Charlyn Marie Marshall bir konser, iki adet casus filmi; Köstebek ve Düşmanı Korurken. Ve diğer filmler ‘Marilyn İle Bir Hafta’, ‘Duyguların Rengi’, ‘Sürücü’, ‘Gizli Tehlike 3D’yi şöyle bir gözden geçirelim.
Bu hafta toplu bir bakış yazısı yazmak istedim…
Geleneksel yazı yazma akşamım olan Perşembe gecesi (9 Şubat) çok güzel bir konser vardı. Cat Power ikinci kez şehrimize geldi ve Babylon’dakinden (8 Kasım 2005) çok farklı ama yine çok etkileyici bir konser verdi. Cat Power’ın yani Chan Marshall’ın konser performansları çok kötü bir şöhrete sahipti eskiden. Çoğu konserini yarıda bırakır, sinirleri dayanamadığı için sahneden kaçardı. Son yıllarda Marshall çok daha rahatlamış durumda. Eskiden piyanosunun başından ayrılmazken şimdi ayakta şarkı söylüyor ve kimi zaman da gitar çalıyor. Marshall konserin sonunda davulun başına da geçti. Chan Marshall’ın konser sırasında yaşadığı duygusal yoğunluğun işaretleri ise yüzünde ve ellerinde hâlâ görülür durumda. El ve yüz kasları spastik kasılmalar geçiriyordu mütemadiyen. Konser çok güzeldi güzel olmasına ama çok önemli bir sorunla başladı. Grup sahneye çıktığında iki saattir ayakta bekleyen seyircinin sabrı taşma noktasına gelmişti. Ve doğal olarak da sahneye geç çıktığı düşünülen şarkıcı ve grup yuhalandı. Oysa bize söylenenle, gruba söylenen farklı şeylermiş. Gruba 10:45’te sahneye çıkacağı söylenmişken, seyirci konserin başlama saatinin 9:00 olduğunu sanıyordu. Açıkçası, oturacak bir yer bulmamış olsaydım, konserin başlamasını 2 saat bekleyemezdim ve konser başladığında mekanı (Garaj İstanbul) çoktan terk etmiş olurdum.
Gelelim filmlere. İki adet casus filmimiz var. Birincisi ve daha iyi olanı “Tinker, Tailor, Soldier, Spy: Köstebek” (TTSSK) John Le Carré’nin kitabından uyarlanmış. Daha önce BBC dizisi olarak da televizyonda gösterilmişti. Film pek beğenildi ama açıkçası bende pek bir iz bırakmadı, haftanın diğer filmleri gibi. 1970’ler, Britanya istihbaratının dibe vurduğu yıllarmış. İkinci Dünya Savaşı’nda büyük başarılar gösteren hatta savaşın kazanılmasında büyük rol oynayan istihbaratçı kuşak 70’lerde yerini yenilere devretmiş büyük ölçüde. Fakat istihbarat, yeni kuşakla birlikte çöküşe geçmiş. KGB Britanya’nın meşhur MI6’nin içine fena halde sızmış. Eski kuşağın emekli olmuş temsilcilerinden Smiley (Gary Oldman) MI6 içindeki Sovyet ajanını bulmak için göreve yeniden çağrılır. Mesele şu ki, Smiley kuru ve donuk bir adamdır. Diğer meslektaşlarını ise hemen hemen hiç tanımayız. Bu kuru ve donuk adamın karısı haliyle onu aldatırsa da bu konu filmde pek işlenmez. Hele Sovyet ajanı olduğu ortaya çıkan karakterin neden Sovyetler hesabına çalışmayı “daha ahlaklı ve daha estetik” bulduğu gibi konulara hiç girilmez. Peki ne kalır geriye: Baştan sona soğuk ve kasvetli bir atmosfer. İsveçli yönetmen Alfredson’un bu atmosferi yaratmada başarılı olduğunu “Gir Kanıma”dan biliyorduk zaten.
İkinci casus filmi ise bir Hollywood işi: “Düşmanı Korurken”. Burada da çifte ajanlar var ve onları ortaya çıkarmak isteyenler ve ortaya çıkmak istemeyenler birbirleriyle kavga ediyorlar. Tabii ki bolca aksiyon var burada TTSSK’nin aksine. Bourne serilerinden bildiğimiz bir sallanan kamera, hızlı kurgu, kısacık planlar vs. Sonunda iyiler kazanır, özgür basın sorunları çözer. Ha, Ha, Ha! Yahu komik bile değil artık. Basına güven diye bir şey 21. yüzyılda kaldı mı? Kamuoyu çürümeyi öğrenir ve dünya değişir, öyle mi? Irak’ta kitle imha silahı olmadığı öğrenildi de ne oldu? Neyse, tabii yine de yapacak başka bir şey yok, bildiğin doğruları yazmaktan başka; sadece ana akım medyadan ve kamuoyu baskısından çok bir şey beklememeyi öğrenmiş olmamız lazımdı. Basmakalıp karakterleri ve vasat hikayesiyle “Düşmanı Korurken”i de hızla unutulacaklar kategorisine atabiliriz.
