TARİH: 15 Nisan 2008
GAZETE/DERGİ: Birgün
Festival afişi festival meraklılarının 16 gün boyunca yaşadıkları süreci hiç bu kadar iyi betimlememişti. Afişte, film şeritleriyle sarılmış bir mumya var. Film şeritlerini bir koza olarak görmek de mümkün. Mumyalamak korumaktır. Festivalin de böyle bir etkisi var: 16 gün boyunca festival meraklıları dış dünyanın yıpratıcı etkilerinden korunurlar. Hiçbir şey o gün hangi filme gidileceği kadar önemli değildir. Diğer her şey 16 günlüğüne askıya alınır, ertelenir. Tıp literatüründe post-İstanbul Film Festivali-depresyonu* olarak tarif edilen durum ertelenen şeylerin festival sonrası kişinin üstüne üşüşmesinden ve ‘o korunmalı dönemin’ bitişinin neden olduğu melankoli ve yalnızlık duygusundan kaynaklanır.
NE DE OLSA HAYATIMIZ DEĞERSİZ
Bu film şeridine sarmalanmışlığı bir koza olarak da görebiliriz demiştim. Koza da mumyalanmak gibi dışarıyla ilişkiyi keser, dışarıya karşı korur. Ama içerde önemli bir değişim yaşanmaktadır. Kimi faniler bu kozadan belki biraz daha bilge ama depresif olarak çıksa da kimileri de uçmaya hazır bir kelebeğe dönüşmüş olarak çıkar. Bugün uluslararası başarılara imza atmış bütün 40 yaş kuşağı yönetmenlerimizin İstanbul Film Festivali’ni birincil müsebbip olarak göstermeleri boşuna değildir. Onlar festivalin kozası içinde büyüyüp serpilmiş, kelebeğe dönüşmüşlerdir.
Bu koza bizi şu ya da bu şekilde ileride de koruyacak ama nerede ve nasıl, bunu şu anda söyleyebilmek güç. Festivalle ilgili ilk yazımın üzerinden birkaç gün geçmemişti ki Beyoğlu Sineması’ndan bir basın bildirisi geldi. Bildiriyi kaleme alan Beyoğlu Sineması’nın ortakları artık dayanamayacaklarını ve bu temmuzda kapanmak zorunda olduklarını söylüyorlardı. Sırada Emek ve Alkazar’ın da olduğunu ekliyorlardı.
Alkazar bir kamu kurumunun eline geçecek. Umarız ki yenilenecek ve alternatif zevklere hitap eden sanat filmleri göstermeye devam edecek. Ama böyle olmasını beklemek için fazla bir nedenimiz de yok. Bekleyip, göreceğiz. Sinepop zaten çatlak sütunlarıyla yabancı konukları ağırlayabileceğimiz bir mekân değil. Biz Türklerin hayatı değersiz olduğundan orada film seyretmeye layık görülüyoruz hâlâ ama bir yabancıyı oraya sokamayız. Yani festival için düşünülemezdi, bu haliyle kalırsa ilerde de düşünülemez. Emek’in başına ne geleceği belli değil ama aynı kalmayacağı, çok yakında bir değişime uğrayacağı kesin. Fitaş hakkında hem İf sırasında, hem de son yazımda yeterince şey söyledim, tekrara gerek yok. Lale Sinemaları kapanalı çok oldu. Geriye çok dar aralıklı koltukları olan Atlas kalıyor. Muhtemelen ülkede düzenlenen festivallerin en kitleseli olan İstanbul Film Festivali nasıl devam edecek bu koşullarda? Birer ikişer kopyayla gösterime giren Avrupa filmleri, bağımsızlar nerede gösterim şansı bulacak? Onları ithal eden küçük bağımsız firmalar ne olacak? Korkarım gelecek şöyle bir şey olacak: Warner; UPI ve Özen’den başka ithalatçı kalmayacak, piyasanın büyük çoğunluğunu Amerikan filmleri ve Recep İvedik tarzı ucuzluklar kaplayacak. Çünkü ‘Beş Vakit’i ya da ‘Paranoid Park’ı oynatacak sinema olmayacak. Peki bu filmleri görebileceğimiz festival nerede düzenlenecek? Hangi Beyoğlu sinemalarında seyredeceğiz bu filmleri? Yoksa, insanın içini daraltan bir alış veriş merkezine mi tıkılacağız Antalya’da olduğu gibi?
