TARİH: 3 Şubat 2018
GAZETE/DERGİ: Birgün
Bu yılın Altın Küre Ödülleri’nin ikisinin de intikam peşindeki anneleri anlatan filmlere(3 Billboard ve Paramparça) gitmesi enteresan bir durum. İki filmin geçtiği yerlerde de ırkçılığın var oluşunu da ortak bir nokta olarak görebiliriz.
Fatih Akın daha önce de politik temalara el attı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vatandaşlarına yaşattığı Büyük Felaket’e dair yaptığı “Kesik”, western türüne kurban ettiği bir filmdi. Bu konuyu ele almasını zamanında takdir ederken etkisiz bir film çıkardığını da yazmıştım.
Akın, Yaşamın Kıyısında’da da politik bir karakteri ele almıştı. Yine inandırıcılıktan uzak bir karakterdi o filmdeki Ayten (Nurgül Yeşilçay). Ve Ayten’in hapisten çıkması , Batılı bir kadın tarafından sağlanıyordu.
Paramparça’da da Alman bir kadın, Kürt kocam eğer yaşasaydı, yani onun karısını ve kızını öldürselerdi ne yapardı diye düşünüyor ve onun yapacaklarını yapıyor. Bir Kürdün intikamını Batılı alıyor. Amerikalıların başta olmak üzere Batılıların YPG’ye Suriye’de verdikleri destekle, yani Batı’nın Kürtlerin mücadelesini bir anlamda üstlenmesiyle bu benzerlik sanırım tesadüfidir. Ya da bilinçaltı bir etkileşimdir. Fakat hem Yaşamın Kıyısında hem de Paramparça’da adaleti Batılı bireyin sağlaması, üzerine düşünülmesi gereken bir tema.
Paramparça’nın arkasında yaşanmış trajediler ve büyük bir skandal var. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin yarattığı çalkantıda, Almanya’da ırkçılık yükselişe geçti ve 200’e yakın yabancı 1990’larda öldürüldü. 2000-2006 yılları arasında ise Ceska marka bir tabancayla 8 Türk/Kürt, bir Yunanlı (Türk sanılarak) ve bir Alman kadın polis öldürüldü. Polis, başından itibaren bu cinayetlerin Türk/Kürt mafya içi hesaplaşmaları olarak değerlendirerek aileleri bir kez daha mağdur etti. Alman medyası Döner Cinayetleri adını takarak aşağılamayı sürdürdü. Geride kalanlar yakınlarını kaybetmenin yanı sıra, uyuşturucu, silah vs ticareti yapan mafya aileleri olarak görülmenin acısını yaşadı. Bombalamalar da oldu ama bu bombalamalarda ölen olmadı. Sonunda cinayetlerin kendilerine Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU- Nazionalsozialistischer Untergrund)diyen bir Neo Nazi örgütün işi olduğu anlaşıldı. Bütün bu süreçte, polis yetkililerinin bazı izleri yok ettiği, bir dedektifin olay sırasında cinayet mahallerinden birinde olduğu gibi skandal gelişmeler de yaşandı. Angela Merkel, bizzat mağdur ailelerden özür diledi.
Filmin sonunda çıkan yazılardan anlıyoruz ki, Paramparça, kullanılan tabancanın markasından dolayı Ceska cinayetleri de olan bu cinayetlerden esinleniyor. Ama gerçekte yaşananlarla pek alakası olmayan bir film Paramparça. Filmde öldürülen Nuri Şekerci (Numan Acar) adlı karakter, polisin mafyaya dair kuşkularını haklı çıkaracak bir şekilde eskiden uyuşturucu ticareti yapan biri olarak resmedilmiş. Polisin önyargısını bence sıfırlayan bir değişiklik bu. Ben de polis olsam, eski bir uyuşturucu satıcısının, başının mafya içi hesaplaşmadan belaya girdiğini düşünürdüm. (Bir ayrıntı: Şekerci soyadı bile İngilizcede Sugarman’e karşılık geliyor ki, anlamının uyuşturucu satıcısı olduğunu Searching for Sugarman (Bir Şarkının Peşinde) adlı belgeselden biliyoruz.)
Filmdeki yabancı cinayeti tekil bir olay gösterildiğinden ırkçı bağlama oturtamıyoruz. Hatta Nuri’nin Alman karısı Katja’nın (Diane Krüger), cinayetin faşistlerce gerçekleştirildiği sonucuna nereden vardığını da anlamıyoruz. Cinayeti diğer cinayetlere bağlayan ortak silah (Ceska) da yok filmde. Ölüme bir bomba neden oluyor, oysa çivi bombasıyla ölen kimse yok, bırakın tanınmayacak kadar paramparça olmayı. Caniler birdenbire yakalandığında da polisin onlara nasıl ulaştığını anlamıyoruz. Bunu anlamadığımız için mahkeme sonunda nasıl beraat ettiklerini de anlamıyoruz. Basının yoğun ilgi gösterdiği gerçek davanın yerini basının hiç ilgisinin olmadığı küçük, karikatür bir dava almış. Nazilere dair dosyaları yok eden ya da olay sırasında cinayet mahallinde bulunan memurlar da yok. Mahkemelerde yakınlarının öldürülmesinin hesabını soran Kürtler veya Türkler de yok. Bütün bunların ardından sistematik ırkçılık tamamen gizlenmese de sonuçta suçlu sanki hukuk devletiymiş gibi bir durum çıkıyor. Filmde Frankenstein’ın üvey kardeşi gibi görünen bir davalı avukatının olması da filmi açıkçası komikleştiriyor.
Cinayetleri işleyen Nazilerin, Hitler hayran olmaları dışında bir özelliklerini öğrenmiyoruz. Onlar kötüler, o kadar. Politik bir konu depolitize oluyor. Ve ortaya bir intikam hikayesi çıkıyor. Fatih Akın herhalde, adaleti kendi elinize almanız gerekiyor gibi, faşizan bir mesaj vermek istemiyordur. Ama ne demek istiyor anlamak zor. Gerçekte filmdeki Alman Türk/Kürt, karışık aileler de yok kurbanlar arasında. İntikam peşine düşen Alman kadın fikri nereden çıkmış merak ediyorum.
Ama bu bir belgesel değil, bir konulu film. Yönetmen de istediği gibi değiştirme hakkına sahip yaşananları. İyi ama sonuç ırkçılığın, faşizmin daha çok teşhir edilmesine ve lanetlenmesine yaramıyor. Aksine üstünün örtülmesine yarıyor. Tuhaf bir intikam filmi çıkıyor ortaya. Bu filmin bu noktalara gelmesi de tuhaf. Fatih Akın da Altın Küre’de ödülünü alırken şaşkınlığını gizlememişti. “Law&Order” dizisinin herhangi bir bölümüne benzetilen bir filmin hakikaten de Oscarlarda ilk dokuza girmesini ve Altın Küre almasını açıklamak zor.