TARİH: 24 Ocak 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
“Pandora’nın Kutusu” ele aldığı dönemi ve kuşakları anlamada bir derinliğe sahip değil. Ama yine de filmin kimi tasvirleri başarılı…
San Sebastian Film Festivali’nde birincilik kazanmak çok ciddi bir başarıdır. “Pandora’nın Kutusu” kefesinde böyle büyük bir ödülle geliyor, perdelere. Film ayrıca, Antalya Film Festivali’nde “en iyi yardımcı kadın oyuncu” kategorisinde Övül Dalkıran’a bir Altın Portakal kazandırdı. Çoğunluk, “Pandora” için daha da büyük bir başarı bekliyordu Antalya’da. Birçok kişi, yakın çevresinden, ailesinden kişileri, özellikle annelerini görmüş gibi olmuştu filmde. Bense filmi genel anlamda inandırıcı bulmadım. Karakterlerin çoğunu, olayların akışını, mizansenleri… Müziği beğenmedim. Angelopulos filmlerinin müzisyeni Karaindrou’nun kötü ve iç kıyıcı bir versiyonuydu ama çok tavlayıcı olduğunu da kabul ediyorum. Çerçevelerdeki güzellik kaygısından rahatsız oldum (arka plana özenle yerleştirilmiş Galata Kulesi görüntüsü mesela) . Beğendiğim diyaloglar, mizansenler, oyunculuklar da oldu, özellikle Mehmet karakterini çok başarılı buldum. Ama bütün bunlar özneldir sonuçta. İnandırıcı bulmadığım şeylerin, hayatta aynen öyle olduğunu söyleyen arkadaşlarım var.
Tabii ki görüşlerimi temellendirmeye çalışacağım, umarım yapıcı bulunur. Nesrin, Güzin ve Mehmet üç kardeştirler. Nesrin kontrol manyağı bir ev kadınıdır. Kocasıyla arası soğuktur. Oğlu Murat (18–20 yaş civarında) ise evi terk etmiş, orada burada sabahlamaktadır. Filmin başında Murat’ı sonbahar-kış arası bir mevsimde, olabilecek en sert, en nemli ve en rüzgârlı mekânda, bir mendireğin beton zemininde uyurken görürüz.
Kendine zarar verme eğilimini anlamakla birlikte bu biçimini garip buluyorum ya da benim hayat tecrübem bu davranışı açıklamakta yetersiz kalıyor. İnsan refleks olarak üşümeyeceği bir yer bulur, altına bir gazete kağıdı da olsa bir şey serer. Murat annesinin telefonlarına cevap vermez, hatta cep telefonunu denize atmayı aklından geçirir. Sonra bir telefon gelir Nesrin’e. Köylüler (Doğu) Karadeniz’in bir dağ köyünde yaşayan annesinin kayıp olduğunu haber verirler. Kontrol manyağı Nesrin oğlunun akıbetini merak etmeyi unuttuğu gibi, derhal kardeşlerini arar.
ÜÇ KARDEŞ YOLA DÜŞER
Bir gazetede yöneticilik yapan Güzin ve tipik bir kaybeden olan Mehmet ablalarıyla biraraya gelir ve üç kardeş anlaşılmaz bir şekilde arabayla yola koyulurlar. Neden uçağa binmezler, bilinmez.
Aceleleri yok gibidir. Ayrıca annelerine, anında karar verip, işi gücü bırakıp uzun bir yolculuğa çıkacak kadar düşkünseler onu 90 yaşında dağ başında nasıl yapayalnız bırakmışlardır? Kadının bunamakta olduğunun nasıl farkına varmamışlardır? Yolda kardeşlerin arasındaki sorunlar birer birer ortaya dökülmeye başlar. Güzin annesinin kendisini ve babasını sevmediğini düşünmektedir. Nesrin anneyi savunurken Güzin’in aşk hayatını, Mehmet’in ise bütün hayatını eleştirir. Kendisini bir tür anne gibi görmektedir. Hoş ayrıntılar vardır filmde, Nesrin’in Mehmet’in gözündeki çapağı alması gibi. Ama yine anlamadığım ayrıntılar da vardır. Güzin cep telefonunu kullanmak için neden telefonun çekmediği bir noktada arabayı durdurtur? Benzin kalmadığını bu noktada keşfederler ve gelişen olaylar iki kızkardeşin ne kadar insanlara güvensizleştiğini ama tam bir kaybeden görünümündeki Mehmet’in insanlara hala güven duyduğunu gösterir.
