişkileri oldukça açık gösteriliyor. Ama Carrington’ın duygularını anlamamıza yetmiyor bu sahneler. Erkek heteroseksüelliği görsel alırken, pek iyi bir performans sergilemiyor. Ralph bir kalas, ressam Mark Gertler(Rufus Sewell) aşırı kıskanç ve tepkisel, Carrington’ın hayatına nasıl girdiğini anlamadığımız Baküs biraz sadist. Bu karakterlerin hiçbiri zaten derinlemesine işlenmiyor. Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü kazanmış Jonathan Pryce da aynı festivalde en iyi oyuncu seçilmiş. Pryce gerçekten de oldukça başarılı. Michael Nyman’ın (Piyano; Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı vs.) müziği de iyi.
Sonuç olarak Carrington bütün eksiklerine rağmen, yine de anlattığı çevrenin sıradışılığıyla insanı düşünceye sevkediyor. Keşke yönetmen Hampton da filmin kahramanları kadar farklı olmayı göze alabilseymiş.
*Heteroseksüelleştirilmek fiilini çekoslavakyalılaştırılmak fiiline alternatif olarak hizmetinize sunuyorum; vatana millete hayırlı olsun.