TARİH: 31 Mart 2007
GAZETE/DERGİ: Birgün
Paris, Mon Amour
Film biraz kısaltılsaymış şahane olacakmış. Yine de kaçırmayın, derim. Bu haliyle de son aylarda seyrettiğimiz birçok filmden çok daha iyi.
Orijinal Adı: Paris, je t’aime Yönetmenler: Olivier Assayas, Frederic Auburtin, Emmanuel Benbihy, Gurinder Chadha, Sylvain Chomet, Ethan Coen, Joel Coen, Isabel Coixet, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Gérard Depardieu, Christopher Doyle, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Alexander Payne, Bruno Podalydés, Walter Salles Jr., Oliver Schmitz, Nobuhiro Suwa, Daniela Thomas , Tom Tykwer, Gus Van Sant Türü: Romantik Ülke: Fransa
“Paris, Seni Seviyorum” Paris’in 18 ayrı bölgesinde geçen, farklı yönetmenlerin çektiği 18 kısa filmden oluşuyor. Aslında Paris’in 20 bölgesi için 20 film çekilmiş ama bunlardan ikisi son kurguda elenmişler. Paris deyince akla aşk gelir, yani klişe budur. Paris üzerine bir film yapınca bu klişeden kaçmak mümkün değil. Yapımcıların da böyle bir niyeti yok zaten. Dolayısıyla ‘Paris Seni Seviyorum’ çoğunlukla aşka dair hikâyelerden oluşuyor. Ve ne zamanki aşkı tamamen bir kenara bırakıyor, o zaman da zirvesine ulaşıyor.
Farklı yönetmenlerin kısa ya da orta metrajlı filmlerinden oluşan uzun metrajlı filmler genellikle sorunludur. Filmlerin kalitesi birbirini tutmaz, arada ortak bir tema bulmakta bazen zorlanırsınız. “Paris, Seni Seviyorum” için de bunlar söylenebilir ama yine de bu film bir şekilde akıyor. Arada çok manasız bölümler olsa da… Çünkü en manasız filmde bile hoş bir an mevcut. Oyunculuk genellikle çok iyi. Eh, arada cidden yüreğe dokunan öyküler de var.
Zirveden başlayalım, tabii bana göre. Walter Salles ve Daniela Thomas aşkla uzaktan yakından ilgisi olmayan tek filme imzalarını atmışlar. Şehrin varoşlarından birinde yaşayan Latin Amerikalı genç bir anne bebeğini bir kreşe bırakır sabahın köründe. Ağlayan bebeğini bir ninniyle sakinleştirir ve uzun yoluna koyulur. Birkaç vasıta değiştirir ve epeyce yürür. Sonuçta geldiği evde bir başka bebeğe bakacaktır. Ev sahibesi henüz evden çıkmamıştır. Onu görmeyiz sadece sesini duyarız. Kadın akşam işi olduğunu ve birkaç saat geç kalabileceğini, bunun bakıcı kadın için önemli olmaması gerektiğini (!) söyler ve çıkar. Filmin belki de en etkili oyunculuğu bu cümlenin söylenişindeydi bence. Hiç görmediğimiz o kadının ses tonunda, kelimelerinde öylesine bir sınıfsal iktidar vardı ki… Göçmen, yoksul bakıcı kadının çaresizliği o kadar dokunaklıydı ki… İki kadın, iki bebek ve “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” palavrası…
Kompakt ve minimal. Bir başka garabet de şu: Kadınlar evde oturup çocuk bakmaktan kurtulur ve iş hayatına katılırken, kurtulanların çocuklarına başka kadınlar bakıyor, onların çocuklarına daha başka kadınlar bakıyor ve bu durum, çocuklara verilen bakım kalitesi azalarak bu şekilde devam ediyor. Sonuçta çocuk bakımı yine kadın işi olarak kalıyor, sadece çocuklara kendi anneleri bakmıyor. Kim, neden özgürleşmişti?
“Belleville’de Randevu”nun yönetmeni Sylvain Chomet’nin iki dışlanmışın aşkını anlattığı filmi de kendine özgü bir yere sahip bir film. Bence ‘Belleville’den daha iyi. Coen kardeşlerin bölümü, belki de filmin en esprili, en komik filmi. Kesinlikle görmeye değer. Fransızlıkla gayet güzel dalgasını geçiyor. Gus van Sant’ın iki erkek arasındaki ilk bakışta aşkı anlattığı bölümü, Oliver Schmitz’in yine trajik bir göçmen hikayesini konu alan filmi, Frederick Auburtin ve Gerard Depardieu’nün Gena Rowlands ve Ben Gazzara’nın oynadığı ayrılık öyküsü ve Alexander Payne’in bir Amerikalı postacı kadının Paris’teki kısa tatilini ele aldığı filmi ‘Paris Seni Seviyorum’u son aylarda seyrettiğimiz birçok filmin üstüne çıkarıyor.
Ama iyi olmayan bölümleri de var filmin. 18 filmin en kötüsü ise Wong Kar-Wai filmlerinin görüntü yönetmeni olarak tanıdığımız Christopher Doyle’un yönettiği bölüm. ‘Paris Seni Seviyorum’ üçte bir oranında kısaltılsaymış şahane olacakmış. Yine de kaçırmayın, derim. Bu haliyle de son aylarda seyrettiğimiz birçok filmden çok daha iyi.