TARİH: 27 Eylül 2008
GAZETE/DERGİ: Birgün
Festivallerin elinizde büyümesi çok keyifli. Uluslararası Bodrum Film Festivali 5. yaşını kutlarken yine yanında bulunma mutluluğuna eriştim. Festivallerin büyümesine alışığızdır, Bodrum”un bütçesi ise her yıl biraz daha küçülüyor. O kadar ki yapılıp yapılamayacağı bile uzun süre belli olmadı. Mayıs, haziran aylarında yapılmasına alışık olduğumuz festival bu yıl eylüle kaldı. Festivalin konuk sayısı da bütçesi doğrultusunda azalmıştı. Ama her şeye rağmen festival yine de büyüdü. Eskiden filmler Bodrum merkezinden uzaktaki Oasis”te yapılırdı. Buradaki salonlar çok güzeldi ama şehir merkezine uzaklıkları sorun oluyordu ve az seyirci geliyordu. Bu kez festival akıllıca bir adım atmış ve belediyenin toplantı salonunu film gösterimleri için ayırmış. Sinema salonu kadar rahat olmasa da hemen ayakaltındaki bu salon seyirci sayısının önemli ölçüde artmasını sağladı. Kısaca festival küçülürken büyümeyi başardı.
ARJANTİN CUNTASI İŞBAŞINDA
Festivalde gösterilen iki Arjantin filmi de kanlı cunta döneminde katledilen insanlar ve onların çocuklarına dairdi. Estela Bravo”nun ‘Kimim Ben?’ adlı filmi etkileyici buluşma hikâyeleri gösterdi bize. Cunta öldürdüğü solcuların çocuklarına el koymuş, onları başka ailelere evlatlık vermişti. Bu çocukların kimi büyükannelerinin girişimiyle, kimi de kendi çabasıyla gerçek aileleriyle buluşurken her şeyin tozpembe bir sonla noktalanmadığını ve devasa sorunları bu insanları beklediğini düşünüyorduk. Nicolas Prividera”nın ‘M’ adlı filmi her şeyden önce uzunluğuyla (140 dakika) seyirci kaçıran bir filmdi. Ama film başladıktan sonra da seyircinin sorunu bitmedi. “Bu film ne anlatıyor?” diyen sesler yükseldi 15. dakika civarında. Yine de sabredip filmi seyredenler cunta sonrası Arjantin”ine dair etkileyici sahnelerle karşılaştılar. Film, cunta döneminde kaybolan annesinin başına ne geldiğini öğrenmeye çalışan bir genci izliyor. Onun arayışı sırasında çeşitli insanlarla tanışıyoruz. Acı bir dönemin ardından yaşanan iletişimsizlikler, hesaplaşmalar, hesaplaşamamalar, pişmanlıklar, kısaca bizim de pek iyi bildiğimiz insanlık halleri perdeye yansıyor.
‘Cinsiyetle Beni’ hem Müslüman hem de eşcinsel olmanın çelişkisini yaşayan bireyleri anlatıyordu. Nefise Özkal Lorentzen ilginç bir konuyu başarılı bir sinema diliyle anlatmıştı. ‘İngiliz Cerrah’ ise sanırım festivalde izlediğim en etkileyici filmdi. Ukrayna”ya yaptığı bir yolculukta buradaki sağlık sisteminin sefaletine tanık olan ve yardım etmeye karar veren İngiliz bir cerrahın Ukrayna”daki çalışmalarını, ameliyatlarını (hastanın ayık olduğu açık bir beyin ameliyatı da izliyoruz), geçmişte başarısız bir ameliyat sonrasında kaybettiği hastasının yasını tutuşunu, ameliyat öncesi ‘kan görme arzusu’nu ve gerilimini, başarılı bir ameliyat sonrasındaki tatminini görmek etkileyiciydi. Cerrah Marsh”ın filminde sonundaki sözleri unutulacak gibi değil: “Başkalarına yardım edemiyorsak neyiz ki? Hiç bir şey…”
‘Bekle Beni Darağacı! Sivasın Hikâyesi’ Türkiye tarihinin en kara günlerinden biri olan Sivas Madımak Oteli katliamı çevresinde dönüyor. Küçücük çocukların da o otelde yakıldıkları nedense çok bilinmez. Daha çok sanatçıların adı anılır. Ama orada, o otelde gösterilerde çeşitli görevler almış olan 10-12 yaşında çocuklar da vardı ve şeriatçı katiller onları da orada yaktı.