“Marilyn İle Bir Hafta”nın (MİBH) vasatlığı aşmasını sağlayan tek bir yanı var: Marilyn Monroe’yu oynayan Michelle Williams’ın performansı! Monroe’nun İngiltere’de Lawrence Olivier ile bir film çektiği dönemi anlatıyor MİBH. Monroe ile yazar Miller yeni evlenmişler ve bir tür balayı da gibi İngiltere’ ye gelmişler. Lawrence Olivier, Monroe ile film yaparak, kendi kendisine bir gençlik aşısı yapmaya çalışırken, Monroe da Olivier ile çalışarak “ciddi” sanat alemine adım atmak istiyor. Ama Monroe’nun sinirleri her zamanki gibi laçka! İlaçlar vs derken, setteki genç asistan Colin’le işi pişiriyor. Monroe sanki Colin’i hem dayanak, hem de casus olarak kullanıyor ama bunu zarafet ve sıcaklıkla yapıyor. Colin’e de hayatı boyunca övüneceği bir hafta yaşatıyor! Marilyn Monroe’nun çekiciliğinin meşru ve kabul edilebilir bir pedofiliyi yaşatmasından kaynaklandığını düşünürüm. Monroe adeta yuvarlak hatları olan bir kız çocuğudur hep! Saf, kandırılmaya açık, bazen bencil de ama hep çocuksu! Hem kadın hem de kadın değil, tehlikesiz bir çocuk. “My heart belongs to daddy” diyen yani kalbinin sahibinin babası olduğunu söyleyen Marilyn pedofilik ve ensest içerikli fantezilerin zihinlerde özgürce yaşanmasına olanak verir. Michelle Williams, Monroe’nun oynadığı bu rolü ve MM’nin gerçek kendisini ayırt eden nüanslı bir oyunculuk sergilemiş. Onun dışında film yine de sıradanlığı aşamıyor.
“Duyguların Rengi” “ah şu eski ırkçı dönemler, ne kadar da kötüydüler” klişesini yeniden üretiyor. Yine bir Beyaz entelektüel Siyahların kurtuluşuna öncülük ediyor. Oscar’lık bir film, yani yüzeysel ve “iyimser”.
Haftanın en garip vakası bana kalırsa, Cannes’da Nicolas Windig Refn’e En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran “Sürücü”. Bu filmi ilk seyredişimde çok kızmıştım. İkinci seyredişimde öfkelenmedim açıkçası. Sanki filmi gülünçleştiren bazı sahneler, Cannes’daki gösterimden sonra kesilmiş gibi de geldi. Sürücü “eziklerin gazabı”nı anlatıyor masalsı bir atmosferde. Ryan Gosling’in canlandırdığı “adsız sürücü” sanki öksüz çocuk Oliver Twist’in büyümüş ve süper yetenekler geliştirmiş versiyonu. Sürücü bir tamirci çırağı aslen. Ama bunun dışında, sürücülük yetenekleri sayesinde filmlerde dublörlük yapıyor, geceleri ise soygunlarda hırsızlara şoförlük hizmeti veriyor. Bir açıdan Süpermen Clark Kent gibi yani, iki farklı kimliği var. Süper soğukkanlı birisi olan ve kodumu oturtan sürücü, Melville’in yönettiği Alain Delon’un oynadığı karakterleri de hatırlatıyor (özellikle “Akrep”i). Mağdur kadın rollerinin şimdiden efsanevi ismi olmaya aday Carey Mulligan da sürücünün aşkı Irene rolünde yer alıyor. Sürücü, Irene’le tanıştığında, Irene’in kocası hapiste. Sürücü eksik babanın rolünü üstleniyor ve Irene’in ailesini işlevselleştiriyor. Ama baba çıkagelince, bu kez sürücü geri çekiliyor ve ailenin koruyuculuğuna soyunuyor. Ama bütün babalar ve baba figürleri sahneden çekilseler de sürücü o en başta yaşadığı kısa ama huzurlu konumuna geri dönemiyor. Bütün bu hikâye ne anlatıyor bilmiyorum doğrusu. Bir tür yalnız ve hüzünlü kovboy miti, bir tür “kaybedenin Süpermen olarak portresi”… Film kimi erkeklik fantezilerini gıdıklıyor elbette ama yılın en iyi yönetmeni olmak bu kadar basit olmamalı.
Bir de “Star Wars Bölüm 1: Gizli Tehlike”nin 3 boyutlu yeni versiyonu var. Bu film hakkında yazamayacağım çünkü uyudum. Nasıl bu kadar aksak, nasıl bu kadar ruhsuz bir şey yapmışlar, hayret. Filmi ilk çıktığında görmemiştim, yine göremedim.