Bazı değerleri kaybedenler hayatta daha çok kazananlardır yani. Büyük şehir hayatı da bozmuştur insanları tabii, o hayatı en ilkel biçimde sürdüren Mehmet bir tek direnç gösterebilmiştir. Ama yine çok küçük bir ayrıntı: Biz İstanbullular, uzun yola alışık Amerikalılar gibi arabalarımızda boş benzin bidonu bulundurur muyuz? Benim hiç boş benzin bidonum olmadı arabamda. Onların varmış, diyelim. Üç kardeş bir geceyi kamyoncu lokalinde geçirmek zorunda kalırlar. Bu sahnenin tamamen çıkarılabilir olduğunu düşünüyorum çünkü hiç bir şeyin gelişmesine hizmet etmiyor. Oradaki lokali işleten erkek fatma kılıklı kadın hakkında ayrı bir belgesel güzel olabilir fakat.
Ertesi gün akşamüstü 3 kardeş annelerinin evine varırlar. İki günlük araba yolculuğu hiç aceleleri yokmuş izlenimi verse de, o gece erkek kardeş Mehmet jandarmayla birlikte aramaya çıkar. Arama onlarla mı başlamıştır yoksa süren bir aramaya mı katılmıştır anlamasak da geceleyin onlarca el feneri ışığının güzel bir görüntü verdiği kesindir. Ben büyükanne Nusret Hanımın o gece bulunmasını buna yordum daha çok. Büyük anne doktor kontrolünden geçer ve demans yapılı Alzheimer hastası olduğu ortaya çıkar. Yani çok ciddi bir hatırlama, bellek yani kısaca bilinç kaybı sorunu vardır. Gidişin aksine dönüş yolculuğu ışık hızıyla gerçekleşir. Daha doğrusu seyirciye gösterilmez.
KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ Mİ?
Nusret hanım, Nesrin’in evine yerleştirilir. Halının ortasına işeyecek kadar bilinci yerinde değildir Nusret hanımın. Daha doğrusu ağzını açana kadar öyle görünür. Filmin politik bir içeriği olduğu söylenegelmekte… Bence de var ama iddia edilen aksine ben kapitalizm eleştirisi, hatta kimine göre 12 Eylül eleştirisi falan görmüyorum. Nesrin annesine oyalansın diye televizyon açar. Karşımıza bir adet Cumhuriyet mitingi çıkar. Nesrin, zap’layıp annesinin dikkatini daha çok çekebilecek bir kanala mı geçer? Hayır, orada kalır.
Film, bize arka fonda mı verir televizyondaki miting görüntüsünü? Hayır, full-ekran yani tam perde gösterir. Peki bu görüntü niye seçilmiş ve niye gözümüze sokulmuştur? Ustaoğlu’ya bu soruyu Antalya’da filmden sonra yapılan soru-cevap toplantısında sordum. Bir nedeni yokmuş, o sırada o mitingler olduğu için ellerine o görüntüler geçmiş. Peki, inandık diyelim. Ama daha sonra gelen başka televizyon görüntüleriyle birlikte düşünmek gerek bu miting görüntüsünü. TV’nin pespaye mi pespaye sabah programlarını görürüz daha sonraları. Bu miting o pespayeliğin içinde anlam kazanır. “İşte politika, işte kültür” denmektedir. Demek ki politik ve kültürel hayatımızı belirleyen pespayeliğin suçlusu gericiler, Fethullahçılar, neo-liberal politikalar değil, bu gidişattan kaygılanan ve ne yazık ki milliyetçi ve militarist tonlar taşıyan (ve güvenilmez isimlerin manipüle ettiği) mitinglerde kendisini ifade eden cumhuriyetçi muhaliflerdir. Filmin temel politik mesajı liberal entelijensiyanın kafamıza kakmaya çalıştığı bu mesajdan ibarettir. Burada sınıfsal ya da kapitalizm karşıtı bir eleştiri falan yok. Burada dönemin ruhuna uygun biçimde muhalefete muhalif olmayı, sıkı muhalefet yapmak sanan bir bakış açısı var.