BALKANLARDAN ESİNTİLER
Bu ne biçim inançtır ki vecibelerine uymak insanları insanlıktan çıkarır? Bu ne biçim inançtır ki çocukları canlı canlı yaktırır? Bülent Arınç, bir çiftçiye hakaret ediş gerekçesinde oruçun başına vurmasını neden gösterdi. Eğer oruç tutmak seni ağzına geleni söyleyen, kötü bir adam haline getiriyorsa, tutma kardeşim! Allah seni daha iyi bir insan olduğun için cezalandırırsa da o cezaya katlan o zaman. Oruç tutmanın maliyetini başkasına fatura etme!
Festivalin ‘Balkanlar’ bölümünde yer alan 3 filmi seyrettim. Romen filmi ‘Beni Yanlış Anlama’ kendine özgü bir sinema dili olan yeni bir yönetmenin doğuşunun müjdecisidir umarım. Bir akıl hastanesinde geçen film oradaki hastaların kendine özgü mantığı ve adabı olan tartışmalarını, saplantılı işlerini, gündelik davranışlarını şiirsel bir dille anlatıyordu. Festival sırasında yakından tanışma olanağı bulduğumuz Boşnak Namık Kamil”in filmi ‘Sorgu’ ise Bosnalıların savaşla başa çıkamayışlarını, yaşadıkları acıları inkâr etme eğilimlerini mercek altına almaya çalışıyordu. Bizim de 12 Eylül”de yaşadıklarımızı, Kıbrıs”ta yaşadıklarımızı daha çok anlatmaya ihtiyacımız var, biz de bir inkâr içindeyiz. Boris Despodov”un filmi ‘Koridor 8’i ise festivalin sloganı ‘uzak ama yakın’ı özetler gibiydi. Bulagaristan”dan Arnavutluk”a geçmek Bulgaristan”dan Amerika”ya gitmekten çok daha zor olabilir mi? Ama öyle. Bu durumu ortadan kaldıracak bir karayolu projesi var ama ölü doğmuş ve sonunda iptal edilmiş. (Arnavutların kan davasını bizden daha da ciddiye aldıklarını görmek ise dehşet vericiydi)
HANGİ ÇILGIN ZİNCİR VURACAKMIŞ LATİFE’YE?
Siyad Ödülüne aday olan yerli filmlerden bir tek ‘Üç Saat’i daha önceden görmemiştim. ‘Üç Saat’ 6 lise son öğrencisini üniversite sınavı öncesi ve sonrasında izliyor. Bu dehşet verici bir sistem. Her şey bu sınava göre ayarlanmış, her şey dershaneler için düzenlenmiş. Çok pahalı ve çok ıstırap verici bir süreç bu ve ne için? Dünyanın en kötü üniversitelerine girmek için mi? Evet, son derece kötü, dökülen üniversilerde, okuyabilmek için bütün bu masraf ve çaba. Geçlere yapılan bu eziyeti çok iyi gösteriyor ‘Üç Saat’. Dili üzerinde de epey düşünülmüş bir film bu. ‘Bu Ne Güzel Demokrasi’yle birlikte en iyi film ödülünü (ilk veya ikinci filmlere verilen) aldı ‘Üç Saat’. ‘Bu Ne Güzel Demokrasi’ de benzer bir yapıya sahipti. Üniversite adaylarını değil milletvekilini adaylarını takip ediyordu bu kez film.
Benim de katılımcı olduğum bir de panel yapıldı festivalde. Yazar Latife Tekin ile ‘Son Kumsal’ filminin yaratıcıları Aydın Kudu ve Rüya Köksal panelin diğer katılımcılarıydı. Hangi çılgın Latife”yi ‘ifade özgürlüğü’ gibi dar bir alanda konuşma durumunda bırakırmış şaşarım. Latife, özgürlüğe ve dile bakışımıza temelden cephe aldı ve çok daha doğa yanlısı ama bana kalırsa oldukça asosyal bir bir perspektif sundu. Tabii beklenildiği üzere ‘Son Kumsal’ın başına gelenler de konuşuldu. Neyse, onu bunu bırakın, ‘ifade özgürlüğü’ kavramını ilk olarak Arapların kullandığını biliyor muydunuz? Kavramın, yüzyıllar sonra Batı”ya Araplar üzerinden geçtiğini, Batı üniversitelerinin Arap merdreselerindeki sistemi temel aldıklarını? En hayıflandığımız şeylerden birinin Batılıların bizi Araplarla karıştırıyor olması olduğunu düşününce gülümsememek elde değil.