TARİH: 16 Ekim 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün
Antalya’ya geldiğimiz ilk gün film izleyemedik. Uçağımızın geliş saati 3 galayı kaçırmamıza neden oldu. İkinci gün ‘Press’ ile festivalin açılışını yaptım. ‘Press’ teknik olarak yetersiz olmasına rağmen iyi bir film. Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosu çalışanlarının yaşadıklarını anlatıyor ve 1990’ların başlarında geçiyor. Diyarbakır’da gazetecilik yapmanın son derece güç olduğu bir dönem bu. Türkiye o yıllarda gazeteci ölümlerinde dünyada hep başa oynuyor. Faili meçhul cinayetler özellikle Güneydoğu’da sıradanlaşmış durumda. JİTEM ve Hizbullah terör estiriyor güney-doğuda. İkisi de devletin örgütleri. Devlet işlediği suçları teşhir edenlere karşı da suç işlemeye devam etmiş. Karanlık güçler önce dayak ve tehditle gazetecileri sindirmeye çalışmış. Başarılı olamadığı zamanlarda da enselerine kurşunu sıkmış. Ve tabii ki devletle PKK gibi bir örgütü eşdeğer görmek mümkün değil. Bunu şundan dolayı söylüyorum. PKK’nin işlediği suçlar filmde yok denilebilir. O suçları hiç mazur görmememe karşın, başlangıçta devlet terörü var. Ve PKK’nin suçlarını anlatan onlarca gazetenin çalışanlarına bir şey olmazken, devletin suçlarını sergileyenler ortadan kaldırılmış. ‘Press’ bu karanlık dönemi anlatırken, kimi zaman seyirciyi güldürecek kadar komik de olabilmiş. Trajedinin en koyusunun ortasında yine de güldürmeyi başarabilmek çok müthiş bence. Gazete çalışanları çelişkileri olan farklı karakterler olarak ete kemiğe büründürülmüş. Yan rollerdeki bazı oyuncular (büfeci yaşlı adam ve polis komiserini canlandıran sanatçılar) göze batan bir teatrallikten kurtulamamışlar ama onun dışında diğer oyuncular gayet iyiler. ‘Press’in ödül alacağını sanmıyorum ama hak ettiğini düşünüyorum. (Ödül töreni sonrası revizyon: ‘Press’ ödül aldı!)
SEN ANADİLDE KENDİNİ NASIL ANLATIRSIN?
‘Press’in basın toplantısı hayli olaylı geçti. Başrol oyuncusu Aram Dilbar konuşmasına Kürtçe başlayınca sınırlı söyleşi vaktini boşa harcadığı gerekçesiyle protesto edildi. Derken tartışma şiddetlendi. Sümer Tilmaç, Sabahattin Çetin ve Derya Alabora Türk milliyetçiliği karşıtı ateşli konuşmalar yaptılar. Aram Dilbar’ın anadilinde konuşmak istemesini hoşgörüyle karşılamak gerekirdi. Bu kadar bastırılan ve hâlâ eğitim dili olarak kabul edilmeyen Kürtçeyi savunan bu tavır anlaşılırdı. Eğer böyle engeller olmasaydı, herhalde Dilbar da böyle bir jeste gerek görmez ve sadece herkesin ortak dili olan Türkçeyle kendisini ifade ederdi.
Seyrettiğim tek yabancı film olan Bosna-Hersek filmi ‘Güzel Bir Hayatı Düşlerken’ ise epey bir süre iyi gitti ama finale doğru saçmalamaya başladı. İç savaşın başlamasından hemen önce 20 yıldır Almanya’da yaşayan Bosnalı bir Hırvat olan Divko memleketine dönüyor. Komünistler güçlerini yitirmişler ama her şey daha sona ermemiş. Divko ise Almanya’da kazandığı paralarla ayrılıkçılığı körüklemiş, milliyetçilere silah sağlamış, politikacıları ele geçirmiş. Gelir gelmez eski karısı ve oğlunu sahibi olduğu evden attırıyor ve sevgilisiyle birlikte bu eve yerleşiyor. Komünistlerden iktidarı alan milliyetçiler ve kapitalizm yanlılarının çok daha acımasız olduklarını görüyoruz. Derken Divko’nun oğlu Martin, babasının sevgilisine aşık oluyor ve onla sevişiyor. Birden ensestin kaynayan sularına dalıyoruz ama burada ne aradığını bilmiyor yönetmen Danis Tanovic (Semih Kaplanoğlu’nu Kusturica’ya tavır almaya yönlendiren kişi). Ülkede gerginlik tırmanınca o duyarsız, acımasız ve maço Divko’dan bir kurtarıcı peydah oluyor. Biz de Tanovic’in ne anlatmak istediğini bilmediğini ya da yeni düzenle uzlaşmak zorunda kaldığını düşünüyoruz. (Seyrettiğim tek yabancı film olan ‘Güzel Bir Hayatı Düşlerken’ en iyi yabancı film ödülünü ‘Tumen Nehri’yle paylaştı).