‘Kendini hayata aç’
Kontrol manyağı olduğunu düşünmemiz istenen Nesrin oğlunu bulma konusunda cılız birkaç adım atar film boyunca. Nesrin’in kocası ise neredeyse yoktur. O Nesrin’den de az kaygılanmaktadır. Nesrin oğlunu arayışları sırasında bilinci yerinde olmayan annesini kah evde, kah sokakta yapayalnız bırakır. Denilebilir ki kontrol manyaklığı ile, kontrol altında tutma yeteneği zıt şeylerdir. Olabilir. Fakat Tarlabaşı’nda yavru sokak kedilerini öldürmeyi temel eğlencesi yapmış bir grup küçük çocuk niye filme girmiştir, yine anlamıyorum. Bu vahşeti bir bağlama oturtmazsanız, bu mahallenin çocukları böylesine kötüdürler demekten başka bir şey olmaz. Hani şu nefret ettiğimiz “Hostel” filmlerinin tavrından farkı ne bunun? Bir sonraki sahnede Nusret hanımın onları bir orkestra şefi gibi yönetmeye başladığını görmek ise sadece saçmadır. Nusret hanım bütün bunamışlığı içinde filmin vicdanı ve bilincidir aynı zamanda. Ağzını açtıkça veciz laflar dökülür. Mehmet’e “Bana ve hayata sırtını döndükten sonra, ne yapsan fark etmez”, Güzin’e “Kendini hayata aç” mealinde şeyler söyler. Bu yaşlı ve hasta köylü kadının ağzından bu lafları duymak çok şaşırtıcı… Aslında Nusret hanımın su katılmamış köylülüğüyle çocuklarının burjuvalığı arasındaki derin fark da şaşırtıcı. Nasıl bu kadar kopuk yaşamışlar, mana vermek zor. Ama asıl zorluk Nusret hanımın Türkçesini anlamakta. Asansörde kaldığında “Çıkarın BEN burdan” diye bağırır, “beni” diye değil. Dünyanın kendi filmlerini seyreden ender ülkelerinden biriyiz. Sanatsal açıdan da filmlerimiz çok başarılı. Neredeyse bellibaşlı festivallerin hiçbirinden eli boş dönmüyoruz. Ya da en azından katılıyoruz. Ama Nusret rolünü oynayabilecek amatör ya da profesyonel yaşlı bir kadın oyuncumuzun olmadığını öğrenmek şoke edici. Bence duruşuyla da Karadeniz kadınına benzemeyen Tsilla Chelton’ın Türkçesi kabul edilebilir gibi değil. En azından bir dublaj yapılamaz mıydı?
TASVİRLER BAŞARILI AMA DERİN DEĞİL
Yaşlı kadınla delikanlı arasındaki dostluk fantazisi de hiç inandırıcı değil. Murat’ın bunamış anneannesini alıp o dağ evine gitmeyi başarması bile imkansız. Ya da buna istek duyacağına inanmamız. Film kuşaklar arasında net bir tercih yapıyor. Bugünün yetişkin kuşağından pek umut yokken, o kuşağı sevgisizliğiyle sakatlamış olan yaşlı kuşak doğayla barışık (bir nevi Dersu Uzala Nusret hanım) ve bilge olarak gösteriliyor. Murat’ta simgelenen gelecek kuşakta da umut var. Peki bu kuşak niye böyle sakat ya da gelecek kuşaktan neden umut duyalım, belli değil. Gelecek kuşak küçük burjuvalığın ya da orta sınıf olmanın hastalıklarını nasıl aşacak?
“Pandora’nın Kutusu” ne ele aldığı dönemi ne de kuşakları anlamada bir derinliğe sahip. Ne de filmin olay örgüsünün bir inandırıcılığı var. Ama yine de filmin kimi tasvirleri başarılı. Daha önce de belirttiğim gibi Mehmet rolünde Osman Sonant çok iyi. Keza Övül Dalkıran da gayet başarılı. Ama bunlar akılda kalıcı karakterler değiller. Hayatta böyle tipler var ve bu tipler iyi tasvir edilmiş, o kadar. Fotoğraf olarak güzeller yani. Ustaoğlu bir gün bu başarılı tasvirlerini derinlikli bir çerçeveye oturtabilir diye umuyorum. Bir de Ustaoğlu’nu Sky TV’de eleştirmenlere yönelik söylediği “İyi ve sahici olanı eleştirmekte aciz kalıyorlar” tanımına uymadığımı umuyorum.