TARİH:  16 Ocak 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün

Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes adlı kahramanının maceralarını anlatan roman ve hikayelerini 1887-1926 yılları arasında yazmış. Holmes bilimsel düşünceye ve araştırmaya değer veren, dağınık, kadınlarla arası pek olmayan, bir miktar kendine zarar verme eğilimli bir karakter. Holmes’un dedektiflik yöntemleri suç yeri araştırmalarının gelişiminde önemli rol oynamış. Doğumundan bu yana 120 yıldan fazla zaman geçmiş bu kahraman Guy Ritchie’nin filmiyle yeniden (çoğunluk için ilk kez) hayatımıza giriyor. 

Filmin kötü kahramanı  Sir Blackwood’un, dinsel inanç ve korkuları manipüle ederek, kimyasal silahlar kullanarak Amerika’nın özgürlüğünü tehdit ediyor oluşunun günümüzde sokaktaki Amerikalının ruhunda neye karşılık geldiği çok açık: Bin Ladin ve El-Kaide. Tabii asıl Bush yönetiminin dinsel duyguları sömürerek ve her türlü silahı kullanarak halkların özgürlüğünü tehdit ettiğini, ülkeleri sömürgeleştirdiğini söylemek mümkün ama film oradan bakmıyor. Conan Doyle, Holmes’un hikayelerini yazarken, suç yeri araştırma yöntemlerinin gelişimine katkıda bulunabileceğini öngörmüş olabilirdi, ama ABD’nin iki binli yıllardaki ‘teröre karşı savaş’ına katkıda bulunmayı hayal etmiş olamazdı. Holmes ve yardımcısı Watson, satanist törenlerde kadınları öldüren Blackwood’u yakalarlar.

Blackwood asılır ama mucizevi bir şekilde yeniden hayata döner. Amacı İngiliz parlamentosunu doğaüstü (şeytani) güçlere sahip olduğuna inandırarak kontrol altına almak ve Amerika’yı yeniden kolonileştirmektir. İllüzyon ve kimyasal silahlar ise temel araçlarıdır. Ritchie, kendisinden beklendiği üzere son derece enerjik, hızlı bir film yapmış. Sherlock Holmes, Iron Man’den süper kahramanlık deneyimi olan Robert Downey Jr. tarafından canlandırılmış. Downey Jr. da bu süper kahramana bir miktar insani kusur bulaştırarak işini başarıyla yapmış. 

Filmin diğer kahramanları açıkçası fazla silikler. Watson’da Jude Law iz bırakmıyor. Rachel McAdams kötü/iyi kadın Irene Adler’da daha çok süs eşyası işlevi görüyor. Kelly Reilly o kadar az görünüyor ki, süs eşyası bile olamıyor.  Film, iki saatin üzerinde sürse de Ritchie sinemasal cambazlıklarıyla seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başarıyor. Ritchie’nin becerilerine şapka çıkarıyoruz. Ama geriye bir şey de kalmıyor: Bilimin ve burjuvazinin, kör inançlar ve aristokrasi karşısında nihai zafere ulaşacağına olan tazelenmiş inancımızdan başka. Obama Amerika’sına (dünyasına) da bu yakışır zaten.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com