TARİH:  28 Nisan 2007

GAZETE/DERGİ: Birgün

Galiptir bu yolda mağlup 

Filmde verilen ‘kazanmanın her şey olmadığı’ mesajı güzel ama sarı minibüs gibi, öykü arkadan itilmese kahramanların bu noktaya varmaları imkânsız. 

Orijinal Adı: Little Miss Sunshine Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris Oyuncular: Abigail Breslin, Greg Kinnear Türü: Komedi, Dram Ülke: ABD 

Bazı filmlerde senarist ya da yönetmenin tanrısal konumları fazlasıyla göze batar. Onlar istedikleri zaman bir sahneden diğerine hop diye geçebilirler, arada ne olduğunu göstermek istemezlerse göremezsiniz. 

‘Küçük Gün Işığı’ tam da böyle bir rahatsız edicilik barındırıyor. Tencerenin (bu film özelinde döküntü bir minibüs) içine birbirleriyle kan bağı dışında bir alakası olmayan insanları doldurup, uzun süre (1200 kilometre boyunca) ısıtırsınız ve sonuçta çorbanız servise hazır olur. Tabii malzeme birbirine karışmıştır, baştaki hallerinde değildir ama hani derler ya, evde kendi başınıza denemeyin. Çünkü bu çorba ancak ilahi bir gücün (bu durumda senarist ve yönetmenin) iradesiyle bir kereliğe mahsus üretilebilir. 

Eğer ilahlar isterse her şey tıkır tıkır işler, işin içinde fiziksel ve manevi ölümler olsa bile. Birbirleriyle alakasız kahramanlar kan bağının ötesine geçip dayanışmayı, kazanmanın her şey olmadığını, iç güzelliğinin değerini öğrenirler. Güzel şeyler bunlar tabii, bir de inandırıcı olsa. 

Filmin geniş ailesi karı-koca, iki çocukları, dede ve dayıdan oluşuyor. Anne Sheryl (Toni Collette) ayakları yere sağlam basan tek üyesi gibi görünse de onun da karakterinin anlaşılmaz yanları var. 

Küçük kızının girdiği ve gireceği çocuk güzeli yarışmalarında ne yaptığı, ne yapacağı ve ne giyeceğiyle hiç ilgilenmemiş olduğunu anlıyoruz mesela. Bunun hiçbir açıklaması yok filmde. Vitesli araba kullanmayı beceremediğini söylerken niye birden kullanmak istediğinin de. Karaktere uygun davranışlar değil bunlar. 

Baba Richard (Greg Kinnear) başarıya götüren yol üzerine geliştirdiği ‘9 adım’ yöntemini kitaplaştıramamanın sancıları içinde, başarı saplantılı bir kaybeden. Dayı Frank (Steve Carell), ailenin bunalımlı entelektüeli. Proust uzmanlığında da aşkta da rakibi karşısında yenilgiye uğramış. Sevdiği öğrencisini ve medya ilgisini yitirmiş. İşinden atılmış. İntiharı da becerememiş. Kız kardeşinin yanında rehabilite olmaya çalışıyor. 

Alan Arkın, bir huysuz ihtiyar 

Ailenin büyük oğlu Dwayne, Nietzsche hayranı, güce tapan ve jet pilotu olmak isteyen bir yeniyetme. Pilotluk okuluna kabul edilene kadar konuşmamaya ant içmiş, yazarak iletişim kuruyor. Dede Hoover (Oscar ödülünü bu rolle kapan Alan Arkin) tam bir huysuz ihtiyar. Eroin ve maço diskurlar çekmekle iştigal ediyor. Aynı zamanda da filme bir anlamda adını veren küçük Olive’in antrenörlüğünü yapıyor. 

Olive ise girdiği bir küçük kız güzellik yarışmasında açıklanmayan bir şekilde (çünkü sevimli olmakla birlikte tombik bir kızcağız) ikinci olmuş. Birinci olan kız bir nedenle bir sonraki yarışmaya katılamayınca da finallere yükselmiş. 

Ailenin bütün üyeleri, işte Olive’i bu finale yetiştirmek için uzun yolculuklarına çıkıyorlar. Vitesi bozuk minibüs, tamircinin ancak yokuş aşağı vurdurursanız gider demesine aldırmadan itilir itilmez çalışıyor her defasında ne iyi ki (bir keresinde çalışmaya direnince de yine mucizevi bir şekilde Richard tanımadığı birisinden motosikletini ödünç alıyor). 

İkna olmayı beklemek hakkımız 

Filmin sonunda herkesin kazanma hayalleri, dedenin ise kendisi ölüyor ama ‘galip tir bu yolda mağlup’ hesabı, kazanmanın her şey olmadığı idrak ediliyor. Bu dediğimiz gibi güzel bir mesaj ama filmdeki minibüs gibi, öykü arkadan itilmese kahramanların bu noktaya varmaları imkânsız. Tabii bu sonuçta bir kara komedi ama yine de ikna olmayı beklemek hakkımız. Uçacaksak tam uçalım ya da ayaklarımız yere biraz daha sağlam bassın. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com