TARİH:  21 Nisan 2018 
GAZETE/DERGİ: Birgün

Wes Anderson’ın sinemasını özel yapan ne? İnsan denen garip mahlûku bütün acayiplikleriyle anlatıyor bir defa. Kusurlu mu kusurlu, bencil mi bencil, hasta mı hasta insanlarla dolup taşıyor Anderson’ın filmleri. Fakat Anderson kahramanlarıyla o kadar kendine has bir ilişki kuruyor ki, onları bir şekilde sevmememiz imkânsızlaşıyor. Duygusallığa, sahte sevgi gösterilerine hiç prim vermiyor Anderson ve filmlerindeki kahramanları. Yönetmenin filmlerini bu nedenle çok soğuk bulmak da mümkün. Ama tam tersini düşünenler, yönetmenin Oscar adaylıklarını kahramanlarının kasvetinin fazla “şekerli” olmasına bağlayanlar da var.

Bir defa şunu saptamak lazım: Anderson’ın filmleri aileye, daha da özgül olarak kendi ailesine dairdir. Bu sava doğrudan kanıtlar göstermek mümkün olduğu gibi, dolaylı kanıtlar da sunulabilir. Wes Anderson Texas’ta doğmuş. Üç erkek kardeşin ortancası Wes. Babası reklamcı annesi arkeologmuş. Anne ve babası Wes sekiz yaşındayken boşanmışlar. Orta sınıf aile birbirinden kopmamış. Çocuklar annede kalmış, baba çocukları hafta sonları almış. Klasik ve artık tipik Amerikan ailesi yani.

Fakat durumun tipik oluşu çocuklar açısından trajik olmadığı anlamına gelmiyor . Dünyaları yıkılıyor birden bire üç kardeşin. Tenenbaum Ailesi’nin üç kardeşinin babalarıyla yaptıkları bir konuşma vardır. Baba, anneleriyle ayrılacaklarını söylemiştir, çocuklar ise, kimi perişan, kimi suçlayıcı bir edayla bu ayrılık kararını sorgularlar. Olay muhtemelen Anderson ailesi içinde böyle yaşanmamıştır ama gerçeklerin filme ilham kaynağı olduğu aşikar. Anderson bu ayrılıktan sonra yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Yalancının biriydim. Hiç dürüst olmadığımı, hep olduğumdan çok daha zenginmişim gibi görünmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Pireneler’de şatolar, malikaneler çizerdim. Kendim için, sayfalar dolusu fantezi üretirdim. Muhtemelen kendimi yeterince çekici bulmadığım için yapıyordum bunları.”

Bu sözler bizi “roket” hızıyla Anderson’un ikinci filmi “Çılgın Liseliler”e (Rushmore; 1999) götürüyor. “Çılgın Liseliler”in genç kahramanı Max Fischer (Jason Schwatrzman) tam da genç Wes Anderson gibidir. Sürekli yalan söyler. Berber babasının, beyin cerrahı olduğunu iddia eder mesela! Annesi ölmüştür Max’in ve Max bu boşluğu bir anne figürü olan öğretmenine aşık olarak doldurmaya çalışır. Fakat ödipal karmaşa tablosunu tamamlamak için nefret edilen bir baba figürü gerekmektedir. Berber baba ki Wes Anderson’un gerçek hayatındaki babası gibi çok yumuşak bir adamdır, bu işlevi yerine getiremez. Max ikinci bir baba figürü bulur kendisine, aşırı zengin, çocuksu ve bencil Blume (Bill Murray) karakteri aynı kadın için rekabet edilen kötü baba figürü olarak Wes Anderson sinemasında yerini alır. Bu kötü baba kendisini Tenenbaum’larda da, Sudaki Yaşam’da da gösterecektir. Hatta Darjeeling Limited’de hiç görünmeyen babanın bile faşizan biri olduğu, sahip olduğu arabayla ve arabasını emanet ettiği tamirci dükkânıyla ima edilir. Tamirci dükkânının adı Nazi hava kuvvetleriyle aynıdır: “Luftwaffe”!

Tenenbaum ailesinde de durum fena halde Anderson ailesine benzer. Üç erkek kardeş olmasa da, iki erkek ve bir kız kardeşten oluşan bir kardeş üçlüsü mevcuttur. Erkek kardeşlerden biri kız kardeşine âşıktır (kız kardeş evlatlıktır ama durum yine de ensestten farklı değildir elbette). Anne (Anjelica Huston) tıpkı Anderson’ın gerçek annesi gibi bir arkeologdur.Hatta Anderson, Anjelica Huston’dan annesine ait bir gözlüğü takmasını istediğinde, Huston açık açık “Senin anneni mi oynuyorum Wes?” diye sorar yönetmene. Cevap evet olsa ki, Huston, Darjeeling Limited’de de üç erkek kardeşin annesi rolünü üstlenir. Annenin her iki filmde bilim insanı oluşu da, bize yine Max’in bir bilim kadını olan öğretmenini (Olivia Williams) hatırlatır.