Gişe Memuru festivalin zayıf filmlerinden biriydi. Teknik olarak iyi ama yeni bir Zebercet (Anayurt Oteli) ya da Norman Bates (Sapık) çeşitlemesi diyebileceğimiz filmin gişe memuru kahramanı ne yazık ki yeterince ilgi çekici bir karakter değildi. (Ve fakat film hiç beklemediğim kadar çok ödül aldı).
JÜRİNİN BİR BİLDİĞİ VARDIR
Orhan Oğuz’un ‘Hayda Bre’si çok kötüydü ve festivalin yarışmasına alınmış olması çok ciddi bir hataydı. Kastre eden kadınlar, yatalak erkekler (bu kaçıncı yatalak erkek figürü sinemamızda? Hayat Var, Kader ve görünmese de Rıza’da da hep yatalaklar var) ve çaptan düşmüş olsa da onurlu patriyarkların hikâyesini anlatmaya çalışan bu film her açıdan dökülüyordu. (Sanat yönetimi ödülünü kaptı ‘Hayda Bre’! Jürinin bir bildiği vardır)
EN İYİ MÜZİK ÖDÜLÜ MİRCAN’A
Kar Beyaz çok stilize bir çalışmaydı. Güzel müziği ve görüntüleri vardı ama Sabahattin Ali’nin yazdığı, son derece dramatik öyküye uzak kaldım film boyunca. Yine de filmin bir sahnesi çok etkileyiciydi. Kardeşlerini ve kendisini geçindirmeye çalışan delikanlı sattığı ayranın parasını köye yeni gelen devlet memurundan alamaz. Bu sahnedeki hüzün ve sessiz öfke nerdeyse elle tutulabilecek bir yoğunluktaydı. Festivalden aklımda kalacak ender sahnelerden biri olacak bu. Keşke film hapishane sahnelerine daha fazla özen göstermiş, dağılan ailenin birbirleriyle ilişkilerine daha fazla yer vermiş olsaydı. (Mircan en iyi müzik ödülünü beklendiği gibi aldı).
Zefir bir anneyle kızının dinamiklerini sıra dışı bir tarz ve içerikle ele aldığı için seyirciyi çok şaşırttı. Antalya seyircisinin anlamaya çalışan değil ahlaki olarak yargılayan bir tavrı var. Film karakterlerini gerçek insanlardan ayıramamak da seyircinin ortak bir sorunu. Kızını terk edip giden anne karakterinin niye böyle davrandığı filmde açık değildi. Ama birçok seyirci hiçbir annenin böyle davranamayacağı konusunda çok kararlıydı ve basın toplantısı bu tip sorular ve yorumlarla geçti. Cevap vermekten çok soru sormak, genelde olumladığım bir tavır. Ama galiba Zefir biraz daha fazla ipucu vermeliydi. Sonuçta tamamıyla gözden gelinmeyi hak etmiyordu.
‘ÇOĞUNLUK’A ÜÇ MAJÖR ÖDÜL
Festivalin en beğenilen filmi ‘Çoğunluk’ oldu. ‘Çoğunluk’ milliyetçiliğin, konformizmin, ataerkilliğin nasıl yeniden ürediğine yönelik etkileyici bir çalışmaydı. Başrol oyuncusu Bartu Küçükçağlayan çok iyiydi ve jüri de bu performansı takdir etti. Böylece Çoğunluk hem en iyi film, hem en iyi yönetmen ve hem de en iyi erkek oyuncu gibi 3 majör ödülü aldı. Kahramanın babası ya da aşık olduğu kız kanımca daha ilgi çekici hale getirilebilirlerdi, biraz daha ayrıntılı çizilebilirlerdi. Ama bu daha bir ilk film ve Seren Yüce için bu büyük bir başarı. Sinemamız yeni bir yaratıcı yönetmen kazandı.
