TARİH: 25 Ocak 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün
Akrep gibisin kardeşim
Orijinal adı: 12 Years a Slave Yönetmen: Steve McQueen (II) Oyuncular: Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch Ülke: ABD
12 Yıllık Esaret güzel ama asıl önemli olan duyguyu aktaramıyor… Ancak Hollywod filme en azından birkaç Oscar verecek ve böylece “Bir Milletin Doğuşu”ndan başlayarak onlarca yıl sürmüş olan ırkçılığını biraz temize çektiğini düşünecek.
Her kuşağın kendisine ait bir Steve McQueen’i olması lazım. Oyuncu ya da yönetmen olması fark etmez. 1980’de elli yaşında ölen Amerikalı Steve McQueen, döneminin en sevilen oyuncularından biriydi. O öldüğünde henüz on bir yaşında olan Britanyalı adaşı Steve McQueen ise 2000’lerde adından en çok söz ettiren yönetmenlerden biri olmayı üç filmlik kariyeriyle başarmış durumda.
Yönetmen McQueen’in film kariyeri uzun metrajlı filmlerden önce sanat galerilerinde sergilenen videolarıyla başlıyor. McQueen çektiği videolarla doksanların en önemli çağdaş sanatçılarından biri oluyor ve 1999’da prestijli Turner Ödülü’nü kazanıyor. Britanya İmparatorluğu nişanlarıyla da ödüllendirilen sanatçı 2008’de ilk uzun metrajlı filmi “Açlık”la da büyük bir başarı elde ediyor. Başka birçok ödülün yanısıra “Açlık” Cannes Film Festivali’nde en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera’yı kazanıyor. 1981’deki IRA militanlarının açlık grevlerini anlatan film, birkaç yıl önce gösterime giren “Demir Leydi”den çok daha etkili ve doğru bir Thatcher portresi de çiziyordu ve bunu Thatcher’ın sadece sesini vererek başarıyordu. Açlık grevinde hayatını kaybeden Bobby Sands rolüyle sinema çok önemli bir de oyuncu kazanacaktı: Michael Fassbender. “Tehlikeli İlişki”den “Jane Eyre” ve “X-Men”e kadar birçok filmde izlediğimiz Fassbender, McQueen’in üç filminde de rol aldı.
“Utanç” çok beğendiğim bir filmdi. Yönetmenin 9 dalda Oscar’a aday gösterilen yeni filmi “12 Yıllık Esaret” Amerika’da kölelik gibi önemli ve illa ki çarpıcı bir konuyu anlatmasına rağmen aynı etkileyicilikte değil. Filmin görüntülerinin fazla güzel olması filmin en eleştirilen yanlarından biri ama ben bu konuda fazla bir şey söyleyemeyeceğim çünkü filmi bulanık izledik. Bu da seyir keyfinden çok şeyi alıp götürdü. Bir kez daha iyi koşullarda izlemeyi isterdim yazmadan.
Bir anı kitabı uyarlaması
Filmin kahramanı Solomon Northup (Chiwetel Ejiofor),1841’de New York’ta özgür yaşayan, evli ve çocuklu, keman çalarak hayatını kazanan bir Siyah. Kuzey eyaletlerinde Siyahlar özgür yaşayabilirken, Güney’de kölecilik hâlâ egemen üretim sistemi. Northup gerçekten yaşamış bir kişi ve film onun yazdığı aynı adlı anı kitabına dayanıyor. Northup mutlu bir hayat sürerken bir gün kaçırılıyor ve Güney’de köle olarak satılıyor. Solomon olan adı değiştiriliyor ve köle tüccarlarınca Platt yapılıyor. Northup’ın bütün kimliği siliniyor. O artık alınıp, satılan, hayatı tamamen köle sahibinin elinde olan bir maldan başka bir şey değil. Hayatta kalabilmesi için, okuma yazma bildiğini gizlemesi ve sivrilmemeyi ögrenmesi gereken biri. Solomon / Platt’in ilk sahibi Ford (Benedict Cumberbatch) filmin en enteresan karakterlerinden biri. Bir yanıyla “İyi bir insan diğer yanıyla düzene mükemmelen ayak uydurmuş biri. Ford, Solomon’u başka bir plantasyon sahibine sattığında bunu, onu kahyanın öfkesinden korumak için mi yoksa para verip aldığı kölesi öldürülürse uğrayacağı zararı düşündüğünden mi yaptığını anlamak zor.
Beyazlar yine kahraman!
Solomon’un yeni sahibi Epps (Michael Fassbender) bir tür sosyopat. İncil okuyarak kölelerine işkence eden, aşık olduğu Siyah köle Patsey’yi (Lupita Nyongo’o) öldüresiye döven biri. Filmin sonu zaten adında var, söylemekte sakınca yok: 12 yıl boyunca büyük bir azap çeken Solomon Northup nihayet iyi bir Beyaz’ın yardımıyla Kuzey’deki dostlarına haber uçuruyor ve kölelikten kurtulmayı başarıyor. Bu mutlu sona rağmen film çok acı bir duygu bırakıyor insanda. Yaşadığı onca aşağılamadan sonra Solomon’un ailesiyle buluştuğu sahne iç burucu. Solomon artık eski Solomon değil; yaşadığı tecavüzün utancı o kadar ağır ki, ilk söylediği şeylerden biri “özür dilerim” oluyor. Görünüşte bu özür, Solomon’un kılık kıyafetinden utanmasından ama nedeni sadece bu olmasa gerek.