Peki ya Sudaki Yaşam’ın baba figürü Steve Zissou’ya (Bill Murray) ne demeli? Zissou karakteri, Wes Anderson’un çocukluğunun önemli kahramanlarından Jacques Cousteau temel alınarak yaratılmıştır. Ama filmdeki Zissou son derece bencil, intikamcı, giderek sevimsiz biridir! Neden? Çünkü herkes gibi Wes Anderson da sevdiklerini, en çok da babasını öldürmek ister. Cousteau ya da Zissou açıkça o dünyanın patriyarkıdır, baba figürüdür. Bu arada Wes Anderson, Cousteau ile ilgili korkunç bazı gerçekleri röportajlarında da açık etmeyi ihmal etmez: 1940’larda Cousteau, aslında savaş pilotu olmak istemektedir, denizle alakası yoktur. Ta ki, korkunç bir araba kazası geçirip, kolları kırılıncaya kadar. Eğer, savaş pilotu olsaymış, muhtemelen II. Dünya Savaşı’nda ölmüş olacak olan Cousteau kollarını güçlendirmek amacıyla yüzmeye başlar. Bu sırada deniz canlıları ilgisini çeker. Bu canlıları daha yakından görmek için Cousteau mesela bir koyu dinamitler, su yüzüne çıkan deniz canlılarının cesetlerini inceler! Nerden nereye! Çok şaşırtıcı değil mi? Ama bunları aslen şundan dolayı yazdım: Anderson putlarını kırmayı sadece filmlerinde değil, filmlerinin ardından da sürdürmektedir!

Fakat Anderson’ın derdi yıkmaktan ve kırmaktan ibaret değildir. O herkesin yeniden bir araya geleceği, kendisini bir parçası hissedeceği yeni bir dengenin, yeni bir bütünün arayışı içindedir hep. Filmleri bir tür mutlu sonla, kardeşlerin kendilerini ve birbirlerini buluşlarıyla, sevenlerin bir şekilde bir araya gelişleriyle sonlanır. Ama yine de bir yabancılık, hep bu ana ait olmama hissi mevcudiyetini sürdürür. Film müzikleri sık sık 60’ları ve 70’leri hatırlatır. Giysiler, renkler bu dönemden çok yine 70’lere aittir. Anderson sanki bu çağdan ve bugünün Amerika’sından ümidini kesmiştir. Darjeeling Limited’in üç erkek kardeşi, ruhsal dengelerini Hindistan’da arar ve bulurlar. Onlara eşlik eden müzikler ise ya Hint müzikleri ya da 1960’ların pop/rock şarkılarıdır ki Anderson özellikle İngiliz müziğine meraklıdır. Oysa bir zamanların,“Yolda”nın (On the Road) ya da “Easy Rider”ın öfkeli genç adamları ruhsal ve fiziksel yolculuklarını Amerika’da yaparlardı ve Amerikan cazı ya da rock’ı dinlerlerdi. Onların deneyimlerinin başarısızlığıdır zaten Wes Anderson erkeklerine getiren bizi. Anderson erkekleri deyince üniversiteden arkadaşı, oyuncusu ve ortak senaristi Owen Wilson’ı özellikle anmak lazım. Anderson filmleri onun hayatıyla da yakından ilgili çünkü. Gerçek hayatında intihar girişiminde bulunan Wilson’ın, Darjeeling Limited’de de intihar girişiminin yaralarını hala yüzünde taşıyan biri olarak karşımızı çıkması tesadüfi değildir elbette.

İlk filmi Bottle Rocket’da da ikisi kardeş 3 genç erkeğin hikayesini anlatan Anderson’ın filmlerinde kötü baba figürleri ya da acımasız patriyarklar eksik olmaz. Köpek Adası’nda da durum böyle. Kötü bir diktatörün bir adaya gönderdiği köpeklerin dayanışması ve buradan kurtulma çabası anlatılıyor filmde. Müziğin son derece büyük bir rol oynadığı filmin ötekileştirme, dışlama, ırkçılık gibi eleştirdiği politik yaklaşımlar var. Büyük Budapeşte Oteli’nde belirginleşmeye başlayan politik ton bu filmde de hakim. Fakat Anderson’ın rahatsız edici bir tutumu da var. Tıpkı bütün Fatih Akın filmlerinde bir Batılının, tepki göstermeye öncelik etmesi gibi bu filmde de bir Amerikalı değişim öğrencisi, Japonlara tepkilerini göstermede öncülük ediyor. Neden? Japonlar kendileri bir mücadele başlatmaktan aciz mi? Japonluk, Lost in Translation’da olduğu gibi bir komiklik, bir ötekilik hali. Tam da eleştirdiği şeyi yapan bir film olmuş Köpek Adası. Hele, her patlamanın atom bombası bulutu yapmasına ne demeli? Seyretmeye elbette değer her Wes Anderson filmi gibi ama galiba benim favori Anderson filmim Steely Dan üyelerinin zamanında belirttiği gibi hala Bottle Rocket.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com