İŞÇİ SINIFINA DEĞİL ARİSTOKRASİYE…
Festivalde seyrettiğim filmlere gelince. ‘Fırınların Saati’ dört buçuk saate yaklaşan süresiyle, tutkusuyla; tartışma, değiştirme, dönüştürme isteğiyle, tarafgirliğiyle farklı ve iz bırakan bir belgesel oldu. ‘Sympathy for the Devil’i Godard değil de başka biri çekseydi ve Rolling Stones’a odaklansaydı keşke. Ama grubu zirvesindeyken, yaratım halinde seyretmek önemliydi. “Kırmızı Balon’un Yolculuğu” oyuncularının üstün performanslarıyla, doğal diyaloglarıyla hoş bir deneyimdi.
“Bir Sarışın’ın Aşkları” da keyifliydi. ‘Dr.Plonk’ hoş başladı, hoş bitti ama ortalarda bayağı uzun süre çok boş gitti. ‘Eski Davulcu’nun yönetmeni jeneriğin sonuna ‘my way is the high way’ (yolum otoyoldur) yazmış duyduğuma göre. Yani benim tavrımı merak ediyorsanız “zıt Erenköy” der gibi. Biz onun umurunda değilsek o da benim umurumda değil. ‘Leopar’ın yönetmeni Visconti’nin Marksist olduğunu duyarız hep ama asıl aşkı işçi sınıfına değil aristokrasiye galiba. Soya çekim olsa gerek. “I’m Not There” ortalarına kadar keyifli gitti ama bir yerden sonra koptum. ‘Into the Wild’ tanrı inancı vaaz ediyordu bana göre ama güzel filmdi yine de. Çok beğenilen ‘Ulzhan’ı hiç beğenmedim. Bu kadar çok şeyden söz etmeye kalkarsan hiçbir şeyden söz edemezsin.
‘Mister Lonely’yi keşke 35 milimetre seyredebilseydik, Betamax yerine. Ama Korine ilginç bulduğum bir yönetmen, bu da bence kalburüstü filmlerdendi. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’nin restore edilmesi ise dünya sinemasına çok önemli bir hizmetti doğrusu. Bu işe katkısı olan herkesi kutlar, teşekkür ederiz. Festivalin belki de en iyi filmi ‘Balıklı Bulgur’du şu ana kadar. Sallanan kamerası, susmak bilmeyen kahramanlarıyla içine girmesi zor bir film Balıklı Bulgur. Ama insan duygularını yakalamada daha başarılı olan bir film henüz görmedim galiba. ‘Alman Sonbaharı’nın Fassbinder’li bölümü de çok iyiydi.
‘KÜÇÜK ŞEYTAN TÜRKİYE’ DEMEK İSTERDİM
‘İşte Özgür Dünya’yı ise “AB’ye gireceğiz, insan haklarımız tam ve eksiksiz olacak, muasır medeniyete ulaşacağız” diyen bütün demokrat-liberaller seyretmeli. Loach’la yapılan röportajları da okumalı. Kapitalizm varsa, insanlık ve gerçek anlamda demokrasi yoktur; bu, bu kadar basit. Küçük bir kıza yapılan işkenceleri konu alan ‘Bir Amerikan Suçu’nu seyrettikten sonra Amerikan’ın şeytani bir ülke olduğunu düşünenlere (yönetmenle film sonrası yapılan söyleşide böyle bir duygu vardı bazı izleyicilerde) Pippa Bacca’ya yapılanları hatırlatmak isterim. Kötülüğü yabancı bir milletle özdeşleştirip kendini temize çıkarmak çok safça bir tutum. Bacca’nın kaybolması birkaç gün önce ünlü tv kanallarımızdan birinde “sırra kadem bastı”, “kaybolması çok enteresan” falan gibi sözlerle duyurulmuştu. Ortada bir trajedi olduğunu anlamak için cesedin bulunması gerekmiyordu. Kanalın ismini hatırlasam söyleyeceğim, isim vermekten değil yanlış isim vermekten çekiniyorum; meşhur haber kanallarımızdan biriydi. Yaptığımız iğrençliği, iğrenç bir şekilde haberleştirmiştik. Sanki kız kocaya kaçmış gibi bir izlenim verilmeye çalışılmıştı bu entelektüel kanalımızda. Eğer ABD büyük şeytansa, Küçük Amerika Türkiye de küçük şeytan, demek isterdim o seyircilere!
*(Vietnam Sendromu gibi, bu depresyon türü adını İstanbul Film Festivalinden almışsa da başka bazı festivallerin sonrasında yaşanan ruh halini tanımlamakta da kullanılmaktadır)