Solomon bir kahraman değil, filmde hiç kimsenin “kahraman” olarak nitelendirilecek özellikleri olmadığı gibi. Film boyunca sadece köle sahibi toprak ağası sınıfın ne kadar aşağılık, ne kadar zalim, ne kadar sapık olduğuna tanık olmuyoruz. Daha da kötüsü var filmde. Kölelerin de ne kadar bencil, ne kadar dayanışmadan yoksun, ne kadar “her koyun kendi bacağından asılır” mantığıyla hareket ettiğini görüyoruz. Bir sahnede filmin kahramanı Solomon Northup (Chiwetel Ejiofor) hakikaten de asılıyor, bacağından değil, boynundan. Ama ayak uçlarıyla yere değebildiği için, boğulup ölmüyor, nerdeyse bütün bir gün ölmenin eşiğinde salınıyor. Solomon ağaçta asılı dururken, diğer köle Siyahlar günlük işlerine devam ediyor, çocuklar oyun oynuyor, hayat normal akışında sürüyor. Kimse dönüp bakmıyor bile Solomon’a. Belki birisi Solomon’a su veriyordu, şimdi tam emin değilim ama o kadar. Sadece bu da değil. Solomon bir başka köleyi Patsey’yi kırbaçlıyor, kurbaçlamak zorunda kalıyor. Çünkü emirlere uymazsa, hem kendisinin hem de diğer kölelerin hayatının tehlikeye Bir girmesi söz konusu. Film boyunca bazı köleler paçayı kurtarıyor, Solomon’un kendisi de sonunda yine bir Beyaz’ın çabasıyla kurtuluyor. Kurtulanların en fazla yaptığı şöyle bir arkalarına bakma ya da onu bile yapmadan özgürlüklerine koşmak oluyor. Gemisini kurtaran kaptan! İnsan bencilliğine değin ne kadar atasözü varsa, film aklımıza getiriyor. Dinin ya da dindarlığın Beyaz köle sahiplerini bir nebze bile insanileştirmedigini de eklemek lazım.
Damağımızda kalan acı tat
Peki ne beklemeliydik? Kahramanlık destanları mı? Tarantino’nun filmi “Zincirsiz”’deki gibi intikam fantezileri mi? Amerika’da köleler ayaklanıp, özgürlüklerine kavuştu da, yönetmenin haberi mi yok? Müthiş bir dayanışmayı, insan ruhunun zaferini ya da iyiliğin kötülüğe galebe çalmasını anlatan bir öykü mü? Ama nerden baksam yine de filmden kalan acı tat rahatsız edici. Ölüm ve işkence tehdidi, insanı, paçasını kurtarmaktan başka bir şey düşünemez hale getirebiliyor. Hatta daha da ileri gideyim, sistem değişikliklerinde belki de üretici güçlerdeki değişim ve egemen sınıfların kendi içlerindeki kavgası, ezilenlerin ezenlere başkaldırısından çok daha fazla rol oynuyor. Amerika’da Siyah-Beyaz savaşı olmadı, Kuzey-Güney savaşı oldu da, kölelik “kalktı”. Kölelerin muhtemelen başkaldırı şansları olmadı; en azından filmin geçtiği dönemde ve ortamda olmamış olduğunu görüyoruz.
Ne birey ne toplum!
Filmin sorunu insanın ne kadar akrepleşebildiğini göstermesinde değil. Hiçbir karaktere empati duyuramamasında. Köleci sadizminin ne ruhsal ne de sistemik derinliklerine inemediğimiz gibi, kölelerin hali de benzer bir flulukta kalıyor. Tabii filmin kahramanı Solomon’un “paralel” bir dünyada bir ailesi olması, köle olarak doğmadığı için kendisini başka bir yere ait hissetmesi ve yabancı hali, köle olarak doğanların bile bir aidiyet duygusu geliştirecek olanaklarının olmaması, bir plantasyondan diğerine, çoğunlukla ailelerinden koparılarak satılmaları hikâyeye yardımcı olmuyor. Köleler için hayat öyle berbat ve kendi iradeleri dışında ki, ne birey ne de bir toplum olamıyorlar. Solomon, birdenbire bir kabusun içine düşmüş gibi yaşıyor. Bir gün önce mutlu ve özgür bir adamken bir gün sonra Platt adı verilmiş bir köleye, bir metaya dönüşmüş buluyor kendini. Filmin sorunu bu travmayı ve daha başka birçok şeyi iyi anlatamamasında. Mesela bir sahnede Solomon, Kuzey’deki dostlarına kendisini kurtarmaları umuduyla gizlice yazdığı mektubu gönderemeyeceğini anlıyor ve yakıyor. Biz mektubun yanışını seyrederken, Solomon’un yüzündeki kurtuluş hayallerinin yok olmasını görmüyoruz ama. Filme getirilen “fazla güzel” eleştirileri bu gibi sahnelere dayanıyor. Güzel ama asıl önemli olan duyguyu aktaramıyor. Filmin karakterlerine olan mesafesini koruması bilinçli bir tercih olsa gerek. Ama benim çok sevdiğim bir anlatım biçimi değil.
Çok yetenekli başka oyuncuları da var filmin: Brad Pitt, Paul Giamatti ve Paul Dano gibi. 12 Yıllık Esaret (esaret kölelikle aynı şey değil ama böyle uygun görülmüş) en azından birkaç Oscar alacak; herhalde Hollywood böyle yaparak “Bir Milletin Doğuşu”ndan başlayarak onlarca yıl sürmüş olan ırkçılığını biraz temize çektiğini düşünecek.