TARİH:  7 Şubat 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün

Yaşlanırken gençleşen bir adam

“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”ni iki kez izledim: İlkinde ilk bir buçuk saati yoğun hayranlık duygusuyla, ikinci bir buçuk saati ise hayal kırıklığına direnmekle geçti, ikinci izlememin tümünde ise aynı duygunun etkisi altındaydım…

Bazı filmler büyüleyici başlıyor ama nefesini çabuk tüketiyor. “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” o kadar çabuk tükenmiyor ama süresi o kadar uzun ki… Film, üç saatin dolmasına çeyrek kala nihayet sona erdiğinde neredeyse bir yüzyıla yayılan bir hikâye anlatmış oluyor. Benim filme yönelik duygularım çeşitli aşamalardan geçti. Filmi iki kez izledim. İlk izlememin ilk bir buçuk saati yoğun hayranlık duygularının etkisi altındaydı. İkinci bir buçuk saat ise hayal kırıklığına direnmeye çalışmakla geçti. İkinci izlememin tümünde ise hemen hemen aynı duygunun etkisi altındaydım. Teknik olarak, oyunculuk olarak müthiş ama içerik olarak neredeyse baştan aşağı klişeden ibaret bir film izlemekteydim. Peki o ilk büyüleyici etkinin nedeni neydi? Bunun cevabı filmin melankoli  ya da hüzün duygusunu başta çok çok iyi yakalamasındaydı. “Hüzün ki en çok yakışandır bize/ belki de en çok anladığımız” demişti Hilmi Yavuz ‘Nâzım Hikmet’ adlı şiirinde. Diyeceğim o ki, hüznün bizi büyülemesinde, kayıp duygusunun yüreğimizden yakalamasında bir acayiplik yok, doğal olanı bu.

BENJAMİN’İN BEDENİ TERSİNE İŞLİYOR
Film ölüm döşeğindeki yaşlı bir kadınla (Cate Blanchett) orta yaşlı kızının (Julia Ormond) ilişkisi olarak başlıyor. Savaşta oğlunu yitiren kör bir saatçinin geriye doğru ilerleyen bir saat yapmasının öyküsü ise filmin proloğunu oluşturuyor. Bu prolog bize filmin neye dair olduğunu söylüyor: Zaman ve kayıp. Ve bir de kayıp gidenleri geri getirmenin imkansızlığı…

Öyküyü anlatan yaşlı kadın, yani Daisy, kızı Caroline’den bir günlüğü okumasını istiyor. Bu Benjamin Button’ın (Bünyamin Düğme) adlı tuhaf bir adamın günlüğü. Benjamin bebek boyutlarında ve bilincinde ama yaşlı bir adamın yıpranmış, hastalıklı vücuduyla doğuyor. Gözleri kataraktlı, kulakları ağır işitiyor ve her yanı romatizmalı. Beyaz derili olmasına rağmen annesi doğumda öldüğü ve babası tarafından bir huzur evinin önüne bırakıldığı için buradaki bakıcı bir zenci kadın tarafından büyütülüyor. Benjamin zamanla ruh olarak yaşlanırken, beden olarak gençleşiyor. Süreç onun bedeni için tersine işliyor. Küçük yaşta Daisy’ye aşık oluyor ve bu aşk ömrünün sonuna kadar hiç bitmiyor. Film belki de ilk ve son kez tehlikeli sulara bu aşkın ilk safhaları yaşanırken giriyor. Aşıklar dünya üzerinde aşağı yukarı eşit süre bulunmuş olsalar da, Benjamin’in garipliği yüzünden sonuçta ihtiyar bir adamla küçük bir kız çocuğunun aşkını izliyoruz bir süre. Ama film burada fazla kalmıyor.

Benjamin, gençleşerek büyürken bir teknede çalışarak erkek dünyasını öğreniyor, randevuevlerinde ilk cinsel deneyimlerini yaşıyor, Rusya’da bir İngiliz diplomat ve casusun karısıyla aşkı tadıyor, savaşta bir düşman denizaltısı batırarak kahramanlık yapma fırsatını da buluyor. Bu arada Daisy de bale ve modern dansta başarıdan başarıya imza atıyor. Benjamin ve Daisy yaşlari 40’a ulaştıktan sonra ancak birlikte olmaya başlıyorlar. Ama Caroline’in doğması ilişkinin dengelerini bozuyor. Benjamin kızının giderek gençleşen, tuhaf bir babaya sahip olmasını istemediğinden başını alıp gidiyor.

İMKÂNSIZLIK DUYGUSU ETKİLEYİCİ
Bu arada Benjamin’in savaşta zengin olan düğme imalatçısı babası da çıkageliyor ve bir süre sonra oğluna bir fabrika miras bırakarak dünyadan göç ediyor. Ve daha birçok şey oluyor da oluyor. Ama bütün bunlara rağmen tarihin akışı sadece bir dekor ve süs olarak varlık gösteriyor. Ne 20’lerin New Orleans’ında ırk meseleleri sorun oluyor, ne 68, ne de Vietnam Savaşı. Roosevelt gibi başkanlar filme giriyor ama Nixon’ın adı duyulmuyor mesela. Amerikan yerlisine örnek, bağnazlık derecesinde vatansever biri olarak karşımıza çıkıyor. Katrina fırtınası bile hoş bir anı neredeyse. Her şeyden söz edip hiçbir şeyden söz etmemeyi başarıyor bir şekilde film. Nihayetinde Amerikan taşralı kimliğini ve kültürünü ki buna din de (şarlatancası hariç) dâhil, yücelten ve kutsayan bir film “Benjamin Button”. Ama yine de filmin tümüne sinmiş olan o nafilelik, o imkânsızlık duygusu etkileyici. Hele hele bunak ama terütaze bir bebek olarak ölen Benjamin’in son anlarını izlerken ağlamak işten bile değil. Evet, son kararım Benjamin Button’ın izlenmeye değer bir film olduğu. Keşke biraz daha derin olsaydı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com