‘GÖLGELER VE SURETLER’ KLASİK TADINDA
Bence festivalin en büyük favorisi Derviş Zaim’in ‘Gölgeler Ve Suretler’i idi. Film Kıbrıs’ta, Rum milliyetçiliği ve ırkçılığının ada Türklerinin hayatını zehir etmeye başladığı 1960’ların başındaki dönemde geçiyor. İngiliz sömürgeliğinden çıkıp, bağımsız olan adada bir süre sonra iç savaş hali başlıyor. Yunanistan’la birleşmek isteyen EOKA’lı Rumlar Türk köylerini boşaltıp, insanları öldürüyor. Film, Rumların arasında yaşayan bir grup Türkün ve onların yakınındaki Rumların hikâyesini anlatıyor. Derviş Zaim’in geleneksel sanatlarla olan ilgisi bu kez gölge sanatlarında yansımasını bulmuş. ‘Cenneti Beklerken’de uyguladığı oynak zaman-mekân yaklaşımı bu filmde de var. Ayrıca Eflatun’un Mağarası meselindeki gerçeklik-imge meselesiyle de ilgili film. Bunlarla birlikte klasik bir sinemaya en yakın filmdi Gölgeler ve Suretler. Ama Gölgeler ve Suretler yine Zaim’in ortak yapımcılarından biri olduğu ve aynı dönemi anlatan Akamas (geçtiğimiz yıl gösterime girmişti) kadar etkilemedi beni. İki erkek arasındaki sevgi-nefret ilişkisi bana biraz fazla yapıştırılmış gibi geldi. Keza milliyetçiliğin yükselişinin politik arka planı çok belirsizdi. Görünüşte iyi insanların nasıl komşularının katiline dönüşebildiklerini ve bu gerilimli tırmanışı başarılı bir şekilde anlatıyordu film ama köy hayatını kafamızda yeterince açıklığa kavuşturmuyordu.
BAŞARILI DANSÖZ PERFORMANSI
Festivalin bende en çok iz bırakacak performansı ise bir dansözden geldi. 1917’de İstanbul’da çekilen ilk yabancı film olan ‘Enis Aldjelis, Doğunun Çiçeği’ adlı sessiz filmi Baba Zula ve Murat Meriç’in yaptıkları son derece başarılı ve filmle uyumlu müzik eşliğinde izledik. Filmin o dönemin İstanbul’unu gösteren sahneleri ilginçti tabii ama asıl etkileyici olan film sonrasındaki mini Baba Zula konseri ve de özellikle salonun bütününü kullanarak dans eden Bahar Sarah’ın performansıydı. Bahar Sarah oryantal dansla break dansı bir şekilde harmanlamış ve buna bir miktar teatrallik (Mata Hari’lik) katmıştı. Kendisini büyük hayranlıkla izledim. Murat Ertel de sahnede en enerjik performanslarından birini sundu.
METALLICA İYİ DE KUSTURICA KÖTÜ MÜ?
Kusturica meselesine gelirsek… Alenen müziklerini işkencecilere vermekten gurur duyduğunu açıklayan Metallica iki kez Türkiye’ye gelip, kasasını da doldurup giderken bunca yazar, politikacı ve kültür bakanımız neredeydi? James Hetfield’in yanında Kusturica aziz gibi kalıyor Roll dergisinde okuduğum eski röportajlarına bakacak olursak. Hala kendi gözlerimle görmediğim ama var olduğuna da inandığım kimi tavırlarına ve sözlerine bakılacak olursa Kusturica da protesto edilmeyi hak ediyor. Yine de aklınız nerdeydi diye sormak da gerekiyor kültür bakanına. Bence ortada bir propaganda savaşı olduğu da çok açık ve bu da doğru tavır almayı güçleştiriyor. Tepkisel davranarak yanlış yerlere savrulmak çok mümkün bu ortamda. Belki Kusturica’nın da başına bu gelmişti zamanında.
Antalya Film Festivali’ne elbette her şey için teşekkür ediyoruz. Şu ulaşım sorununu çözmek için biraz daha çaba harcayın artık ama demekten de geri duramıyorum!