TARİH: 21 Mayıs 2004
GAZETE/DERGİ: Birgün
“Paramparça Aşklar, Köpekler”in yönetmeni Inarritu’nun yeni filmi, ismini ölünce kaybedilen ağırlıktan alıyor.
Şans, kader, kısmet… Bir otomobil kazası birbiriyle daha önce hiç alakası olmayan, farklı sınıflardan bir sürü insanın hayatını nasıl bir araya getirir, sarsar, yeni baştan biçimlendirir? Tanrı varsa neden trajedilerin gerçekleşmesine izin verir? İntikam neyi çözümler? Suçluluk duygusundan, yasaların öngördüğü cezayı çekerek mi kurtulunur? “21 Gram”ın yüklü bir konusu var ve film bu konuyu alabildiğince karmaşık bir kurguyla anlatıyor. Yönetmen Inarritu’nun ilk filmi ”Paramparça Aşklar, Köpekler” de olduğu gibi “21 Gram”da da 3 ayrı öykü bir kazayla birleşiyor.
DERİN SORULAR
Bu kez öyküler tamamen iç içe geçiyor, hiçbir öykü çizgisel bir akış izlemiyor. Öyle ki flash-back’lerden söz etmek bile güç, çünkü film sürekli ileri geri sıçrıyor. Ama buna rağmen ya da belki de bu nedenle film izleyicinin dikkatini ve merakını sürekli ayakta tutmayı başarıyor. Ve sonuçta her şey birbirine bağlanıyor. Anlatılanlar karanlık hikayeler: Paul (Sean Penn) kalp hastası bir öğretmen, karısı Mary’yle (Charlotte Gainsbourg) iyi gitmeyen bir ilişkisi var, Jack (Benicio del Toro) Hristiyanlıkta kurtuluşu bulmuş ama geçmişinden kurtulamayan eski bir mahkum; Cristina (Naomi Watts) ise eşi ve iki kızını kazada kaybedip uyuşturuculardan medet uman bir dul. Oyuncuların hepsi çok iyi. Sean Penn klasik yorucu oyunculuğunu sergilemiyor, daha kontrollü bu kez.
Benicio del Toro hem korkutucu hem de acıklı. Jack’i çok inandırıcı canlandırıyor. Naomi Watts, ‘Mulholland Drive’dan sonra bir kez daha kusursuz bir oyun sergiliyor. Son derece ilginç kurgusu, iyi oyunculukları ve gündeme getirdiği derin sorulara rağmen ”21 Gram” yine de mesela ”Yatak Odasında” (In the Bedroom) kadar derin bir iz bırakmıyor. Çok fazla tema, karakter ve ayrıntı olmasından sanırım bu. Sanki hayata dair ne varsa hepsini birden tartışmak istemiş gibi.